TÜBİNGEN'DE UYANMAK

09:43

Tübingen’e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakıyordum.


Şehre döndüğümde fırtına vardı. Uçak çapraz rüzgara karşı sallana sallana iniş yaparken ve tekerlekleri piste dokunduğunda içimden “başlıyoruz işte” demiştim. Hepimizi içine alan, hepimizi yutmaya çalışan, sindiremeyen, çıkarıp tekrar alan şehir… burası… Bir süre uzak kalmak iyi gelmişti ve dönüşte bunu düşünmeye başlamıştım. "En azından bunu yapayım" diyerek yaptığımız her şey bize dönüyor ve bizi bekliyor... 


Gece fırtınası devam ederken uçaktan inip shuttle’a koşuyoruz, kabin valizleri ağlak birer çocuk gibi ellerimizde sürükleniyor… Ne gerek vardı bunca şeye? Rüzgar esiyor, çarpıyor, hırpalıyor bizi. İşte kısa süreli beraberliğimizden sonra sayın yolcular, dağıldık ve evlerimize gidiyoruz. Hepimizin kafasında binbir düşünce…


Her şeyi sırasıyla yapacağım diye düşünüyorum e-pasaport sırasına girerken. Önce şu beyin sisi ve uyku halinden kurtulmam gerek. Veteriner. Sonra evdeki işler var. Ütü. İş için sunum hazırlamak gerek. Evin çamaşır işi. Evin süpürgesi. Tozu. Nevresimler. İşyerindeki sunum için ön taslak onaya gitmeli. Bu kafa karışıklığı içerisinde pasaporttan geçiyor ve pasaportu hala elimde tuttuğumdan emin olarak kalan birkaç gramlık dikkatimi vermeye çalışarak çantamın iç gözlerinden birine koyuyor ve pasaportu oraya koyduğumu kendime gerçekten "gösteriyorum". "Evet pasaportu buraya koydum, kaybolmadı, cüzdanımın yanına koymadım çünkü metro için kartımı almaya çalışırken düşüp kaybedebilirdim ama kaybetmeyeceğim, pasaport içerideki gözde... " Koşar adımlarla çıkışa giderken Sabiha Gökçen duty free'si hiç davetkâr olmayan ışıkları ve içeriğiyle hızımı biraz kesiyor, kenarından geçerken birkaç Toblerone indirimine göz atıyorum ve çıkışa yöneliyorum. Tez, tezi nasıl unuttum. Of! Rüyamda tez hocamın öldüğünü görmüştüm hatta. İşin en ama en acı tarafı bu tezle ilgilenme sorunumu çözmüyor AKSİNE daha büyük bir sorun oluşturuyordu çünkü artık yeni bir hoca bulmam da gerekecekti. Havalimanı çıkışından metroya kadar olan yolu bu düşüncelerle o kadar hızlı gelmiştim ki kendimi bir anda metroda oturuyor halde bulmuştum ve beynimdeki sis yoğunlaşmış, ağırlaşmış, beni tüketmişti...


Sabah uyandığımda Tübingen'e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakmıştım ve şimdi yapacak o kadar çok şey vardı ki. Maruş'un beni evde beklediği düşüncesiyle biraz neşelenmiştim, muhtemelen ben eve gelince sevinçte oradan oraya koşacak ve tüm balyanaklılığıyla beni mest edecekti. Onun peşinden koşarken hava kararacak ve ben valiz işlerini yaparken günü bir şekilde bitirmiş olacaktım. İnmeye birkaç durak kala aklıma yine tez hocamın öldüğünü gördüğüm gelmiş ve tadım bir daha kaçmıştı ve bu günden başka bir beklentim daha kalmamıştı. Tamam pes etmiştim...



Sabah Tübingen'e uyanmak ve senenin, hatta iki senenin ilk karını görmek tuhaftı. Gözlerimi açtığımda Suşi yukarıdan bana meraklı ve mesafeli gözlerle bakıyordu, daha önce de birkaç kere söylediğim gibi, rüyamda tez hocamın öldüğünü görünce bilinçaltım rahatlayacağımı sanmış ancak fena halde yanılmıştı. Çenem yine ağrımış, kollarım feci halde kasılmış, uyandığıma binlerce şükür edecek haldeydim. Suşi sanki neler yaşadığıma tanık olmuş ama hiçbir tepki vermeyerek öylece izlemekle yetinmişti. Gece bir ara yatağıma kadar gelmişti ama hareket edince korkup kaçmıştı. Bu yabancı ile daha da uğraşmayacaktı ve yerine geçecek, usulca gitmemi bekleyecekti. Ben böyle alışkın değildim. Ben evde bir eşkiya ile yaşıyordum, her sabah 6 buçuk itibariyle koğuş kalkmalıydı. Kalkmama şansın yoktu, kalkmamak azarlanmak demekti ve bu azarlanma seansı saatler sürebilirdi... Dışarıda Almanlar koşuya çıkıyor, ben o sırada radyatöre biraz daha yapışıyorum...


Sanırım sorumluluklarım var artık farkındalığı geliyor yine, kendi evinizden binlerce kilometre uzakta olduğunuz zaman hafifleyen ancak aklınıza geldiğinde hissettiğiniz bir şey... "Sorumluluk" gibi ağır bir sözcük değil de, mevcut düzeni devam ettirmeye dair tuhaf bir itki, "bu düzeni ayakta tutmam lazım, bu düzenin ortasındaki ana direk benim ve hepsi etrafımda dönüyor" ve "beni bazen bir vorteks gibi içine çekiyor olsa da bu düzenin böyle devam etmesini seviyorum"... Sonra şunu düşünüyorum, bu tuhaf sistem tamamen dağılsa ne olur? Muhtemelen başka bir şehirde hava yine çok soğuk olur ve bir akşam Ben Röhmer dinler ve ne yapacağımı düşünürdüm. Bir kere tek başıma kalmam gerekir. Çok tuhaf bir tek başınalığım olur benim: Kendimi gözden geçirmem, kendime dair bir hasar tespitinde bulunmam, kendimle konuşmam ve kendimi harekete geçirmem gerekir. Kilitlenip kaldığım zaman bile tutunacak bir şey bulmam gerekir, sistemin bazen böyle yapabileceğini hatırlatmam... Etrafımda birisini isterim ama sanki istemem de. Bu böyle gidip gelen bir düşünceler silsilesi olur, ta ki sabah olup yapmam gereken şeylerin yapılma vakti artık gelene kadar... 



Dışarıda köpeklerini gezdirmeye çıkmış, rutin hayatın tadını keyifle çıkaran insanlara bir göz atıyorum. Ocağın üstündeki demlikten tiz bir ses çıkmaya başlıyor. Hazır hissetmek için her şey hazır, tüm bu hazırların arasında durup tutunacak bir şey bulmaya çalışıyorum. Bir iddiam yok, bir bahanem yok, bir gerekçem de yok. Sadece, öylece. Duru...yorum...

HER ŞEY DAHİL "2m²"

11:21



“Nasa son yıllardaki en büyük güneş patlamalarından birini yaşadığımızı açıkladı, etkileri yarın Dünya’dan hissedilecek.” 


Bir gece atağı ile bu sefer evdeki bez çantaları ve kupaları temizliyorum. Diyar diyar dolaşılıp toplanmış bez çantalar holde yerde, cumartesi gecesi kendilerinden sonsuza dek vazgeçilmiş olma krizini gerçekten atlattıklarından emin olmak için pazar sabahının olmasını ve aklı başında bir şekilde tekrar gözden geçirilmeyi bekliyorlar. Kupalar da mutfak tezgahının üzerinde… Evde çok fazla kupa var ve çok fazla kupa ne yapılır bilmiyorum. Çay kahve köşesi diye çıktığım yolda son kullanma tarihi 2020 yılı olan İsveç’ten getirilmiş ve hiç açılmamış çaylar buldum. Bir tanesinin üzerinde passionfrukt yazıyor. Açıp kokluyorum ve gerçekten nefis kokuyor. İçilmemiş, kalmış. Kendimden, para harcama şeklimden ve biriktirdiklerimden anlık nefretler ediyorum. Meksika’dan gelmiş vanilyalı Nescafe. Çöpe. İspanya’dan seneler önce gelen arkadaşın getirdiği bir başka kahve… 2021 yılında SKT’si olmuş. Çöpe… Kupalar tezgahın üzerinde emir bekleyen askerler gibi bekliyorlar, ağızları açık… Bir iç sıkıntısı ile dışarıdaki fırtına sebebiyle sürekli kesilen kablolu yayında açık bir kanal bulabiliyorum: Jackie Chan’in bir filmi, korkunç bir dublajla birlikte. Jackie Chan o kadar genç ve film o kadar eski ki, bir türlü bildiğim bir seneye oturtamıyorum. O halde 80’lerdedir… İnanılmaz detaylar var filmde, ama bir tanesi çok hoşuma gidiyor: Jackie Chan (tabii ki genç, başarılı bir polis rolünde), bir alt geçitte üzerine yerleştirilmiş bombayı çıkartıp bir arabaya bağlıyor ve arabadan çıkarken gömleğini ve atletini alıp koşmaya başlıyor. Jackie Chan’in atleti ve gömleği olmadan patlamak üzere olan bir arabadan kaçmaması keyfimi yerine getiriyor. Kesin 80’lerdedir diyorum, kesin… Reklam arasının ısrarla bitmesini bekliyorum filmin adını öğrenmek için, Süper Polis 2 çıkıyor. Bu film sanki ben çocukken babamın seyredeceği bir film gibi… Geçmişe, çocukluğuma uzanıp o zamanki babamla bir bağlantı kuruyorum olduğum yerde… Saat bir anda 00:15 oluyor ve resmi olarak pazar kahvaltısını beklemeye başlayabileceğimi düşünüyorum. 


Son haftalarda canım sıkkın. Genel olarak canım en çok sıkan şey: Maruş’un ishal olması gerekiyor. Yaa, şaşırdınız değil mi, eminim bunu beklememiştiniz. Bağırsaklarını boşaltmamız gerek. Bir kedinin ishal olması ne kadar zor olabilir? Olamıyor. Bu artık aramızda bir direnç yarışı haline geldi gibi hissediyorum. Yemesi gereken mamaları isteyerek yemiyor, yemesi için zorla kabında bırakınca yiyip kusuyor. Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. Ve bir seferlik tuvaletini fazla fazla yapması gerekirken, yapmıyor. Bu durum beni yordu ve kabızlığı sebebiyle yürümesi problem olmasa tamamen peşini bırakacağım ama bırakamıyorum… 


Geçtiğimiz haftalarda Maruş’u evde bırakıp Ankara’ya gitmem gerekti iş için. 36 saat. Sırf bu durum sebebiyle 36 saat evden uzakta kalmak (komşumuz tam 4 kere gelip bakmış olmasına rağmen -ki böyle bir komşu herkese nasip de olmaz) inanılmaz bir eziyet haline geldi. Ben kedi bakamıyor muyum diye düşündüğüm, geceleri kabuslar gördüğüm anlar yaşadım. Çok uzatmak istemiyorum ama, bu durum beni üzdü ve işte dediğim gibi, yordu… Kardeşimi bekliyorum İstanbul’a gelmesi için. Gelsin ve ben bu b.ktan gündemden kurtarayım. Ya da en azından bu b.ktan gündemi paylaşacağım birisi olsun… (Bu konuyu kafama çok takmıştım ama sonrasında tuhaf tesadüfler sonucunda bu konuyla ilgili garip bir video seyrettim. Kedilerin arctuarian olduklarını, tıpkı bir yenidoğan çocuk gibi anne figürüyle iktidar yarışına girmek için, veya işte üstündeki ilgiyi devam ettirmek için, veya kendilerinin ona bakım veren insandaki yerini test etmek tuvaletlerini yapmayabileceklerini söylüyordu, vesaire vesaire. İnanılmaz aydınlanmıştım!) Ne diyordum, Ankara’ya gittim… O kadar güzel denk geldi ki, gitmişken Çatı’da bir öğle yemeği fırsatı da bulduk… 


Off, ne desem. Çatı benim sıfır noktalarımdan birisi. Aslında böyle değildi ama geçen sene kardeşimle benim için çok uzun bir aradan sonra birkaç kere gidip çok tatlı vakit geçirmiştik ve artık Çatı benim için onunla kış günü tabaklarımızı fütursuzca tepeleme doldurmak, hala üniversiteli ve 20’lerinde olmak, hala ne kadar yiyorum derdinin olmaması ve hala hayatın getireceği gerçek sorumlulukların farkına varmamış olmak gibi hislerle ilişkilendi. Çatı, insanın dertsiz hayatının uzakta kalan gerçeküstü bir minyatürü gibiydi. Zamanın durduğu bir nokta, zaman içeride artık akmıyor. Figüranlar değişiyor ama menüler bile aynı… Hala aynı çukur tabakları çikolata çorbası haline getirecek şekilde profiterol ile doldurmak istiyorum. Hala aynı çukur tabaklarda kabak tatlısı üzerine bir de mozaik kek almak istiyorum. Böyle şeyler yapmak istiyorum sonra hepsini yemek… Ve yetişkin debit kartımı kardeşime vererek bize yemek üstü bir de çay ısmarlamasını istemek… O zaman kedi b.kunun miktarını düşünmüyorsunuz ve bu size o an için inanılmaz iyi hissettiriyor… İçeride çalan 2020 başı müzikleri… Her şeyiyle bir bütün… 


Pazartesi günü yürüyüşünü yaparken bir anda Stollen ekmeğimi yapmak için uygun bir zaman bulduğumu düşündüm. Aslında bizim Karadeniz’de yöresel bir ekmeğimiz var: Balkabaklı, pırasalı, içine tatlı patates bulup koyduğunuzda tadı arş-ı âlâya çıkan, bulamadığınızda normal patates ile de kendini yutturmayı başarabilen mısır unlu bir ekmek. Buna “miritözüm” deniliyor. Kışın annemle birlikte evlerimizde bunu sıklıkla yapıyoruz ve ikimiz de yemeyi de yapmayı da çok seviyoruz. Seneler içerisinde bu bizim sevgi dilimiz haline geldi. Annemle birtakım yapılış farklılıklarımız var, ben fırında yapmayı severken o ocağın üzerinde yapmayı tercih ediyor. Ben balkabağı tadını yükseltmek için içine çok azıcık şeker de koyuyorum. Ve fırında kurumasını engellemek için de süt veya süt kreması veya sadece krema… Annem ocaküstü sevdiğinden bunların hiçbirini tercih etmiyor ama onun yaptığı ekmek de inanılmaz lezzetli. Daha organik, daha ehlileştirilmemiş bir tat. Annem herkesin bu ekmeği sevmesini de çok umursamıyor. Gelenekten gelmek böyle bir şey. Ben ise yaptığım ekmeğe herkes bayılsın istiyorum. Aslında biraz da fazla uğraşmayı seviyorum. Bana göre terapötik olan bu uğraşma eylemi, annem için orijinalinin bozulması. Ama yine de iyi anlaşıyoruz ve her çeşidini severek yiyoruz… 


Ne diyordum… Miritözüm. Bu ekmeğin yapım videosunu evde kendi kendime birkaç kere çektim ancak yayınlamak için yeterince iyi olmadığını düşündüğüm için iki seferde de kaldı. Aslında genel olarak mutfakla ilgili hayallerim var. 2 metrekarelik mutfağımda o kadar çok şey yaptım ve o kadar çok şeyle uğraştım ki bunun eğlenceli bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Salona açılan servis penceresinden beni izleyen arkadaşlarım da genel olarak aynı fikirdeydi hep. Ama işte… Niye olmadı? Konseptim bile hazırdı: "2m²". Evet bu kadar. 2 metrekare (aslında bence o kadar bile değil) olmayan mutfakta aslında ne kadar keyifli vakit geçirilebileceği üzerine bir şeyler çekmek istiyordum. Mutfak sadece yemek yapılan değil, Fever Ray'in Seven şarkısında dediği gibi "7 yaşındayken aşk ve bulaşık tabletleri üzerine konuşabileceğiniz" bir yer... Biraz dertleşirdik, güzel olmaz mıydı? Öf hayaller...


Tüm bu miritözüm hikayesinden sonra artık Almanya’da denediğim ve çok beğendiğim stollen ekmeğini yapmak için doğru bir zaman olduğunu anlamıştım. 3 haftalık ekmek yapım sürecine hemen başlarsam kardeşimin beni ziyarete geldiği zamana ekmeği yetiştirebilirdim. Stollen için almam gereken her şeyi, evde halihazırda bulunan farklı bir eşiyle değiştirmeyi daha uygun buldum kendi kendime. Portakal kabuğu rendesi şekerini evde kendim yapacaktım (bir kere ocakta portakal kabuklarını şurubun içinde kaynamaya bırakınca yanmıştı, tekrar deneyecektim). Evdeki kuru üzümler az gelecekti, ben de evdeki komşunun umre hurmasından ekleyecektim. Tüm bunların yanına çok alakasız olarak bir de kavun kurusu gelmişti (haha, ne alaka değil mi? Koz’dan kuru kayısı alırken her zamanki gibi bilincimi kaybetmişim ve sonrasında kuru kavunu da stollen’e koymak iyi bir fikir gibi gelmişti -ya da kendimi buna inandırmayı tercih etmiştim). Stollen artık Almanlıktan çıkmış, yarı Levanten, yarı İstanbulite bir hale gelmişti ama yine de problem değildi. Biz iyi anlaşacaktık. Ekmeklerle genel olarak iyi anlaşıyordum ve bu durumdan memnunduk…


Eve geldiğimde ev soğumuş, hava kararalı birkaç saat geçmiş, Maruş Hanım kabındaki mamasını kıtırdatmış, kitaplığıma astığım ve evden çıkarken de açık bıraktığım pirinç ışıklar bile boş eve yanmaktan keyifsizleşmiş bir haldeydi… Şimdi diye düşünmüştüm ayakkabılarımı çıkarıp aynı anda holün ışığını yakarken; bu evi, olabilecek her şekilde ısıtmak yine başa düşmüştü… 

PANKEK BAR

03:50

Pankeklerin piştiği ocağın çelik mi taş mı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum ama bu mesafeden biraz zor. Üzerinde çizikler var gibi ancak aynı zamanda üzerine dökülen yağ güzel kayıyor ve pankekler çok fazla yapışmıyor. Günde 400 tane pankek yapıldığına dair simli bir sticker barın üstünde gururla pırıldıyor. Böyle bir sirkülasyonda devam edebiliyorsa ocağın çelik olacağını düşünüyorum ama siyah taşımsı bir dokusu da var. Garson geldiğinde bizim masamızdan bir miks pankek bir de Fransız tost siparişi alıyor. Fransız tostu benim için fazla soslu. Pankek ise yine benim için fazla meyveli ama nedensiz bir ihtiyaç duyuyorum. Fransız tostunun üzerindeki muzları esmer şeker ve tarçınla güzel bir karamel içerisinde kavuruyorlar. Bu mesafeden ocağın başındaki şefe müdahale edemem ama her şeyi görebilir ve bunun tadını çıkarabilirim. Hafif arkada kalan suşef dümdüz bir plastik kapta pankek hamuru yapmaya devam ediyor. Her defasında basitliğine şaşırdığım gibi, şimdi de şaşırıyorum. Dünyanın herhangi bir yerindeki hamur kadar sıradan ama bu onun verdiği nostaljik hisse engel değil... Suşef bunun farkında ve çok da uğraşmıyor. Karışmış görünmesi yeterli. Hamurun içindeki topakları görmeye biraz gıcıklanıyorum, oysa böyle olmasının daha iyi olduğunu herkes bilir. Yine de…


Garson, bu kadar şeyi nasıl yiyeceğimi merak ederek gülümsüyor, sen bunu fark edip daha da şaşırıyorsun. Oysa o seni göremez. Sen bir hayaletsin. Şef, muhteşem bronz rengini almış muzların üzerine biraz da ceviz serpiyor. Televizyonda 90’lar polisiyesi, arada bir gözüm kayıyor. Pis bir Diner’da oturmuş ajan, içine ilaç katılmış bir filtre kahveyi keyifle yudumluyor. Sonrasını merak bile etmiyorum. Televizyon dipten gelen bir mırıltıdan ibaretleşiyor. Sen bir hayaletsin. Seni buraya getirirken burada yapacağım veda konuşmasını düşünmüştüm ancak sen öylece vedalaşabilen bir varlık da değilsin ki. Seninle ne yapılır onu da bilmiyorum: O kadar uzun zamandır birlikteyiz ki. Artık vedalaşmalı ve ben kendi yoluma gitmeliyim. Her şey çok kolay olur sanmıştım, hava kararmadan önce. Tabii ki, hava kararmadan önce kolaydı…  Hava karardıktan sonra kaygı artık kendine has bir canlılık oluşturmaya başlıyor ve nasıl desem, vücutlaşıyor. Pankekler gelince yanında bir de kahve istiyorum. Kahvemi içince sen daha çok canlanıyorsun. İşte kaygım tam karşıda: Gözümün içine bakarak bir şeyler olmasını bekliyor. Ukala, kendinden emin, beni öfkelendirmeyi bekleyen bakışların altındayım. Burada bu konuşmayı yapamayacağım diye düşünüyorum o sırada, dalgın... Bu konuşmayı ne zaman yapabileceğim? Bu konuşmayı en yakın arkadaşım bana arkadan söylemeli ve ben onu tekrar etmeliyim, başka türlü başaramayacağım. Bir yudum daha ve kahve almanın büyük bir hata olduğundan artık eminim. Televizyondaki ajan bir kapıya çarpıp devrilmemek için son anda kendisini durduruyor. Ben hayaletimle birlikte bilmediğim bir yere doğru yuvarlanıyorum, içeriye doğru... 


+Geniş kıyafetlerinin içine saklayabileceğin toplamda kaç kişi var benden başka? 


Geniş kıyafetlerinin içinde aslında ne kadar korktuğunu fark etmediğimiz insanlar… İşte hepimiz bu yağlı masalarda oturup birlikte kıtır topping'li pankeklerimizin tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Kıyılarımız tedbirli. Sınırlarımız güvenli... Hava sahamız sakin… Her gün yeni bir senaryo için tatbikat yapmıyormuşuz gibi umursamayan bakışlarla… Oysa her an bir Ortadoğu savaşına hazır. Zihnimizde berrak olan tek şey bu: Savaşa gideceğiz ve hazır olmamız gerekiyor. Hayatta kalmak için bilmemiz gereken her şeyi bilmeye çalışacağız ve hep daha çok çalışacağız. Tamamlanması gereken ihtiyaçlar ve panik listeleri üzerinde çalışılmayı bekliyor...


Tüm bunlara karşılık akşam eve gelince, ta yoldan beni karşılayan kediler… Yumuk dostlarım... 


Yabancı kedilerin bile teklifsizce kucağına gelip yattığı birisi oluyorum bir süreliğine ve bu durum beni hayata çelik sicimlerle bağlıyor. Tüm konstrüksüyonumun en sağlam noktasındaki kediler... Beni yumuşatıp ısıtıyorlar ve biraz da kucaklıyorlar. Ve işte tekrar, ufacık bir kızım ve bununla rahatım. Ufacığım ama bir an önce büyüme endişem gitmiş, bir an önce büyüyüp başımın çaresine bakma stresi yok, nasıl olur… Ufacığım ve kucağımdaki kediden arsız bir ilgi görüyorum. Çok küçüğüm, çok… Bu kediler beni sevimli jeli patişleri ile koruyacaklar ve benim hiçbir şey yapmama gerek kalmayacak… Böyle desem inanır mısınız…


Kirli camların arkasından dışarıyı izliyorum tabaktaki son sosun kaldığı çatalı yerine koyarken… Neon tabelalar yanıp sönüyor… Kaygım karşımda oturmuş Fransız tostunu kurcalıyor, tatsız… İşte yine başladık diye düşünüyorum… Keşke en yakın arkadaşım arkamda olsa ve ona ne söylemem gerektiğini bana söylese ve tekrar etsem ve işte...  Bir anda oluverse her şey... Ortalık sessizleşiyor ve geriye televizyondaki ajanın mırıltıları, ben ve kaygılarımın oluşturduğu o bambaşka insan kalıyor...

BİR CAPITOLINE RÜYASI

05:41


Güçlü ve tereddütsüz dualarla kurulmuş ve korunmuş... Bir geçit var, bir geçitten geçiyoruz. Bazı ihtimaller var...


Güneşle antik anlaşmalar yapılmış... 



Ayaklarımı bastığım taşlardan mırıl mırıl sesler geliyor, belki 200 belki 1500'lerden, bir rahibin duası olabilir veya zırhını kuşanmış bir süvarinin. Veya belki de aynı asker seferden dönüyor ve atının sırtında tüm yol boyunca ezberlemeye çalıştığı haberler artık ağzında mırıltı haline gelmiş ve unutmamaya çalışmaktan çok bir ritüel gibi olmuş. Belki de bu ses akademilerinden çıkmış öğrencilerin ders tekrarları, bir senatörün ahırı için temizlik yapan seyis yamağının mırıldandığı geleneksel bir şarkı. Belki aşığını anlatan gününün ozanı, belki aşık, belki delilenmiş bir eşkiya... Belki o zamanlar zaman sayılmaya bile başlanmamıştı… Ayaklarımı bastığım her taşın altında mırıl mırıl duyduğum her şeyi anlamaya çalışıyorum ama anlayamadığım dilde, dillerde fısıltılar... Bazı kelimeleri daha çok seçer gibi olduğumda bunun bir dua olduğuna inanıyorum, tekdüze, vurgusuz, Truva nağmeleri. Bir dişi kurt tüm yıkıntıların gölgesinde dolaşıyor ve orada olduğuna inandığı çocuklarını arıyor. İnsan çocukları... 


Bazı ihtimaller var: Güneşin her sabah söyleyeceği bazı sözler var ve öğlene doğru ortaya çıkarak bazı şeyleri buyuruyor ve ortadan kayboluyor. Etrafta garip bir sessizliğin olduğu bu öğle zamanlarında ağaçların tuhaf bir huşusu var. Bir inanç sistemi içerisinde dönüp dolaşıyor gibiyiz, buraya özgü, mermer kaidelerin arasındaki rüzgarın neşeyle çıkardığı seslerle birlikte. Kendi dinini oluşturmuş bir mekan, bir herbaryum, bir çatı. Bir iskelet var burada, canlılığı beyninde değil de karnında oluşan, karnından sürekli serin, temiz sular çıkaran bir iskelet. Her şey bir araya gelmiş ve yabancıların topraklarının üzerinden çıkıp gitmesini sabırla bekliyor, bunun olacağından eminler. Sistemden dışarıya atılacak yabancılar ve kendi kendilerine huzur içinde kalacakları o kutsal gün... Herkes gittiğinde  rüzgar coşkuyla esecek ve kendilerinin olanı kutlamaya devam edecekler, bir ışık saçımı kadar süre içerisinde yıkılsalar bile herkes orada hazır... İkiz çocuklarını arayan dişi kurt şehri kurmaya başlar... Burası yenidenbaşlayan, yerindenbaşlayandır. 


Ovalarda defne ağaçlarının koruduğu bahçeler görülüyor... Enginar, keşiş sakalı, bakla, bezelye, brokoli ve zeytin... İncir ve nar, üzüm ve armut... Birbirine sarılmış ağaçların içerisine daldığımızda arketipsel bir şeyler uyanır içimizde. Tarih öncesi bir rüyanın içine giriyor ve orada bir serinlikte kıvrılıp uyuruz. Bildiğimiz hiçbir besinin burada olmadığı zehirli bir canlılık haline geliriz. Toprak üstümüzü örter ve yok edilmeye çalışırız, usulca ve minnetle... Belki bu bizi bir delikten geçirip modern dünyanın pis çöplerinin arasına atıverecektir. Belki buna seviniriz... İçimizde, burada beni çağıran her şeyin anti'si haline geliriz. Buraya ait olan ne varsa, ben o olmayanım ve buna rağmen buraya çağrıldım…



Küçük bir çocuk şarkı söylüyor... Masum Latince cümlelerin içerisinden şiddet sızıyor dışarıya. Burada kurgulanan bir savaş var bizim için. dahası benim bu savaşla bir bağlantım var. Küçük çocuğun şarkısı arkada görülmeyen bir koro ile destekleniyor ve bir yerlerde bir taşa vuran çekicin sesi duyulmaya başlanıyor. Burası bizim yok olacağımız yer değil, burası bizim yok oluşumuzun planlandığı yer. Eski sandaletlerin ezdiği büyük taşların üzerinde güm güm'leyen seslerden bir şeyler yakalıyor gibiyim. Bu mekanın iskeletinde dolaşan bir şey var, bizi dışarı atıyor, bizi eziyor, bizi her meydanda güneşle karşı karşıya getiriyor. Güneşe karşı ben, güneşe karşı sen, işte imparatorluğun parmak uçlarıyla görmeden ezdikleri... Dişi kurt koynundaki çocukları yavaş yavaş aşağıya bırakıyor: Büyüdünüz, geliştiniz ve artık elinize tahta bir kama alma vakti geldi... 


Güneşle yapılmış antik anlaşmalar...


Büyük sütunların arasındaki serinlikte duruyor ve gökyüzünü seyrediyorum. Şaşıracak ne kaldı? Bizlerden geriye bir şey kaldı mı? Biz bu görkemli tapınakların altında gölgesi bile oluşmayan varlıklar... Gerçekten var mıyız ya da var olduk mu hiç?


Karşımdaki çeşmeden dışarıya taşan su damlacıklarında kendi yansımamı görecek kadar küçüğüm artık... 


KUZEY YOLU IV: HAKEA

01:18


Hanları tuttum yolları tuttum kervansarayları tuttum. Ovaları tuttum. Platolar düzlükler tüm coğrafya. Frenküzümü. Kızılcıklar. Yaban kediotları. Çok uzun zamandır. Böğürtlenler. Kara mürver çiçekleri. Aronyalar. Çantamdan akan kırmızı sular. Ellerimden akan kırmızı sular. Bir bıçağı alıp orta yere dalmışım gibi değil mi? 

 

Mevsimlerin arasında gizemli bir şekilde dolanan kudretli alageyik tekrar burada. 

 

Taşın dokusu: Sert, turuncu, derin çiziltileri olan taşın dokusu. Kapalı bir gökyüzünün altında, bir kuzey yolunda yürüyorum. “Gizem, bir geyik başı gibi uzanıyor aramızda.” (lale müldür) 

 

Kemikli bir çene ile kalabalık bir aileden gelmenin tüm izlerini taşıyor. Kalabalık bir taşra ailesi. Kırlarda koştuğunuz çocukluğunuzda etrafınızda muhteşem hayvanlar vardı ve meyveler. Sonradan anlattığında masalsı gelecek bu evrenin izlerini bulmaya çalışıyorum turuncu taşların içerisinde. Küçükken sana kurt bakışlı denildiğini söylediğinde gülmüştüm ama bir noktada bakışların benim için kurt bakışı haline gelmişti ve sonrasında kendin... Ne kadar haklılarmış diye düşünmüştüm. Derin, içe bakan, sürekli temkinli kahverengi gözler. İşte bu seni tanımlayacak bir şey olabilirdi, sürekli temkinli. Atik ama ağır. Bu yüzde o her an her şeyi tartan bir bakış vardı, bu sebeple güvenilmesi zor biriydin. Bir açığını bulursan… Bir açığımı bulursan… Ben bunu çok düşünmemiş ve yavru köpek enerjisiyle üzerine atlamıştım. Bir kurttan en uzak olan şey ne ise sonuçta ben oydum. Bu seni şaşırtmıştı. Gizem aramızda bir geyik başı gibi uzanıyordu. Bana kızdığında kemikli çeneni sıktığını görüyordum... 

 

Bazen çocukluk hikayelerini öyle bir anlatırdın ki oradaymış gibi hissederdim. Mutfaktaki toprak çanakta mayalanmaya duran ekmekler… Hemen dışarıda büyük çoban köpekleri… Hava hep kapalı… Ardiyede kalan tuzun ne kadar yeteceğini kardeşlerinle tartışıyorsunuz ve o sırada bir başka kardeşin devasa çikolata kavanozunu gizli gizli bitirdiğini fark ediyorsunuz… Kapanların üzerinden atlamalar… Tam 7 kapanı bir atlardım dediğinde ben de heyecanla atlamış gibi oluyorum. Kurt bakışlarının içinde derin ışıltılar. Seni mutlu eden şey buydu değil mi? Sen evini koruması gereken küçük bir yavruydun ama diğerleriyle oynamayı her şeyden çok seviyordun. Onlardan güçlü olduğunu bilmenin getirdiği büyük coşku ile oradan oraya uçuştuğunu bir şekilde görüyordum. Sürünün başına bela açan küçük afacanı. Bu yaramazlıkta gizlediğin sevimliliğin görülmesini isterdin ancak bu hiç olmadı. Sadece senin fark ettiğin, sadece seneler sonra benim fark ettiğim, muzır sevilme talepleri… Kuzey yollarında böğürtlen yemek için durmuşken insanın aklına aniden gelen şeyler… 

 

Sana yakın olmak zordu, hayatının her anında. Tuhaf diyebileceğim reflekslerin vardı, şimdi düşününce kurt refleksleri olduğunu anlayabildiğim şeyler. Çevik ve güçlüydün ama küçük bir şeyden alınana kadar. Takımı bir arada tutmak senin işindi ama bazen uzaklaşmak isterdin. Avlanan sendin, toparlayan sendin, ama dinç görünüşünün insanı yanıltan bir tarafı vardı. Dirayetin vardı ama bazen üfleyerek geçiverecek gibiydi ve bunu reddederdin. Ve hep ama hep o tartan gözler… Teklifsizce cesur ama bazen neden bu kadar fazla sessiz? Sürünün başında ve her şeyi güdüyorken ve bir günü daha hiçbir kayıp vermeden, hatta her biri tok karınlıyken bitirdiğinde… Bu seni mutlu etmeyecekti çünkü sence yapman gerekeni yapmıştın. Bu görevi sana kimse vermemişti, sen bir şekilde üzerine almıştın… işte onlara dediğin şey buydu, beni çok sevmeyebilirsiniz ama ben sizi bu yollarda canlı tutacak olan o kişiyim. 


Pençelerinde hakea… 


Canlılığın son kırıntıları… Bazı insanlar böyledir, sizi alır bir yere kadar götürürler. Sizi büyük bir şeyden kurtarırlar, hatta belki o kadar çok şeyden kurtarırlar ki ona veda etme zamanınız geldiğinde içinizde bir yerlerde bunu onsuz asla atlatamayacağınızı düşünürsünüz. Hakea... Canlılığımın son kırıntıları, sende...

 

Kuzey yolları, hep zorlu… ellerimden kıpkırmızı akan sular ile bir sürüye ortadan dalmışım gibi görünüyor. Bunu senin için yapardım. 


Uzak dağlarda sis yere çöküyor... Dağları tuttum, köprüleri tuttum, höyükleri tuttum... Keçi patikaları... Etrafta başıboş dolaşan yabani kediler...  


Küçük bir ateşin çıtırdama sesleri... Gecenin içinde tek gözünde birkaç kandil yanan o ev... Evin içinde uzanıyor ve geleceğine tutunuyorsun. Bir his kıpırdanıyor içinde. Kandil ışığının kıpırtıları arasında bir şey uyanıyor... Bazen bir anlığına zihinden gelip geçen bir düşünce bir anda bir yere tutunur. Bir rahime tutunmuş gibi. Orada yuvalanır ve yavaş yavaş büyümeye başlar... Bir parazit düşünce "saçma"dan "olması gereken"e doğru dönmeye başlar. Bunu anladığımız, bunun geldiğini önceden bildiğimiz bir farkındalık yaşarız. Olmamasını istediğimiz ama olacağını bildiğimiz... Olmasına erindiğimiz... Düşüncesinin bile rahatsızlık verdiği... Ama olacağından artık emin olduğumuz... ah olmasa... 


Uzanıp geleceğine tutunuyorsun ve bir şeyler arıyorsun orada... Neyi bulacaksın? Kurt içgüdülerinle orada ve sonrasında her yerdeydin... Gölge olarak ayaklarımdan ilişmiş bir siluet olarak beni takip ediyorsun... Birlikte senin içindeki bir boşluğu doldurmaya çalışıyoruz, el ele vermiş, bir sürü halinde boşluğuna bir şeyler taşıyoruz. Küçük bir yavru köpek sürüsü canını dişine takmış bunun için uğraşıyor. Canlılığımızın son kırıntılarının tamamı sana ait... Bitmek bilmeyen bir kabul görme çabasıyla, yorgunuz, bitkiniz... Tüm içsel konuşmalarımız bu düşüncelerle hastalanmış... 


Hakea. 


Artık ayrıyız. Burada bize düşen, biraz daha hayatta kalabilmek için birbirimizden ayrılmak ve kendi yolumuzu bulmaya çalışmak oldu. Dilinde bir dua vardı tekrarladığın ama ben buraya canımı koydum. Bir kuzey yolunda kendi nefes seslerimi, hırıltılarımı duyarak keskin kokuları içime çekiyorum: Böğürtlenler. Kara mürver çiçekleri. Aronyalar. Dişlerimde bir kan seğirmesi var meyvelerden gelen... Dağları, köprüleri, höyükleri geçiyorum hızla... İçimde öfke, içimde sevgi, içimde aradığın her şeyden var. Aramak istersen... 


Manzarayı seyrederek geçiyorum... 

EVLER İÇİNDE EVLER İÇİNDE EVLER

09:20

Biraz doğruları konuşalım mı? 
Ürkmem gerekirdi. (Ürkmüştüm).
Zorlanmadan nasıl halletmiştim? (Zorlanmıştım). 
Bir otopark sohbeti yakınlığı. Sessiz bir arabanın içinde. Size bunu hissettirebilir miyim?
Ne kadar yorulduğumu bilsen şaşırırsın. Ama ben hep aynı kişiyim.
- Je suis toujours cette personne dont tu es tombé amoureux.
Tüm kararsızlıklarının adını ben mi koydun? 
- Je suis cette personne que tu essaies encore d'oublier mais que tu ne peux pas t'empêcher de regarder.

*

Artık bazı şeyleri varsayabiliriz...


Ben ayrı bir evim artık. Bu böyle insanın yüzüne aniden çarpan değişik bir gerçeklik. Ben bir evim. 


Bu evi dümdüz, sapsarı çayırların olduğu bir ovaya kurdum. Çulha kuşu gibi her şeyini içine kendim taşıdım, kattım karıştırdım, aldım atıştırdım. Tane tane, tomurcuk tomurcuk. Dal dal gezdim, diyar diyar gezdim, oradan bunu topladım, şuradan bunu topladım. Bir çekirdekken aldım, içine girdim, saniye saniye, dakika dakika, işledim, işledim, işledim. Ortaya bunu çıkardım. 


Bir zamanlar çok zorlanmıştım, bir zamanlar çok zordu. Evin her köşesine bir şey bıraktım, evin her köşesinden bir şey topladım, sildim, süpürdüm, ovaladım. Bir 80 metrekare nasıl sonsuz gelirse içinde o kadar dolaştım, dolaştım. O kadar zaman neyi aradım? Kendimi, bir evin içerisinde, bir yere koymaya çalıştım. Nerede otursam batar, nerede yatarsam uykusuz, nerede rahatsız, nerede huzursuz... Hepsini öğrenmek için adım adım arşınladım. Bir çulha kuşu gibi, küçük adımlarla, dolaştım, dolaştım, dolaştım...


Bu evin bir his verdiği bazı zamanlar yaşadım: İlk kitaplığımı alınca. Televizyonu alınca. Peri ışıkları. Sevdiğim halıyı alınca. Pek çok ama pek çok hisler içerisinde bir de Maruş'u alınca... Çulha kuşu ile kedi, artık bu evin tek sahibi... Evin dolduramadığım yerlerine, giremediğim tüm köşelerine, küçük jelibonlu patileriyle giren ve pembiş burnuyla koklayarak orayı da sahiplenen bir arkadaş... O sırada ben çulha kuşu olarak taşımaya devam ettim: Yeni malzemeler, yeni eşyalar, yeni insanlar... Ev bir çekirdekken kedinin tüm evreni oldu, ben onu bir kedinin evreninden bir insanın evine yaklaştırdım. Evde zamanla yepyeni bir canlılık, bir ekosistem oluştu. Birbirimize bağlandık: Kedi böcek ve sinekleri avlamayı ve ayaklarımda yatmayı sevdi, ben kedinin totosuna vurmayı sevdim, bunu sevdiğimi insanlara anlattıkça insanlar da eve gelip kedinin totosuna vurmayı sevdi. Ev kalabalıklaştı ve kendisine diğer insanların hayatı içinde de bir yer oluşturdu. “Burası dinlenebileceğimiz bir yer” dediler, salonda uyuyakalan oldu, benim yatağımda uyuyan oldu, yerde uyuyan oldu, oldu da oldu. Sabah erken gelen oldu, gece geç giden oldu. Sonunda herkes gittikten sonra geriye ben kaldım ve evin diğer sahibi. Evi baştan sona temizledim, o evi baştan sona tekrar kokladı. Rutine hızlıca dönmeye çalıştık: Bizim bir yaşam şeklimiz vardı. 


Bir çulha kuşunun çalışkan olmama şansı yoktu. Kim kimi koruyordu, ben bu evi koruyabiliyor muydum ya da herhangi bir şeyi gerçekten koruyabilme diye bir şey var mıydı? Evden çıktığım zaman, bıraktığım gibi bulabilecek olmanın o kadar şüpheye düşüren bir tarafı vardı ki… Oysa evde olsam ne olacaktı? Şöyle olmaya başlamıştı: “Ben şimdi gidiyorum, sen de ben de Allah’a emanetiz”. 


“Sen de ben de Allah’a emanetiz ve şimdi evden çıkıyorum.” Akşam eve geldiğimde bu evi neşeli, bu evi keyifli, bu evi sıcak bir hale getirmek de ikimizin işi olacak. Birlikte her akşam yeniden bir ev oluşturacağız. Şimdi dinlen… 


Her akşam yeniden oluşturduğumuz o huzurlu ev hissi… İnsan bu hissi oluşturmaya bir gün bile ara veremiyor, yaşam boyu üzerinizde olan dramatik bir görev… Huzurlu ev oluşturma görevi… Huzurlu ev görevinde başarılı olmalısınız çünkü olmalısınız işte, bunu sizin için kimse yapamaz. Siz içinde yaşadığınız bu mekana zorundayken ve belli ki başka kimsenin evine bunu hissetmek için sığınamazken... Sığınsanız, kimsenin evine sığamazken... Siz bambaşka bir evi sırtlanan, hatta artık bambaşka bir evin ta kendisi olmuşsunuzdur artık. Evler içinde evler… Sınırlar ufak ufak kaybolmaya başlar. Sonra kedi size bir de şunu öğretir: Farklı yerlere birlikte gittiğinizde o sizin en yakınızdadır: Zaten dokunur halde değilse bile dokunacak mesafede. Bir varlığın evi siz olursunuz, yolda, izde, her yerde… O size yuvalanmıştır artık. Birine nasıl yuvalanılır?


Bir çulha kuşunun yuvası aslında neresidir? Bu ev midir benim yuvam? 


Ellerime bakıyorum, kendime bakıyorum. Nasıl da her şey için uğraşmıştım… Eve taşıdığım onca eşya… Aldığım, para harcadığım, kendimi iyi hissetmek için uğraştığım, bazen çok kolayken bazen çok karıştığım… Salonda müzikle neşe içinde parende atmaya çalışırken de, uyumaya giderken ışıkları (gece başka kimsenin açmayacağını bilerek) kapatırken de… “Hastalıkta, sağlıkta.” Mutfağa bulaşık bırakırken ama sonra nasılsa yine ben temizleyeceğim diyerek hemen kaldırırken de… Ütü yaparken mola verip biraz deli gibi dans edip sonra devam ederken de… Acil durumlar için buzluğa hazır yemek koyarken de… Şu duvara da bisiklet mi assam diye düşünürken de… Nasılsa bu kararı ben veriyorum özgürlüğü ile mutluluk içinde bir şey yapmaya gerek bile kalmadığında… 


“İyi günde, kötü günde.”


Ev neydi, ev kimdi? 


Bakıyorum ki ben, sınırları kaybolmuş bir evim artık… Bir eve ihtiyaç duyarken evin ta kendisi haline geldiğim…

HERKES HALİNDEN MEMNUN GİBİ - 2 -

09:23



Yeni bir yaşamın ihtimali ile kapıyı aralamak. Büyük bir adım. 


Bazen ise sadece evden dışarı çıkmak çok büyük bir adım. Bazen yerinden kalkabilmek. Hatta belki yerinden kalkabilme ihtimali. Düşüncelerimizde heveslerimiz. 


Herkes halinden memnun gibi. 


Herkes tuhaf bir groove oluşturmuş ve sallanıyor. Neşeli, yükselmiş bir kalabalığın içerisinden çıkıp kiralık aracın serin güvenliğine geçiyorum. Açıkça, iğrenç bir hava var. Lafı fazla uzatmaya gerek bile olmayan, Mayıs ayına hiç yakışmayan, nereden geldiği belirsiz tuhaf bir hava. Önceki gün 40 derecelik havadan sonra 8 derecelik bu menem atmosfer beni sarsıyor. Neyse ki arabanın kliması ideal bir sıcaklık ile orta yolu buluyor. İşte bak, anlaştık bile…


Bir yola giriyoruz, şöyle, havalimanı terminalinden bir otoyola çıktık ve araba devrini sabitlemeye çalışarak hızlanıyor. Çok iyi bir arabada değiliz. Ama şoför, tıpkı babam gibi, Toyota’lar öngörülebilir diyor. Bir süre elektrikli araçlar üzerine konuşuyor ve her cümle başı ve sonunda adımı söyleyerek beni de konuşmaya dahil etmeye çalışıyor. Arabanın motoruna bir öfke duymaya başlıyorum çünkü boğuluyor. Bu yolun çok daha iyi bir araba istediğini tüm benliğimle ben bile fark ediyorum. Oysa içinde bulunduğumuz araba sarsılıyor, çok ses alıyor ve öfff, devri bir türlü düşmüyor. Hızını aldığında daha iyi olacağız. Evet, hızımızı almak için biraz yolu heba etmemiz gerekiyor. Üzücü. 


Dışarıyı biraz izliyorum, herkes gerçekten halinden memnun gibi. Bir yere gitme hissini seviyorum, hareket halinde olma hissi. Birlikte yaşayacağımız bir his bu. Şoför, bir yerde durup kahve almak ister misiniz diye soruyor. İsterim ama duramam. Duramayız. Bu arabayı durdurursak ve tekrar hızlanmaya çalışırsak çok yol kaybederiz ve ben buna dayanamam. Bir groove’un içerisindeyiz ve ona tutunmaya çalışıyorum, araba 130 kilometrelerde 3000 devirin altına nihayet yavaş yavaş düşüyor. İçimden, bu şekilde nereye kadar gidebileceğimi planlıyorum. Sıkılmadan mesela. Tek nefeste Ankara’ya kadar gidebilirim. 450 kilometre. Orada durup bir ayaklarımı açmak isterim, şehir merkezinde biraz dolaşır ve yemek yeriz. Şoför yine doğrudan bana hitap ederek, motor hybrid olduğu için 80 kilometrenin altında hiç ses çıkartmıyor diyor ve o der demez bunu trafiğe girdiğimizde tekrar edeceğinden de emin oluyorum. Çok güzel, hadi biraz daha sessiz sessiz oturalım ve benim Ankara sonrası nereye kadar daha bu keyifle gideceğimi hesaplamaya çalışalım... 


Araba artık 160 kilometrelerde ve içeride uğultu var. Üzerimde tropik bir yorgunluk var: İşte söylemek için tamı tamına 24.000 kilometre gitmeniz gereken bir cümle. Ayaklarımda rahat bir ayakkabı olmamasını dert etmiyorum çünkü araba hızını almış ve tatlı bir noktadayız. Hani bazen araba sürerken gaza basarsınız ve araba adeta tırmanır ya. Hatta şöyle diyelim: Araba leopar gibi kendisini ileriye atar ve pençelerini sadece daha da hızlanmak için kullanır. Ardından yavaş yavaş bu his stabilize olur ve kendi ritmini bulur. Birlikte buradayız. Şoför sesizleşiyor ve o da bunun tadını çıkartmak istediğimden artık emin. Bazen bazı insanların çok rahat araba kullanıyorum oturuşu olur. Nasıl tarif edilir bilmediğim bir oturuş şekli. Artık güzel bir yerdeyiz. Araba tatlı tatlı gidiyor. Herkes halinden memnun gibi. 


Bu his, benim evim. Hareket halinde, güvende, ılık. İlerleyen, tehlikede olmayan, tempolu. Kaybetmeyen, kazanmayan ama bir duruşu korumaya çalışan. Yorgun ama yılgın olmayan, rahat ama uyuklamayan, dinç ama kendi içinde aylak. Yarışın içerisinde ama hırslı değil, iddialı ama zararsız, kıvrak ama etrafı korkutmayan… İşte birlikteyiz.