COFFEE TALK #7: HAYATIN İÇİNDEN

01:42


İş hayatına girdikten sonra genel olarak Türk insanında olan “salma eğilimi”ne ben de kapıldım ve blogu kendi haline bıraktım gittim. Ama döndüm. Dönmek önemli. Ben de döndüm. Yani umarım dönmüşümdür.

Sizi birkaç ay öncesine götüreyim.

Çalışmaya başlamadan önce kendime ve çevremdeki hemen herkese “ilk maaşımla yapacaklarım” sözü vermiştim. O zaman büyük umutlarım vardı ve muhtemelen ilk maaşın hiç bitmeyeceğini sanmıştım. Ya da ilk maaş o kadar uzak bir ihtimal gibi geliyordu ki ben de rahat rahat konuşabiliyordum. Sınırsız bir çek gibi olmasını hayal ettiğim ilk maaşımı hiç de hayallerimdeki gibi harcayamadım: Oysho’da rafları boşaltıp hemen peşinden Tefal’e uğrayıp son model buhar kazanlı ütü alamadım (ütü meselesi bambaşka bir hikayeydi ve bunun için 3 ay beklemem gerekmişti), MAC’deki paletleri alışveriş arabasıyla alıp bir yandan makyajımı yaptırırken öteki yandan LV çantamı deneyemedim…

Onun yerine izinli günlerimi pijamaların içinden çıkarsam ağlayacakmışım gibi hissederek ve haftaiçinin ütülerini yapmak için saatler harcayarak geçirdim.

İlk zamanlarda akşam saat 21.30’dan sonra salonda bayılma moduna girip direkt uyuyordum ve evdekiler de isyan etme noktasına gelmişti. Onlara göre bu iş bana göre değildi (bütün gün ofiste oturuyordum), çok yoruluyordum ve bünyem zayıflamaya başlamıştı (ilk zamanlarımda 1-2 kilo almıştım) ve hasta olsam bir daha iyileşemezdim (hastanede çalışıyordum?).

Zamanla uyku saatlerimi kendimle savaşarak önce saniye saniye, sonra dakika dakika ileriye çekmeyi başarmıştım ve bununla ciddi ciddi gurur duyuyordum: Artık gece 12’yi bile görebiliyordum??

İlk bir ay bir tane bile kitap bitiremeyince yaşadığım travma unutulmazdı. Bir gün gezerken nereden çıktıysa uzun zamandır Goodreads güncellemesi yapmadığımı fark etmiştim. Bu kabul edilemezdi. Instagram tamamdı, Twitter’ı zaten salmıştım, Facebook kullanmıyordum ama Goodreads…

Karşıma çıkan ilk Pazar günü bir “one-day reading challenge” yapmıştım. Hala okuyabiliyordum ve hala epey hızlıydım.

Goodreads profilim bir süreliğine güvendeydi ama o sırada yeni yıl gelmiş, yılboyu okumak için kitap hedefi koymamız gerekmişti. İnsanlar 50, 60 derken ben korkuyla kenara sinmiş, bekliyordum. İddialı olmak zordu. Bu iş bizden geçmişti...

İnsan uyum sağlayışı kolay bir canlıydı: İşe girdikten sonra bir hafta bile geçmeden insanlara iş teklifleri yapıyor, ikinci günümde mülakatlara giriyor, ikinci haftamda kendi kişilik envanterimin geçerlilik güvenilirlik çalışmalarını yapıyor, okuldayken nefret ettiğim SPSS’te hızla uzmanlaşıyordum. Bütün hastanelerde hızla psikolojik testler yapıyor, “bu insanların kuruma bağlılık seviyeleri niye bölgelere göre düşük çıkıyor ya://” diye analizlerle boğuşuyordum. Lisansta bir senede yazamadığım tezi, haftada iki kere yazıyordum. 

Bütün üniversite hayatımı bir ayda tekrar etmiştim ve durumu garipsemeye başlamıştım. Uygulama bambaşka bir şeydi.

İş hayatı yeni alışkanlıkların oluşmasına sebep olmuştu, bunlar arasında en sevdiğim cumartesi günü öğlen iş çıkışında sütlü kadayıf yemekti. Gerçekten. Dünyanın en güzel alışkanlığı olabilirdi.

Tamam itiraf ediyorum: Sütlü kadayıf için yaşıyordum. 

Bütün maaşım ona kurban olsundu.

Buralara yazmayalı bazı radikal değişiklikler de yaşamıştım: Bir süredir kahvecilerle değil kebapçılarla tanışıyordum. Bir bakıyordum Ekrem Usta'da tanınan biri olmuşum. Çayyolu'ndaki kafelerden Yenimahalle kebapçılarına uzanan bir kendini bulma serüveni yaşarken, 24 yaşıma girmiştim. Bu da başka bir hikaye olmuştu.

Ben 19 Ocakta doğmuşum. Ama nüfus cüzdanımda 20 yazıyor. Normalde doğumgünlerim pek kutlama tadında geçmez, sadece bir pasta alır ve ailecek yeriz. Ama bu sene bu durum bir karmaşaya yol açtı.

18 Ocakta babam ilk doğumgünü pastamı alarak sezonu açmış oldu. İçinden gelmiş ve erken kutlamak istemiş. Çok acayip mutlu oldum. 19'unda iş yerindekiler gerçek bir sürprizle kutlamış oldu ve hayatımda ilk defa bir doğumgünü etkinliğinin içinde buldum kendimi, yani daha önce hiç böyle bir organizasyon yapılmamıştı benim için. Şaşkınlıktan pastadaki mumlara üfleyemedim. Bu arada evet, ikinci pastam bu oldu.

Ayın 20'sine geldiğimiz zaman, bütün resmi yerlerde doğumgünüm o gün olarak geçtiği için, adeta bir mesaj ve mail yağmuruna tutuldum. 20'sinin akşamına doğru doğuımgünü kutlamaktan baygınlık geçirmek üzereydim. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım ama şunu söyleyebilirdim: 3 gün 3 gece doğumgünü kutlamak bıktırmıştı. Tamam artık 24 olabilirdim, yeter ki ayın 21'i olsun ve bu dram bitsindi.

Ayın 20'sinde yeni yaşım için kendime afiş bile yapmıştım. Olay Milli Bayram boyutuna doğru gidiyordu.


*

Bu arada işte 4. ayım olmadan Van'a gitmiştim ama bu, bambaşka bir gönderi için sakladığım bambaşka bir olay. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar (sanki çok az konuşmuşum gibi).

Görüşmek üzere!