İstanbul'da çok uzun zamandır ekmek yemiyordum çünkü ekmekler ekmek değil. Ekmekler ekmek gibi tatmıyor, kokmuyor, hissettirmiyor. Ekmeğin çiğnemesi bile ekmek gibi değil. Ekmekler artık anlayamadığım bir şey haline geldi; doyurmuyor, sadece yer tutuyor. Hiçbir yeme tatmini sağlamıyor, sadece yemek bir görevmiş gibi yeniliyor çoğu yerde. Canımın ekmek istediği zamanlarda, gerçek bir ekmeğe en yakın olan şey Fırın Anatolia'nın Karakılçık Ekmeği oluyor. İkinci sırada Nicel'in ekmeği, bu kadar. Bu iki ekmek olmayınca birkaç tane çubuk kraker atıştırıyorum bu isteğin geçmesi için. Bu sene canım ekmek yemek isteyince, daha doğrusu canım bir karbonhidrat yemek isteyince (doymak için, keyif almak için değil) Uzak Doğu'nun haşlanmış pirinçle yapılan kahvaltılıklarına gidiyorum (bol balzamik sirkeli, akan yumurtalı, frenk soğanlı ve çok az susamlı. Nefis!). Gidiyordum daha doğrusu.
Ama Münih'te Julius'un ekmeklerinden yiyene kadar.
Nasıl oldu biliyor musunuz, tarih öncesi bir ekmek yiyormuşum gibi keyifliydi. Bir ekmek nasıl böyle olabilir ya? Bir ekmekten nasıl kuru üzüm, kişniş, elma tadı, kokusu alınabilir? Ekmeğin aroması, kokusu, doyum hissi, yerken yaşadığın keyif, ekmeğin "kilo aldırıcı kültürel alışkanlık materyali"nden çıkıp doyuran, kilo aldıracak kadar istesen yiyemeyeceğin, yerken aklına kalori değeri bile gelmeyen, yerken ve yedikten sonra inanılmaz bir keyif alacağın, adeta kahveden tadılan notalar gibi unundan aromalar alabileceğin... bir kutsal yiyecek haline tekrar gelmesi... Ekmek Barışı. Evet evet, bu benim Ekmek Barışı'm. Zamanın, buğdayın, başakların arasında esen tatlı rüzgârların, sarı ovaların, damağımdaki, midemdeki, en önemlisi beynimdeki tokluk hissinin, fırınlardan yüzüme vuran sıcaklığının, ellerimdeki maya kokusunun, kışın camlardaki buğusunun... Hepsinin, hepsinin Barış'ı bu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder