GİTTİM VE GÖRDÜM: 95.8 MAX FM

13:45


Uzun zamandır atmak istediğim bir başlıktı bu, "Gittim ve Gördüm: Max FM". Nereden başlasam bilemediğim, toplamda 390 fotoğraf/video arasından 20 tanesini zar zor seçebildiğim ama daha başında çok uzun olacağı belli olan bu yazıya hoşgeldiniz. Bugün, sizi Ankara'nın gözbebeği olan bir radyo ve stüdyosuna götürüyorum. Hadi başlayalım.


Bilmeyenler için Max FM stüdyoları, Ankara, Tunalı'da yer alıyor. Tam olarak Havuzlu Sokak'ta. Pek çok erteleme nedeninden sonra (patlayan bombalar, bomba alarmları, sağlık problemleri derken) bir cumartesi günü son anda haberleşip radyonun en sakin olduğu zamanı da yakalamış olup gittik. Girişin tam olarak nerede olduğunu çözmeye çalışırken herkesin en bir sevdiği Nur Şentürk tarafından içeri alındık ve işte, her şey bu şekilde başlamış oldu. Sanki evimizdeymiş gibi hissettirilip radyo mutfağına alındık ve dekorasyonun her bir ayrıntısını keşfetmemiz de böyle başladı. Buraya gelmeden önce radyo direktörü Melisa (Kalafatoğlu) hanım ile ufak bir konuşmamız olmuştu ve bana radyoyu muhtemelen beklediğimden çok daha güzel bulacağımı söylemişti ama bu kadar olacağını da tahmin etmemiştim. Radyo deyince aklıma basık, dar stüdyolar ve karanlık bir ortam geldiği için böyle bir iç tasarım karşısında epey şaşırdım.


Radyonun içerisinde sürekli radyo yayının olduğunu zaten tahmin edersiniz ama sürekli radyodan dinlediğimiz sesi canlı canlı dinlemek kadar hoş bir duygu yoktur sanırım. Arada radyodaki Nur'un konuşması ile yanımızdaki Nur'un konuşması birbirine karışıyor, galiba en sevdiğim anlardan biri. Bu sırada radyonun nefis kütüphanesini kurcalamaya çoktan başlamışız. Yukarıda mutfağı görüyorsunuz, altta da hemen radyonun girişinde solda kalan oturma salonunu.


Çok uzun zamandır merak ettiğim ve kimisi çocukça bile olabilecek sorularımın hepsini Nur Şentürk tek tek sabırla cevapladı. Röportaj gibi olmadığı ve kaydetmediğim için direkt cevaplarını ne yazık ki veremeyeceğim ama cidden, geceleri radyoda neler olduğunu hiç merak etmemiş miydiniz mesela? Akşam bir saatten sonra otomasyon sistemi devreye giriyormuş. Tamam, peki ya gece yayında bir sorun olursa ne olacak? Radyo yayınında herhangi bir aksaklık olması durumunda e-mail alert sistemi devreye giriyormuş, 7 gün 24 saat aktif bir durummuş bu. O an ofiste kimse yok ise uzaktan müdahale sistemi ile yaşanan sorun çözülmeye başlanıyormuş, buna benzer pek çok donanım da kullanıyorlarmış aynı zamanda. Peki hiç böyle bir sorun olmuş mu? Bir keresinde sık sık elektrik kesintisi olduğu için ana stüdyonun jenaratörü bozulmuş ve kablolar yanmış, ardından hemen yedek stüdyoya (production room) geçmişler, birkaç gün içerisinde de sorun giderilmiş. Peki ya şarkı keşfetme süreci? Melisa hanım bu süreci şu şekilde açıklıyor:

Bu bizim tutkuyla yaptığımız bir şey. Max Fm’in en önemli özelliklerinden bir tanesi, son 50 yılın en güzel şarkılarını bir araya getirmekle kalmayıp bugün piyasaya sürülmüş bir şarkıyı da anında radyoda duyabilmeniz. Hit müziğin peşinde değildir, Max Fm belirlediği tarzın, kalitenin ve insanın ruhunun iliklerini müzikle canlandırmanın peşindedir. 
60lar, 70ler, 80ler, 90lar, 00ler, 10lar dan ve alternatif, country, pop, rock, singer/songwriter, folk, indie, etc. ve bunların alt kategorilerinden şarkıları bir araya getirmek için çok özel sıralamalar geliştirmiştir bu radyo, bu kadar çeşidi birbirine uydurmak hiç kolay değildi. Ama bu bizim vizyonumuz ve bunu tutkuyla gerçekleştiririz.  
Dünyanın her yerinde cuma günü yeni müzik piyasaya sürülür. Bu yazdan beri bu böyle, bundan önce salı günleriydi, new music (single/album) release date. Cuma yeni müzikler gelir gelmez uygun kategoriler dinlenir ve özenle seçim yapılır. Seçilen şarkılar yayına alınmak üzere sıraya girer, yayına yeni giren ve yayında olan şarkılar içinde çok özel bir akış belirlenmiştir ve bu şekilde uygulanır. 


Hazır yakalamışken yerel bir radyo olmalarını düşünerek aylık dinlenme sayılarını soruyorum. Türkiye'deki reyting ölçer cihazların güvenilir bir sonuç verdiğine inanmayıp bilinçli bir tercihte bulunuyorlar ve erişimlerinden, kitle düzeyleri ve kitle genişliğinden hiçbir şüpheleri yok. Bunu da gerek sosyal platformlar, gerek uygulamalar ve internet sitelerindeki dinleyici geri dönüşünden net bir şekilde anlayabiliyorlar. Radyodaki bu bilinçlilik, işin gerçekten sevilerek yapıldığını size fazlasıyla hissettiriyor (ki dinleyici kitlesi için bunu hissetmek hiç de zor değildir diye düşünüyorum). Bunları kahvemizi içerken konuştuğumuz yer ise hemen aşağıda, mutfakta gördüğünüz masalar. Her bir köşesini sonsuz kere çekip en sonunda zorla çıktığım bir yer.


Bu kadar oturmak yeter diyerek sizi biraz yerinizden kaldırayım ve yukarıda bahsettiğim prodüksiyon odasının (ama acil durumlarda yedek stüdyo olarak da hizmet verebilen bir yer burası) içerisine şöyle bir göz atalım şimdi. Radyo gezisi henüz başlıyor aslında.


Bu odada reklam spotu, jingle, sweeper, promo, aklımıza ne gelirse onun prodüksiyonu yapılıyormuş.

İçeriye biraz daha bakalım...


Biraz daha...


Buranın girişinde şöyle çok güzel bir "RECORD" tabelası var, ki ben bunu çekene kadar on farklı ışık/perde kombinasyonu oluşturan djimize ne kadar teşekkür etsem az. 


Bir de şöyle güzel bir ayrıntı var:


Prodüksiyon odası karşıdan şu şekilde görünüyor, burada kapısı kapalı olan yerin içerisini gördünüz az önce:


Burada ışıkları yanan odada pek çok televizyon var ve haber takipleri genelde buradan yapılıyor. O odayı da ayrıntılı olarak bu yazının altına koyacağım video ile görebilirsiniz. 

Bu odanın hemen sağ tarafında ise, tam anlamıyla radyonun "beyni" var. İçerisi özel olarak soğutulmuş ve kapıları tabii ki kuvvetlice kilitli. Müziklerin büyük kısmı burada saklanıyor, otomasyon sistemi de burada, her şey burada.


Sizi daha fazla gizli saklı yerlerde dolaştırmayıp ana stüdyoya getireyim, ki Nur Şentürk burayı açarken "işte burası da bizim mabedimiz" demişti. Kendisini mabedinde gizlice yakaladığım bu fotoğrafı ise ben çok sevdim:


İçerisi ise tam olarak şu şekilde:


Hava durumu bilgisine dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama biraz daha yakından bakalım:


Buradan tam karşıya baktığınız zaman ise bu yazının en başındaki ON AIR yazısı yansımalarını görüyorsunuz.

Bir de ayrıntının ayrıntısı...


(Bu arada ben bu yazıyı yazarken Max FM'de My Heart Will Go On çalmaya başlaması da işitsel bir güzellik olarak kalsın burada.)

Sanırım bir radyo gezisini en güzel ve farklı yapan şey, aslında sizin hissiyatınızı da kontrol eden bir yere gelmiş olmanız. Arabada giderken radyonun etkisine kendinizi kaptırıp uzaklara gitme isteği duymanızı sağlayan yere gelmek insanda tarifsiz hisler uyandırıyor. Benim bütün bu fotoğraflar arasında en favorim ise Nur Şentürk'ün, en sevdiğimiz dj'in kendisine has, ait olduğu yerdeki fotoğrafı oldu: 


Pek çok eksikliklerin, unutulmuşlukların olduğunu biliyorum ama Max FM, şimdiye kadar en sevdiğim Gittim ve Gördüm oldu. Şimdi kısacık fotoğraflardan da konuşmak istiyorum. Kahvelerinizi yudumlamaya devam edin.


Bu yazıdaki fotoğrafların sanırım en önemli özelliği, kontrastın yüksek olması oldu. Makine ayarlarında da, ardından yaptığım kısa editleme işleminde de kontrastın biraz fazla olmasının fotoğraflara yakıştığını düşündüm. Bazı fotoğraflarda ışığın pek çok yerden harsh bir şekilde gelmesi beni zorladı, ama toparlanmayacak bir şey olmadığını düşünüyorum; siz ne düşünüyorsunuz, lütfen yazın. Onun dışında bütün fotoğrafları ve videoları her zamanki gibi Sony A6000, 16-50mm ve 50mm f 1.8 ile, sabit ISO'da (200) çektim. Çok fazla fotoğraf olduğu için minimuma indirebilmek için en geniş açıları almak zorunda kaldım çoğu zaman, umarım sizin için de sorun olmamıştır. 

Video ile bitirmeden önce sağladığı sınırsız rahatlık ve misafirperverlik yüzünden Nur Şentürk'e sonsuz teşekkürler. Ardından Melisa Kalafatoğlu'na da ta yurtdışından bizim için bu buluşmayı ayarladığı ve ardından radyo hakkında daha detaylı bilgiler verdiği için çok teşekkürler. Son olarak bir de yol arkadaşıma teşekkür etmek istiyorum. 


Bir sonraki yazıda görüşünceye dek, hoşçakalın!

06 KAHVE GÜNLERİ: HIZLI NOTLAR

13:42


Bu sene Cermodern'de yapılan 06 Kahve Günleri'ne gittik, hızlıca bir bakındık ve yeterince hayalkırıklığından sonra çok fazla durmadan da çıktık. Ankara'daki çoğu üçüncü dalga kahveciyi içeride göremedim, gelenler de en azından kahve ikram etmek konusunda ketumlardı, yine bir kahve gününde Starbucks Reserve kuyruğunu görmek bende ufak bir bıkkınlık hissi yarattı. Ufacık bir alana o kadar kalabalığı sığdırıp, içerisine neredeyse toplamda 10 kahveciyi sıkıştırmak da organizasyon felaketi gibiydi: İnanır mısınız kahve içemeden çıktık sonunda. Ankara'da kahve günleri yapılmasına benim kadar kimse sevinmemiştir sanırım, ama dışarıda 150 liraya satılan Chemex'in 275 liraya satıldığını gördükten sonra (ki yanlış duyduğumu düşünüp ısrarla 175 mi diye sormuştum) bir dakika daha durmak istemediğim, başta da dediğim gibi kocaman bir hayalkırıklığı oldu bu da.


Blogda her zaman güzel şeyleri mi yazacağım, biraz da bunlardan bahsedeyim diyerek kapatıp kaçayım hemen. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoşçakalın!

BÜTÜN EVREN DAHİL DEĞİL

13:46


+ Sevginin mahiyeti nedir?

- Hocam, görkemli supernovalar, tersine beyaz-delikler, bu pulsarlar, aynı zamanda şu korkunç kuasarlar benim içimde oluşuyor, sizce bu nedir?

Bazen insan sanırım kendi kendisinin tek derdi olabiliyor; kafasını kaldıramaz çünkü bazen insan, ağırlaşır ve içine dönüp öylece, bakıverir işte...

İçinde ne bulacağını hem bilerek hem de bilmeyerek bakıverir. Bazen, bütün varlık olduğu yerde sallanıyorken ya da aslında hiçbir şey olmuyorken... Dünya her zaman olduğu gibiyken bir anda korkup arkasına saklanmak isterim ama o beni yanında tutar: İşte böyle böyle yürümeyi yeniden öğrenirim.

İşte böyle böyle, aslında, her şeyi yeniden öğrenirim.

Gördüğüm hiçbir şeyde olmayan bir şeydi bu, oturduğum yerden sonsuza dek kalmak istememeyi içeriyordu. Bir de akşamüzeri Golden Hour'da Yerküre'nin 32E52 ve 39N56 enlemlerinde kalan son güneş ışıklarını bir insanın yüzünün en güzel noktasına dokundurmaya çalışmayı. Bu sıklıkla yaşadığım bir şey değildi ve o ağaçların arasında kalan son gölgeleri düşündükçe, gerçekten yaşanmış olduğunu da sanmıyordum. Bütün geç kalmaların mükellifi olarak ben, kendime kızıyor ama çok da pişman olamıyordum.

Bu güneş bir daha doğduğu zaman ben orada olmayacaktım ve muhtemelen o da zaten aynı güneş olmayacaktı.

Okuduğum kitaplarda olmayan bir şeydi bu, böyle şeylere ancak şarkılar yazabilirdiniz ya da en fazla iyice içlenip Bolu göllerine doğru yola çıkabilirdiniz. Ben yola çıkmamış ve şiir de yazamamıştım, adını koyamadığım her güzel duygu için bir ağacın gövdesine dokunmuştum. İşte böyle böyle, her şeyi olduğu gibi dokunmayı da yeniden öğreniyordum.

Galiba, bir zaman gözlemcisi gibi kenarında durmuş, uzaktan bakıyordum. Burada otururken bütün evrenin dahil olup benim dahil olmadığım tek şeyi bulmuştum. Şöyle bir şey olabilir mi diye düşünüyordum; bu kızmalar yeni, bunları tanımıyorum, -ama o son ışık huzmesini bir tek ben hatırlıyorum.