BİR SOLARİS ZAMANI KADAR

01:03

Son zamanlarda hiç tanımadığım bazı "hisleri" öğreniyorum, ki hayretler verici bir şekilde kendi tepkilerime bile gülmek istiyorum bazen. Şimdiye kadar giymediğim tarzda kıyafetler giymek gibi, ama içerisinde "ben", tamamen aynı şekilde duruyorum. Hah, ya da durmaya çalışıyorum.

Komik ama bazı akşamlar eve geldiğim zaman, bütün günkü koşuşturmadan sonra haberleri açarken dünya yıkılmış gibi geliyor. Ya da bir anda dünyayı tamamen değişmiş bir halde bulacakmışım gibi geliyor, belki de böyle olmasını umuyorum. Heyhat, yeni bir Körfez Savaşı mı çıkmış, Ayakta Duran Son Adam da devrilmiş mi, Mars yüzeyinde kolonileşebilmiş miyiz, Voyager 1 akıllı bir yaşam formundan sinyal mi almış?

Ya da her zamanki şeyler mi: Şizofreniye yol açan yeni bir gen mi bulunmuş, Alzheimer için beta-amyloid plakalarda yeni bir ilaç mı denenmeye başlanmış, sağ elini kullananlar multitaskingde daha mı iyiymiş yoksa, yeni bir korelasyon mu yapılmış, arkaplanda duygusal olarak dokunaklı müzikler dinlemek yüz tanıma becerisini arttırıyor muymuş...

Bazen yorulacak gibi oluyorum, hatta bazı akşamlar mutfaktaki çekyatın üzerine dökülüyorum adeta. Biri beni en yukarıdan silkelemiş gibi düşüyorum olduğum yere, annem elime hemen bir ıhlamur kupası tutuşturuyor. Diğer elimde kocaman bir Maxbar kutusundan kalan son hindistan cevizli çikolata.

Kendi kendime, bazı şeylere alışmak istemediğimi tekrar ediyorum. Her zaman amatör kalmak istediğim ne çok şey var: Bir şarkıya eşlik eder gibi her gün 10 bin adımı o gün tek başına yürümemiş olmaya sevinmek gibi.

Bazen, bir Solarisli baş ağrısı şöyle kafama yapışıyor gibi. Gezegen dışından bir şey bu diyorum, bu ağrı dünya sınırlarına ait olamaz. Ayrı bir dalga boyundan gelen sinyaller gibi, neyse ki eve gelirken makinede o gün çekilmiş 10 saniyelik güzel bir bokeh videosunun olması beni rahatlatıyor. Müzikçalardaki iki şarkı arasındaki çapraz geçişi 12 saniyeye ayarlıyorum; durmaya, bir saniye durmaya gelemeyeceğim günlerden geçiyorum bazen.

Evet diyorum, gerçekten de bir Solaris an'ı kadar durmaya tahammül edemiyorum.

İtiraf etmesi zor geliyor ama bazen kıskanıyorum, kızıyorum ve kabullenemiyorum. Hepsinin anlamını yeniden öğrenip, yeniden dolduruyorum içini kelimelerin, çoğu zaman da hayret ediyorum sınırlarının genişliğine. Ama bazı şeyler ne olursa olsun değişmiyor. Farklı kıyafetleri deneyip dursam da üzerimde, bir tarafım hep Mimarlık stüdyolarının arka tarafında yaprak toplarken etrafında dönüp duran kız olarak kalıyor.

ps. Fotoğrafı K. V. Kaya çekti, ki kendisi son zamanlarda gökte ararken yanıbaşımda bulduğum naçiz bir fotoğrafçı olur.

KOLAJ #2: KARE KARE BİR AY

23:23

1. Bu ay yaklaşık 1 hafta kadar Fujifilm XE-1'i yeniden kullandım ve bu makineyi ne zaman elime alsam olduğu gibi, yine gidip GMK Bulvarındaki güzel dizilmiş meyvelerin fotoğrafını çektim. Fotoğraflar makinenin içinde daha güzel durduğu için Kızılay'da otobüs sırasında beklerken telefonumla makinedeki fotoğrafın fotoğrafını çekmiş oldum. A. ile aramızda küçük bir espri konusu oldu artık bu olay. Aynı gün abimin artık giymeyi bıraktığı kışlık oduncu gömleğine de el koydum ve 12.900 küsur adımla günü tamamlamış oldum.

2. Erva ile tanıştığımız gün. Kızlar masada sohbet ederken onun kitaplarını karıştırıyor, daha sonra almak için beğendiklerimin fotoğrafını çekiyordum. Kızılay'daki Coffee Lab'daydık ve 2 iced mocha, bir mocha ve 1 cafe latte'nin tamamı çok kötüydü. Aslında o hafta içtiğim bütün iced mocha'lar kötüydü ve bu artık kışın iyice geldiğini, Pumpkin Spice'a sadık dönüşümü yapmam gerektiğini haber veriyordu...

Aynı zamanda bu fotoğraf, okul açılalı 3 hafta olmasına rağmen 12 dersimin hiçbirinin kitabını henüz almamış olduğum konusunda da beni uyarıyordu.

3. Bu ay en çok Coffee Lab'da, hep de aynı masada takıldık ve burası da #ihavethisthingwithfloors fotoğrafı oldu.

4. Geçtiğimiz aylarda uzaktan bir tanıdığımızın kızının fotoğraflarını çekmiştim. Stajdan çıktıktan sonra gittiğim ve yorgun olduğum için, daha önce hiç bebek fotoğrafı çekmediğim için ve o gün Zeynep bebeğin de en iyi günü olmadığı için, ev de fazla ışık almadığı için çektiğim fotoğrafların çoğunu beğenmemiştim. Ama geçtiğimiz günlerde bana bu davetiyeyi gönderdiler, Zeynep'in birinci yaşının kutlamasının davetiyesi. Aynı zamanda yıllar sonra okuması için davetliler tarafından mektup yazılması için bastırılmış bir de kartpostal. Siz göremiyorsunuz ama Diyarbakır'da kutlama yaptıkları salonun her tarafına büyük posterler de asılmış. Ve hepsi de benim çektiğim fotoğraflardan oluşuyor. Görünce gözlerim yaşardı, uzun süre öylece bakıverdim hepsine tek tek. Uzaktan bile olsa hangi hayatlara nasıl dokunduğumuzu kim bilebilir?

Ve bir ay daha, telefonumun artık çöplük haline gelmiş galerisinden çıkanlarla birlikte tam olarak böyle geçti...

BONAPPLE: A KITCHEN MEMOIR

04:09


Geçtiğimiz günlerde B. ile beraber tez konusunu konuşmak için buluşmuşken, tamamen tesadüfler ve pek çok anlık kararlar zincirinin sonunda (bu kısım ışığı beğenilmeyen çeşitli kafeler ve oturacak sıcak bir köşesi olmayan yine çeşitli Tunalı mekanlarını içeriyor) yolumuz bir şekilde Bonapple'a düştü. Daha önce defalarca önünden geçtiğim halde nihayet içeriye girip o güzel mutfak havasında uzun uzun vakit geçirebildim, efsane güzel ev yapımı Boston Cream Pie'ın tadına da bakabilmiş oldum (aslında bütün kremasını ben yemiş de olabilirim). Fotoğraf makinesinin şarjının erkenden bitmesi ilk başta biraz üzücü olsa (tamam kabul ediyorum, çok üzücü, hatta yıkıcıydı, heheh) da bir süre sonra yerini makinesizliğin de tadını çıkarmaya bıraktı. Yine de Fuji'nin analog renklerini, 35mm f/1.4 lensin de alan derinliğini özlemişim. Bir süre sonra her şeyi manuelde çekmek yorucu bir terapi görevi görmüş benim için, nitekim o gün nihayet akşam olduğu zaman "yorgun savaşçı" denilerek güzel bir gülüşle karşılanmıştım. İşte bu gönderideki fotoğraflar, bir mutfak hatırasının fotoğrafları. Umarım beğenirsiniz.

Ve dipnot: O gün ayrılırken, tam da tahmin edebileceğiniz gibi tez ile alakalı bütün o problemlerin tek bir harfini bile konuşamamıştık.

PS: Orta sıradaki siyah-beyaz fotoğraf, Bonapple'ın sahibesi Elvan hanımın bir arkadaşı tarafından çekildi, orada kitabını gösterirken görüp çok beğenmiştik. Bütün hakları ona ait, bize sadece hayran olmak düştü.

BİRKAÇ DEĞİŞİKLİK, PEK ÇOK ZAFER

23:41

Okulların açılması ve sonbaharın gelmesiyle birlikte, sanırım şöyle 1-1.5 hafta kadar hiçbir şey yapmamışım gibi geldi. Ama nasıl denir, bildiğiniz hiçbir şey. Hiçbir. Şey.

Normalde gayet yoğun bir insan olmama rağmen, ki bu bahsettiğim yoğunluk olmasa bile kendime yoğunluk çıkarma konusunda master degree sahibi uzman bir insanımdır, bu yaklaşık 2 hafta kadar süreçte ne yaptığımı, nereye gittiğimi hiç fark etmedim bile. Her zamanki düzenim garipleşti: Fotoğraf çekmemiştim, ya da çekmiştim ama istediğim gibi olmamıştı, ya da mesela tam çekecekken her şey zorlama gelmişti bir anda ve bırakmıştım; ya da tamam, bir sürü fotoğraf çekip kenara atmıştım ve hiç düzenlememiştim bile... Tamam kitap okumuştum ama anlamsal bir boşluk da vardı kafamda; tamam bütün güncel haberleri takip etmiştim, yani siyasi haberleri edememiştim ama en azından son davranışçı nörobilimsel gelişmelerden hala haberdardım ama onların da temelinde bir şeyler yine de eksikti.

Kafamda alarmlar çalmaya başladığı anda kağıdı kalemi alıp kendime bir yapılacaklar listesi çıkardım kiii, evlere şenlik.

Ve hemen ardından "Ben tembel bir insan mıyım" iç sorusu gitgide büyüyen puntolarla gözlerimin önünde belirmeye başladı...


Neyse ki olay daha fazla büyümeden durumu kontrol altına almaya başladım. Her şey, evdeki düzenimi tekrardan sağlamamla başlayacaktı ve yine her şey, ancak bu düzen sürdükçe sağlıklı bir şekilde ilerleyebilecekti...

Şaka şaka. Kitaplığımı düzenledim sadece.

Ama işe yaradı. Yani oradan aldıklarımı çalışma masamın üzerine yığmasam muhtemelen daha verimli de olacaktı ama şimdilik iyi gibiyiz. Hemen ardından günlerdir birikmiş olan maillere cevap vermeye başladım, hala bir mum kokusu seçememiş olsak da bu acı gerçeği bir sufi edasıyla içime çekerek kabul edebildim. Aynı gün haftalık ders programımın son halinin fotoğrafını da bir dönem boyunca kullanmak üzere çektim ve telefon galerimin derinliklerine gönderdim. Bir gecede yine onlarca fotoğraf editledim ve çoğunu hiç beğenmedim, ardından sonsuza dek sildim. Haftalardır başlatmaya çalıştığım büyük Karzaoğlu alışverişim için Mango, Levis ve Zara'da son turlarımı da attım ve gözüme kestirdiğim eşyaları alabilmek için babamın karşısına çıktım. Yine aynı günlerde, yaklaşık 3 haftadır bekleyen staj genel raporumu da bitirdim ve yazmayı bitirdikten sonra Word'den zafer kazanmış mağrur bir komutan edasıyla çıktım; başım dik, boynum gergindi, miğferimi çıkarmış, yerde yatan ölmüş askerlerime saygı seromonisinde bile bulunmuştum, o çarpıya basmak bana bir zafer sarhoşluğu yaşatmış bile olabilirdi...

Raporu hocaya gönderdim ve önceki 6 haftamın mailine olduğu gibi, ona da cevap gelmedi.



Velhasılıkelam, kendi yatağında öylesine akıp gitmeye çalışan hayatıma doğrudan ve net bir müdahale gerçekleştirmek beni rahatlattı. Küçük şeyler bile olsa kontrol hissini yaşamak güzel bir şey. Sanırım "bilincinde yaşamak" denilen şey, bu tarz bir şey de olabilir. Yani yapacağınız şey her ne ise, onu tamamen "bilerek" yaşamak. Ya da bir durum ya da nesnenin bilincine girerek yaşamak? Belki.

Bazen düşünüyorum: Starbucks'a gittiğim her 10 seferden rahat bir 9'unda Chai Tea Latte alırım; "grande" ve "extra hot". O ilk yudumu aldığım zaman "Evet doğru bir tercih yapmışım" demekten de bıkmıyorum senelerdir, evet kesinlikle doğru bir tercih yapmışım, bu şey yaz kış demeden bana mutluluk veriyor ve ben bu lezzetli kahvenin tamamen farkındayım. Avatar'daki gibi "Seni görüyorum". Çok anlamlı ama bir o kadar da ağır. "Seni görüyorum ve senin tamamen bilincindeyim, bütün dikkatim sende." Bunu kendi hayatıma karşı da söyleyebilmek istiyorum bazen, en önemli nokta buymuş gibi geliyor çünkü: İradeyle yaşamak.

Ankara'da yağmurların başlamasıyla beraber gün ışığını gri şehrin derinliklerine doğru kaybetmeye başladık ama işte bu yazıdaki bütün fotoğraflar, Kızılay'da açılan Coffee Lab'a ilk kez gittiğimiz gün, bütün yumuşaklığıyla vuran güzel bir güz ışığı altında çekildi. 

COFFEE TALK #3: BİR TOZ BULUTU İÇİNDE

13:31

Psikoloji okuyor olmanın pratikte bana en büyük faydası kendi savunma mekanizmalarımı keşfetmek oldu. Sanırım. Bir mücadele vermemin gerektiği durumlarda kendimi takip ediyordum sürekli, nasıl bir tepki verme düzenim olduğunu da anlamaya çalışıyordum uzunca bir süre. Beni çok çabuk sinirlendiren şeyleri yavaş yavaş gözlemlemeye başladım içimde; Çoğu zayıflıktı, bir kısmı haklılık payımın olabileceği şeylerdi, ama öyle ya da böyle bugüne kadar sürükleyerek getirdim kendimi.

Bir noktadan sonra her şeyi rasyonalize etmenin, her şeye mantıklı bir açıklamaya bulmaya çalışmanın beni rahatlattığını fark ettim, aynı anda bu durumu suistimal ettiğimi de. Hatta bütün hayatım boyunca bu döngüde nefes almaya devam etmeye başlamış bile olabilirdim bana göre: Sorusu gelmeden cevabını bul. Bu kadar basit. Bir ömür yetecek kadar rahatlatıcı, basit bir formül.

Gelin görün ki, işte tam da bu zamanlar, yani 2015 yılının Ekim'i kapıya yeni yeni vururken ve sonbahar ekinoksu geçeli çok da uzun bir vakit olmamışken, bu konuda tam anlamıyla çuvalladım.

Tam olarak ne bekliyordum bilmiyorum. Ama bendeki yöntem işlemiyordu. Her şeyi deniyor ama açıklayamıyordum, sosyal mübadele kuramından girmiş, evrimsel psikolojiden çıkmıştım; bir yandan bilinçli bilişsel süreçlerimin sorgulayacağı davranışlarda bulunuyordum belki, yine de sürekli mutluydum. Bir noktada yöntemim patlamıştı, artık iş göremiyordu, Steven Pinker da halt yesindi. Kendi kendime bütün bunları nörotransmitter aktivitesine bağlamamı tavsiye ediyordum içten içe; öyle ya, bize bu şekilde öğretilmişti. Ama olmuyordu, 95.8 Max Fm'de Paul Carrack'ın When You Walk in the Room'u çalmaya başlarken alt geçitten geçince insanın aklına serotonin salgıladığı filan gelmiyordu, sadece mutlu oluyordun işte, bu kadardı. Elimi camdan çıkartıp rüzgarı hissetmek istiyordum, daha da fazlası gerekmiyordu. Hayatımda ilk defa Dolunay'ı suçluyor ve galaksi mahkemesince haksız bulunuyordum.

Sanki kendi beynimde daha önce üzerine çok da düşünmediğim, yepyeni bir yer keşfetmiş gibiydim: Benim gibi duygu ifadelerinden fersah fersah uzak olan bir insanın içinden anlamsız gülümsemeler ve garip özlemeler çıkmaya başlamıştı, en çok buna hayret ediyordum. Milky Way'in doğrudan bir müdahalesi ile güneşin güzel ışığı her yerdeydi ve aynı anda hiçbir yerdeydi (ve ben de buna alışmak zorundaydım), yollar hem uzun hem kısaydı, zaman zaten kendince eğilip bükülüyordu; ben ise şaşkın şaşkın öylece etrafa bakıyordum. Ayakkabılarımı çıkarmış ve bacaklarımı uzatmıştım; daha uzun süreler orada gibiydim; henüz pek acelem de yoktu. Kafamdaki bu toz bulutunun kalkmasını seve seve bekleyebilirdim.

Havalar biraz serinlemişken dingin bir akşam yürüyüşüne kim hayır diyebilirdi?