ROBİNSON CRUSOE NO: 389

13:15


Murakami kitabı gibi.

İstanbul'a gittiğimde makinemin şarjı tamamen dolu, hafıza kartı da tamamen boş bir halde dışarı çıkmışken eve dönene kadar belki de yüzlerce fotoğraf çekeceğimi düşünüyordum. O gün İstanbul'un her sokağına ışığın nasıl düştüğünü bile bilen bir fotoğrafçı arkadaşımla akşama kadar gezecektik, tabii ki beklenilen şey buydu. Gelin görün ki, biz yine yaklaşık 7-8 saat durmaksızın gezmiştik de, çektiğim yegane fotoğraf bu olmuştu. Hayretler içindeydim, nedense fotoğraf çekmek umurumda bile değildi -ki böyle bir şey bana evrenin belirsizliklerle dolu karanlık tarihinde en fazla iki üç kere olmuştur-. Çektiğim gibi bu fotoğrafı hemen sevmiştim. Söylemesem olmaz, arka tarafta güzel bir jazz şarkısının çaldığını da hesaba kattığınız zaman, bu fotoğraf tipik bir Murakami kitabı olmaya evrilebilirdi: Ergenlik çağında (sonrasında zorlu bir büyüme evresi geçirecek olan ve okurların bunum her saniyesine şahit olacağı) sorunlu bir çocuk eksik karenin içinde sadece. Bir kitapçıda, eski ve yeni dergiler, farklı dillerde şehir rehberleri ve işte, kuyruğunu sallayarak camdan dışarıyı seyreden tekir bir kedi. Bütün içerik hazırmış ama sadece anlamını bekliyormuş gibi. Bu da normalde belki yaşayıp geçeceğiniz, ama Murakami yazınca uzaktan size çok şiirsel, çok kritik bir an gibi gelebilecek zamanlardan. Mesela o olsa, tam bu sahnede iki tane kahramanı birbirleriyle yüzleştirebilirdi, o sırada kedi öylesine kuyruğunu sallamaya devam edecekti ve ilgisiz ilgisiz mırlayacaktı etrafa. O olsa, muhtemelen bütün bir kitabını böyle bir sahne için bile yazabilirdi ama biz sadece bakıp geçeriz. Ama heyhat, ben bu sefer geçmedim. Burgess'in "Mütevazi Anlatıcınız"ı gibi, ben de bu blogun yazarı olarak üzerine biraz düşündüm sonrasında.

Hayat belki de, bir "anlar dizisi"dir sadece, ya da öyle bir şey (kimilerine göre). Hani Murakami'nin kovalayacağı cinsten anlardan ibarettir belki ve bir sonraki ilham kaynağı an'a değin boş durmamaktan, aramaya devam etmekten oluşmaktadır sadece? Bilemiyorum, bilemiyorum. Bu sefer bütün var oluşu "Saeki hanım, merak dolu gözlerle bana bakıyordu, 'fakat zaman dediğimiz şey var olduğu sürece herkes yaralar alır, herkes farklı hallere dönüşür' dedi" şeklinde mi algılayacaktık? Bu teoriye göre biz sürekli bir şeyleri arayacaktık. Yaşanılan her anda göstermeye değer, üzerinde çalışmaya değer bir şeyler olmalıydı o halde. Distopik bir şey ama bizzat içinde olduğumuz  bir şey aynı zamanda. Ânlar doldurulmalıydı ama bu olabildiğince çok şeyi tecrübe etmiş olmak için değil, onları yaşadığını göstermek için miydi?

Gösteremeyeceğimiz şeyleri yaşamanın bir anlamı yok muydu? Ya da üzerine düşünülemeyecek hiçbir şey yaşanmaya değmez miydi?

Mesela o gün orada içerken kahvemizin fotoğraf çekemeyeceksek, o kahveciye gitmenin hiçbir anlamı yok muydu?

O ânları yakalamak için, mesela bir şarkıyı sadece arka fonda öylesine dinleyemez miydik; yoksa o şarkı bizde illaki derin çağrışımlar mı uyandırmalıydı?

Peki ya tam olarak nasıl ilerleyecektik?

Super Hot oyunundaki gibi olduğumuzu düşünmüştüm: Biz durunca dünya dururdu ve hareket edince de varlık tüm hızıyla oluşumunu sürdürürdü. Ağır ânlar silsilesi içinde sanrısal bir doyum yaşamak mı, yüzeysel bir dünyada durmaksızın oradan oraya koşturmak mı istiyorduk?

Benim bir türlü cevap bulamadığım sorulardan biri de buydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder