KLİNİK PSİKOLOJİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, BELKİ YARINI

06:32


Psikoloji öğrencilerini çok severim: Muhtemelen her yaz toplanan Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongrelerinin de etkisiyle psikolog adaylarıyla vakit geçirmeye bayılıyorum. Hepimiz aynı geminin yolcusu olduğumuz için (ve bu gemi çok da iyi noktalara gitmediği için) birbirimize karşı doğal bir dert ortağı yaklaşımımız oluyor.

Geçtiğimiz günlerde hiç aklımda olmamasına rağmen İstanbul’da köklü bir okulda Klinik Psikoloji için yüksek lisans bilim sınavına girme şansım oldu. Uzun bir süre Örgüt’te çalışınca Klinik Psikoloji yüksek lisansı yapmak nasıl olur diye düşüne düşüne İstanbul yollarına düştüm, en azından bir Boğaz havası alıp gelmek benim için yeterli bir bahaneydi. Bilim sınavı deyince haliyle aklımda yazılı sınav imajı belirdiği için çantama 700 sayfalık bir Klinik Psikoloji kitabını attım, böylelikle genel bir tekrar yapacak olmama içten içe epey bir seviniyordum. Sabahın köründe okula varınca Ankara’dan tanıdıklarımı görünce çok fazla şaşırmadım. Kendi bölümümden, kendi sınıfımdan bir arkadaşım bile vardı. 10 kişi alınacakmış, toplamda 30 kişiyi bilim sınavına çağırmışlar. Bilim sınavı ama nasıl bir bilim sınavı…

İlk şok, bilim sınavının sadece mülakat olduğunu öğrenince oldu. İlginç. Yaklaşık bir senedir işe alımlarda yüzlerce mülakata girmiş biri olarak sadece mülakatla nasıl bir “bilim sınavı” ölçümü yapacaklarını merakla beklemeye başladım. İkinci şok da kendi mülakatımda oldu. İçeri girip kendimi kısaca tanıtmamı istediler. Harika. Tanıttım. Devamı şöyle:

Jüri1: Sen zaten çalışıyormuşsun, neden yüksek lisans istiyorsun ki?
Ben: İşte öyle böyle şöyle.
Jüri2: Zaten Ankara’da da yaşıyormuşsun.
Ben: Evet ama İstanbul’a gelmek istiyorum, bir engelim yo-
Jüri1: Ne çalışmak istiyordun tam olarak?
Ben: Travma üzerine çalışmayı düşünüyorum, lisansta da zaten otobiyografik bellek çalışm-
Jüri3: Not ortalaman nerede yazıyordu?
Ben: İşte transkriptimde şurada (gösterir)
Jüri3: Tamam başka bir şey açıklamana gerek yok teşekkürler.

Bitti.

Girdiğim gibi çıktım.

Bu bana ilginç geldi çünkü şimdiki yüksek lisansım için Hacettepe'de mülakata girdiğimde bana ciddi ciddi yetkinlik soruları sormuşlardı: "Motivasyon nedir, nasıl tanımlarsın? Örgütün içerisinde yetenekleri nasıl keşfedersin? Üniversitede çalışmanın sana şimdiki faydası ne olabilir?" gibi.

Yaklaşık 30 psikoloji öğrencisiyle aynı ortamda beklerken giren çıkan, selam veren vermeyen herkesle bir iki çift laf etme şansım oldu. İstanbul’da ilk defa bir mülakata girdiğim için hemen her üniversiteden birilerinin olmasına şaşırdım: Şehir, Arel, Boğaziçi, Ankara, Abant İzzet Baysal… Böylelikle bol bol sohbet ettik ve konuşma ilerledikçe daha da mutsuzlaştık, bildiğimiz hikayeler:

İstanbul Üniversitesinin kendi öğrencisi dışında öğrenci almaması. Ankara’nın yüksek lisans bile açmaması. Abant İzzet Baysal’ın iki senedir yüksek açmaması. Dokuz Eylül’ün 10 kişi alacağı Klinik Psikoloji mülakatına 260 kişinin girmesi ve mülakatın günler sürmesi. Bahçeşehir’in 51 bin olan ücreti. Başkent’in 30 bin lira olması. Özel okullarda Psikoloji yüksek lisansları için talep çok olduğundan burs verilmemesi. Burssuz ücretlerin de 40-50 bin lira arası değişmesi. Devlet üniversitelerinin git gide daha az yüksek lisans ve kontenjan açması. Açınca kendi öğrencilerine öncelik vermesi. Samsun OMÜ’nün giriş listelerinde en düşüğü 90 ortalaması olan özel okul mezunu öğrenciler.

Yeni mezunlar bunlardan şikayet ederken biraz eskiler (bilhassa benim dönemim) çelişkiler içerisinde kalmış vaziyette: Her sene ALES çalışıp yüksek lisans idealiyle mülakat mülakat gezip, bir yandan iş arayıp, ikisine de kavuşamayanlar. Beraber mezun olduğumuz arkadaşlara bakıyorum: Devlete ve iyi yere atananlar, kariyer beklentisi olmadığı için mutsuz. Ama ortalamaya göre yine de iyi durumdalar. Devlette sözleşmeli olarak çalışanların maaşı düşük, gelecekleri belirsiz. Özel eğitimde çalışanlarının maaşları, çoook daha düşük. Asgari ücret idealist arkadaşlarım için artık normalleşmiş durumda. Kimse yerinden kıpırdamaya cesaret edemiyor. Benim gibi ilerleyenlerde ise: Açıkçası tanıdığım kimse İK’da ilerlemeyi tercih etmedi. Ben de İK hakkındaki düşüncelerimi uzun uzun yazmıştım zaten. 

Peki nereye geliyoruz?

Bana sorarsanız bilhassa Klinik’in bitmişliğine. Okurken ve mezun olduktan sonra hiç Klinik düşünmediğim için durumun böyle olmasını beklemiyordum. 2016 mezunları daha yerleşememişken 2017’ler şimdiden şikayet ediyor. 2018 ise son hız yolda. Ben açıkça, bu mezunlar ne yapacak diye sormak istiyorum.  Sadece paranız varsa bile istediğiniz özel okulda yüksek lisans yapamıyorsunuz, her şart altında en iyi olacaksınız. Alınacak olan kişiler genelde belirlenmiş oluyor, peki bu geri kalanlardan kim sorumlu?

Psikolojinin bu ülkedeki altın çağında, yani lisede eşit ağırlıkçı olup hukuk değil de psikolojinin tercih edildiği zamanlarda tercih edip mezun olmuş herkese soruyorum, herkes aynı şeyi söylüyor: “Böyle olacağını tahmin edememiştik.” “Böyle olacağını bilseydim X tercih ederdim.” “Yüksek lisans bile işe yaramıyor ki psikoterapi yapmak için sertifika almak lazım.” “Dışarıdan eğitim almakla yüksek lisans aynı şey.”

Sonuç olarak üzücü. 

Lisans hayatı boyunca mutluluk teorilerini ve kendini gerçekleştirmeyi öğrenmeye çalışan psikolog adaylarının mezuniyet sonrası tatminsizlikleri, kolay kolay atlatılabilecek cinsten değil.

Şimdilik bu kadar,

Görüşmek üzere.

22.03.2018 tarihli not: Sonrasında gelen mesajlara dönüş yapmak için güncelleme yapmak istedim: Burada bahsettiğim programa kabul edildim ve şu an devam ediyorum. Sevgiler! :)

YAZ GELİNCE

02:02


Son zamanlarda sürekli aklıma gelen ve özlediğim bir yaz anısı var. Bunun için anı demek doğru olur mu bilmiyorum çünkü her yaz olurdu:

Zonguldaktayız. Bütün gün iş yapılmış, sıklıkla terlenip üst değiştirilmiş. Akşam olunca yine bir yemek yemişiz ve üzerine çay içiyoruz. Bulaşıklar kalkmış ama annemle çay bardaklarını kimin yıkayacağı üzerine olan sessiz anlaşmamız hala duruyor: Yemek bulaşıklarını ben kaldırırsam, çay bardaklarını annem yıkar. Dedem yaşıyor, her zaman olduğu gibi son ses açmış olduğu televizyonun karşısına oturmuş. Akşamları antenli televizyonlarda bir kanalda muhakkak eski Türk filmlerinden biri oluyor. Dedem sürekli Karadeniz türküleri olan kanalları seyrederdi, onun dışındaysa sadece haber. Dedemden fırsat bulup Hababam Sınıfı'nı ya da Tosun Paşa'yı seyretmek için kumandayı ele geçirmeye çalışıyoruz.

Eski Türk filmlerini o şekilde kıyısından köşesinden yakalayabildiğimiz kadar seyretmek kadar keyifli bir şey yokmuş, şimdi anlıyorum.

*

Yaz gelince, özellikle son zamanlarda hayatımda bazı değişiklikler yapmaya karar verdim. Çünkü yazın gelişi bu sene beni çok hüzünlendirdi ve sadece özlem hissediyorum: Dedeme, babaanneme, tüm boş vakitlerime, günde bir kitap bitirmelerime ve bazen evde boş durmaktan sıkılmaya bile. Ancak hayat değişiyor, bu yüzden bahsetmiş olduğum değişikliklerde ciddiyim. Çocukluğumdan beri yaşadığım yaz kavramı, artık yok. Artık yazları da aralıksız bir şekilde çalışıyorum, henüz yıllık iznimi hak etmediğim için iznim de yok ve her sabah uyanma saatim tam olarak 07:11.

Bu, yeni yıl dilekleri gibi bir şey değil, tam anlamıyla karar gibi karar. Şimdi size biraz onlardan bahsetmek istiyorum.

Hayatımdaki boşlukları hiçbir zaman alışveriş yaparak doldurmaya çalışmadım ama böyle yapan kadınları anlayabiliyorum artık. İşe başladığımdan beri küçüklü büyüklü para biriktirmeye çalışıyorum kendimce ve ilk defa geçtiğimiz ay gardrobumda şöyle bir-iki parçadan fazla değişiklik yaptım. Şu an ne zaman o kapağı açsam mutluluk duyuyorum, bildiğiniz harika bir hismiş.

-Yaz gelince artık evde olduğun zamanlarda olduğu gibi abi eskisi tişörtler giyemeyeceksin, bu yüzden:

K1. Arada bir çılgınlar gibi alışveriş yap.
K2. Bu, çooook arada bir olsun.

İşe girdikten sonra kilo alangiller tayfasına katılalı çok olmamışken geçtiğimiz günlerde hastanenin diyetisyenine gittim, bu bir ilkti. Korku dolu çeşitli ölçümlerden sonra kendimi bir anda elimde malum listeyle buluverdim. 3 yemek kaşığı chia tohumlu yoğurtlardan, günde 3 litre sulara uzanan müthiş tatsız bir liste. Tamı tamına 3 sayfa ve bana 2 haftada 3 kilo vermeyi vadediyor. İlk haftası henüz geçmişken ve geriye sadece 1 hafta kalmışken diyetisyen N.'nin korkusu şimdiden başladı.

-Yaz gelince artık çoğu akşam anne ve babanla akşam yürüyüşü yapamayacaksın. O yüzden artık senin dikkat etmen gerekiyor:

K3. Hedef kilona zayıflayana kadar kendini ödüllendiriyormuşçasına tek bir parça kıyafet bile alma.
K4. Bu ilk maddeye o çok sevdiğin deri çantalar dahil değil.

Zaman değişiyor ve değişmeye devam edecek, bu sürede kendime ait şeyleri kaybetmekten ya da günlük hayatın stresine kapılıp kendimden uzaklaşmaktan korktuğumu fark ettim. Etrafımda duyduğum hikayelerin tamamı birer korku senaryosu: İşe girdikten sonra hobilerine vakit ayıramayanlar ve bırakanlar, hele bir de evlendikten sonra kendini ev işine kaptıranlar, hele hele bir de çocuk yaptıktan sonra hayattan tek beklentisi biraz daha uyumak olanlar...

-Yaz gelince artık eskisi gibi kendine vakit ayıramayacaksın, ama;

K5: İçinde bulunduğun şartlar nasıl olursa olsun her zaman kendin için bir şeyler yapmaya devam et. Çünkü herkes gittiğinde, geriye sadece sen kalacaksın.
K6: 5. madde hayatının sonuna kadar geçerli olacağı için onu aşsan bile bu madde onu tekrarlamak için burada hep duruyor olacak. 6'ya uy.

Henüz daha erken ama biliyorum ki ben bu yazıyı görüp "yazalı ne çabuk 2 sene olmuş" diyeceğim vakitler geldiğinde 30'uma 20'den çok daha yakın olacağım. Zamanla 40'lar da böyle olacak ve ben o günlerin gelmesini hevesle bekliyorum, şu bir gerçek ki: Kırışıklıklarımı şimdiden seviyorum.

-Yaz gelince, vücudunu her zamankinden çok dinlemen gerekecek,

K7: Çok su içmen gerekiyor, tahmin ettiğinden de çok içmen gerekiyor. Vücudunu susuz bıraktığın her an hücrelerin daha da küçülecek ve sen de daha küçüleceksin. Ama sen bunu sevmezsin biliyorum. Boyunun daha da kısalmasını isteyeceğini de hiç sanmıyorum.
K8: Berry Hibiscus içmek su içmeye dahil değil. Beni bu şekilde kandıramazsın.

Eskiden beri yapmayı rutin haline getirdiğim şeyleri yapamadığımda ya da basitçe hiç vakit bulamadığımda anlamsız bir huzursuzluk hissediyorum ama bu gerekli değil.

-Yaz gelince;

K9: Biraz dinlen, biraz kendini dinlendir.
K10: Rutinlerini değiştir, kendini değiştir, yeni şeyleri alışkanlık haline getir. Her zaman küçük zevkler bul kendine: Sim'in yabanmersinli dondurmasından yemek, her akşam Yunus Emre Fırınından eve yürümek, cumartesi iş çıkışı kendini ödüllendirme Berry'si, akşam üzeri bir deniz esintisi...

Şimdilik bu kadar hepsi.

*

Fotoğrafı geçtiğimiz yaz Zonguldak'taki Kapuz Plajında çekmiş, o sıralar bir şekilde düzenleyememiş, ardından mevsimi geçtiği ve sonbaharda da deniz fotoğrafı koymanın garip olacağı düşüncesiyle tam bir sene beklemiştim. Yaz gelince, garip takıntılarımı kenara koysam da güzel olabilirmiş. İşte bu da, 11. Karar.

GİTTİM VE GÖRDÜM: RUMİSU

07:34


Şubat ayında İstanbul’da çok sevdiğim bir yeri ziyaret ettim: Rumisu.

Çeşitli aksilikler peşi sıra geldi, en nihayetinde bu gezinin yazısını yazmak bugüne kaldı. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra çoğu ayrıntıyı unutmuşumdur diye kendi kendime hayıflanırken bir anda o gün oradaki sohbetimizin ses kaydını aldığımı hatırladım (arada bir temkinlilik yapmasam hayatı kendime zor edeceğim gerçekten). Yüzlerce fotoğrafı tekrar gözden geçirdim, düzenlemelerini yaptım, en sonunda ne kadar uzun bir yazı olacağını fark edip bir yerden başlamam gerektiğine kanaat getirdim. 

Çok hevesli, çok da heyecanlı bir şekilde nihayet, başlıyorum.


Rumisu, İstanbul’da doğup İstanbul’un ilham verici topraklarında gelişen küçük bir atölye (ya da butik tasarım markası). Pınar ve Deniz Yeğin kardeşler kendilerine has çizimleri ve göz alıcı renkleriyle, bakmaya doyamayacağınız şallar, fularlar ve sweatshirtler tasarlıyor (ve yaptıkları çeşitli işbirlikleriyle bu ürün çeşitliliğini arttırıyorlar). Rumisu’yu bu kadar özel yapan şey, baktığınız zaman her anlamda “güzel” olan şeyler üretmeleri: Çizimleri, renkleri ve kumaş seçimleri, birbirlerini olabilecek en dikkat çekici şekilde tamamlıyor.


Rumisu, (isminin oluşma şekliyle: Rumi ve Su. Rumi sevgileriyle Su isminin birleşmesinden oluşan, su gibi akıp giden, kulağa hoş gelen bir sözcük) başta da isimlerini söylediğim iki kız kardeşin ortak bir girişimi: Deniz Yeğin ve Pınar Yeğin. Deniz, küçük olan (üstteki fotoğraf). New York’ta 6 sene kadar yaşamış ve Pratt Institute’de moda tasarım okumuş. Ardından İtalya’da master yapmış ve geri dönüp Beymen’de çalışmaya başlamış. Beymen’de sevdiği işi yapamadığını fark ettikten sonra Rumisu, onun bir sonraki kapısı olmuş. Ablası Pınar ise Harvard’da ekonomi ve Wharton Business School’da finans okumuş, bir süre çalıştıktan sonra ailenin işlerinin bir kısmını yürütmek üzere İstanbul’a geri dönmüş. Bir süre sonra Rumisu’nun diğer desteği, içindeki tasarım yeteneğine ve hevesine dur diyemeyen abladan gelecekti.


Her zaman kendime ait bir girişimim olmasını istediğim ve bu süreçte alınabilecek risklere karşı bilgi sahibi olmak istediğim için Rumisu ekibine ilk sorum, “Şu an bulunduğunuz noktaya gelmek için ne gibi riskler aldınız?” sorusu oldu.


Başından beri amaçları, dijital ortamdaki çizimlerini aktarabilecekleri bir objenin olmasıymış. İşin en çok tasarım yönünü sevmişler. Ortaya çıkma amaçları da yine sadece tasarım etrafında dönüyor: Tasarımların elle tutulur olmasını sağlamak. Çizimlerini aktarabilecekleri her şeyi düşünmüşler ama ilk tercihleri, özellikle ipek üzerinde renklerin çok güzel görünmesinden kaynaklı olarak fular ve şallar olmuş. Sadece giyim üzerine moda tasarım yapmayı da düşünmüşler ama Deniz’in Beymen’deki tecrübelerinden yola çıkarak böyle bir şeye girdiklerinde işin içine tasarımdan çok daha farklı etkenler gireceğini bildikleri için vazgeçmişler. İlk üretimleri, çok sınırlı sayıda olmuş (tam sayıyı bilemiyorum ama 5 diye hatırlayasım var). Ne kadar satabileceklerini, ne kadar ilgi görebileceklerini kestirmek için en başta hep küçük küçük adımlar atmışlar.

"Bu açıdan bakınca, aslında biz hiç risk almadık, her şeyi sırasıyla yaptık" diyor Deniz.

Ardından ülke dışında birkaç fuara katılmışlar ve aslında ilk talepler yurtdışından gelmiş. Yavaş yavaş, fuar fuar daha tanınır daha aranır olmuşlar. Gitgide biraz daha fazla sayıda talep almışlar ama tasarımdan kalite kontrole kadar üretim dışındaki tüm süreçleri hep kendileri yürütmüşler.  Bu durum kendilerinin ne kadar titiz ve mükemmeliyetçi olduklarını görmek açısından faydalı olabilir. Verilen tüm siparişleri, kelimenin tam anlamıyla dikiş dikiş, renk renk kontrol ediyorlar.


Her zaman en çok karşılaştıkları sorun, tasarımlarını istedikleri şekilde üretebilecek bir yer bulamamak olmuş. Büyük şal/fular/eşarp markalarının üreticileri, yeni doğma sürecinde olan böyle bir markanın az sayıdaki üretim talebine karşılık vermek istememiş. Uzun arayışlar sonucunda bir yerle anlaşılmış ama genel olarak her üretim sürecinde benzer bir sorun yaşadıklarını söylüyorlar. Tasarımlarını istedikleri kalitede istedikleri kumaşlara basabilecek olan üreticiler onlarla küçük adetler için çalışmak istemiyorlar, küçük üreticilerde de kalite düşüşü yaşanıyor. İkili bu konuda aynı fikirde: Bir eşyanın üretim sürecinde kendi üstünüze düşenleri en iyi yaptıktan sonra çıkabilecek kritik hataların başkalarından kaynaklı olması ve bunu kontrol edememe can sıkıcı bir durum. Gerekli makineleri alıp kendi üretiminizi yapamaz mıydınız diye sorunca, bunu da çok düşünüp çok istediklerini, ancak çok maliyetli olacağını söylüyorlar. Küçük bir işletme için altından kalkılamayacak bir yatırım. Neticede üreticiler, çok büyük seri üretimler yapan firmalara oranla küçük birer işletme oldukları ve daha az kâr edebildikleri için bu tarz butik ve tasarım atölyelerinin işlerini istedikleri gibi geciktirme/erteleme güveni de buluyorlar kendilerinde.


Rumisu, esasında bir tasarım markası ve ilhamlarını kelimenin tam anlamıyla her şeyden alıyorlar. İlk zamanlarda fularların kenarlarında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşayan kadınların yaptıkları el emeği oyaları bile kullanmışlar. En dikkate değer taraflarından biri de hiç şüphesiz, renk seçimleri. Gördüğünüz zaman enerjisini direkt yansıtabileceğiniz renkler kullanıyorlar. Kültürün renk seçimleri ve beğenileri üzerindeki etkisi yadsınamaz ama Rumisu renklerini dünyanın tamamından alıyor. Bir renk, hiçbir zaman sadece bir renk olduğu için seçilmiyor. Bunu hissedebiliyorsunuz.

Bir fuların tasarımını tamamlama süreçleri, ikilinin kendilerine ait ayrı tasarımlar yapması, sonra bunları birleştirmeleri ve beraber renklendirmelerini kapsıyor. Birinizin yapıp diğerinin hiç beğenmediği bir tasarım oldu mu diyorum, gülüşüp yok diyorlar. Muhtemelen kız kardeşinizle iş yapmanın en güzel yanlarından birisi bu: Bazen konuşmaya bile ihtiyaç duymadan diğerinin ne istediğini anlamak ve neyi beğeneceğini zaten bilmek.




Çocukluk, iki kardeşin de beslendikleri en temel kaynaklardan biri. İkisinin de hayalinde hep bir çocuk kitabı tasarımı yapmak varmış. Bir cinsiyete ya da bir gruba değil, kendilerine dönükler tamamen.

Anlatacak, bahsedecek çok fazla şey var ama sizlere Rumisu'nun atölyesinden birkaç fotoğraf göstermek istiyorum. O sırada biraz dinlenip, soluklanırsınız.


Burada uzun süre vakit geçirip dilediğimce ortalığı karıştırmama rağmen (ev sahibelerimiz bu konuda çook misafirperver ve inanılmaz anlayışlıydı) şimdi fotoğraflara bakarken birkaç gün daha içeride durup, her şeyi tek tek inceleyerek hikayelerini duymak istediğimi fark ediyorum.


Şimdilik benim söyleyeceklerim bu kadar. 

Rumisu'nun tüm tasarımlarına detaylı olarak bakmak isterseniz (ki benim en favorim olan "Man & Technology" serisine mutlaka bakmalısınız), internet siteleri burada, TIK. 
Biraz daha  yakından baksam daha güzel olur derseniz de, TIK.  (Kendilerine benden selam söylemeyi unutmayın. :)

Bir sonraki Gittim ve Gördüm'de görüşmek üzere, hoşçakalın!



Meraklısı için dipnot: Bu yazıdaki fotoğraflarda Sony A6000, 50mm f.1.4 ve 16-55mm birlikte kullanıldı. Son zamanlarda blogda daha çok "dergi" görüntüsünü seviyorum, siz ne düşünüyorsunuz, lütfen yazın. Başka şeyleri de yazın. Hep yazın. :) 

Sevgiler...

GİTTİM VE (YENİDEN) GÖRDÜM: RADARTEPE

01:43


Uzun yıllardır Zonguldak'a gidip gelirim ama daha önce babaannem ve dedemin yaşadığı yerlere fotoğrafçı gözüyle bakmayı hiç denememiştim. İkisi de vefat ettikten sonra işte, bizim bir zamanlar ikinci yuva dediğimiz yer, burasıydı...


LENS DEVRİYESİ: HELIOS 58MM F.2

06:18


Uzunca bir süredir yeni makine almaya gözlerimi dikmiş, son 1.5 senedir piyasaya çıkan tüm aynasız makineleri en baştan tek tek incelemiştim. DSLR istemiyordum, aynasızlarda ise gözüme çok marjinal farklılıklar gelmiyordu: Fujifilmlerde herkes kronik yavaşlamadan bahsediyorkem, Sony A'lar ise pahalıydı ve şarj performansları kötüydü. En sonunda kendi makinem olan A6000'e lens yatırımı yapmaya karar verdim ama bu sefer de Zeiss lenslerin pahalılığı beni bıktırdı. Sonuç olarak kendimi analog lenslere geçiş yaparken buldum.

Bu fotoğraflarda eskiden Zenit makinemde takılı olan ve eskilerin efsane lenslerinden biri olan Helios 58mm F.2 lens kullanıldı. Lensin keskinliği, verdiği alan derinliği ve bokeh, renk doygunluğu ve kullanım kolaylığı beni beklediğimden daha çok etkiledi. Lensin güneş ışığını yakalama biçiminden ise adeta büyülendim. Fotoğraf çekmek uzun zamandır bu kadar keyif vermemişti.

Geri kalan her şey için susup sözü fotoğraflara bırakmadan önce küçük bir not: Benim elimde hazır vardı ancak Helios lensin ikinci elleri 100-150 lira civarında. Fotga'nın M42-Nex adaptörü ise 3 dolardan başlıyor. Güzel bir alışveriş.

 
Bu lens için siz neler düşünüyorsunuz, lütfen yazın.

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere, hoşçakalın!

PODCAST: DİDİK DİDİK FREUD

23:31


Son zamanlarda çok sevdiğim bir şey var: "Didik Didik Freud".

Şenol Ayla ve Serol Teber, Freud'un tüm hayatını gerçekten yayının adına yakışacak şekilde didik didik ediyorlar. Doğumundan, gitti okullara, sevdiği şeylere, hayatına giren insanlara ve onlarla olan ilişkisine ve psikanalizin kendisine kadar...

Serol Teber'in yaşlı, hafif titrek ve her daim şömine başında torunlarına başından geçenleri anlatıyormuş edasıyla konuşması ve Şenol Ayla'nın neşeli konuşmaları... Serol Teber'in yer yer değişik telaffuzları, "Froyt"ları, "kerelerce"leri, "gerçekten büyük bir kapasite"leri... Yer yer oturup beraber dedikodu yapıyormuş gibi hissediyorsunuz: Anna O.'nun kimliği, Jung'un fazlaca Almanlığı...

İlk defa 2004 yılında Açık Radyo'da yayınlanmış, bir 10 sene sonra Serol Teber anısına olmak üzere tekrar aynı radyoda yayınlanmış, toplamda tam 26 hafta devam etmiş. Sonra da bu kayıtları podcast haline getirmişler. Uzun zamandır podcast dinliyor olmama rağmen bu programla yakın sayılabilecek bir vakitte karşılaşmış olmam üzücü. Ama artık bu ikisi, benim yürüyüş arkadaşım gibiler: Birkaç durak erken ineyim yürürken rahat rahat dinlerim, gece olsun hemen dinleyeyim, işten çıkayım hemen dinleyeyim...

Sadece Psikoloji öğrencilerinin değil, herkesin çok seveceğine eminim, küçük bir şans verin yeter.

Didik Didik Freud'un kayıt arşivi: TIK.
Didik Didik Freud, podcastler ve yayın transkriptleri: TIK.

LİSANS SONRASI: ENDÜSTRİ VE ÖRGÜT PSİKOLOJİSİ -1-

11:40


Blogu Psikoloji bloguna çevirmemek için ne kadar diretirsem direteyim, bölümü okuyanlardan o kadar çok mesaj ve yorum geliyor ki dönüp dolaşıp kendimi yine bir "Lisans Sonrası" yazısında buluyorum. Bu yazıda psikoloji öğrencilerinin pek düşünmediği bir alandan bahsedeceğim: Endüstri ve Örgüt Psikolojisi.

İnsan Kaynaklarında işe girdikten sonra Psikoloji okuyan öğrencilerden sürekli sorular alıyorum: Stajlar, iş imkanları, maaşlar... Öncelikle şunu söyleyeyim. İK'da olmak her gün elinizden (en iyi ihtimalle) yüzlerce CV geçmesi demek. Daha geçtiğimiz günlerde Ankara'da iki tane büyük okuldan mezun olmuş iki tane psikologla görüşme yaptım ve yine malum problemlerle karşılaştım: 

1. Psikoloji mezunu ne yapmak istediğinin farkında değil.
2. Psikoloji mezunu ne bildiğinin farkında değil.

Gördüğüm kadarıyla eğitim hayatımız bizde şöyle bir güdülenmeye sebep oluyor: "En mutlu olduğum yerde olmalıyım". Tatminimiz ortalamanın üstünde bile olsa, en iyi olmadığı sürece aklımızda şüpheler ve kafamızda soru işaretleri oluşuyor (çünkü bize okulda insanın en iyi olduğu ana ulaşması gerekliliği öğretiliyor: Kendini Gerçekleştirme). Bu tabii ki güzel bir şey, ama şöyle bir sorun var: Mezun olduğumuz gibi "en iyi" olabileceğimiz bir sistemde yetişmiyoruz. Kendini Gerçekleştirme ideali bizim için gecikmeli olarak gerçekleşebilecek bir ideal. Bana sorarsanız, dünyanın her yerinde bu şekilde. Ama bir hülyalar balonu içerisinde mezun olduğumuz zaman çok büyük bir hayalkırıklığı da yaşayabiliriz (ki genelde yaşıyoruz). Şu gerçeklerin farkına varmamız gerekiyor:

1.a. Gerçek: Kariyerinizin ilk yıllarını, sonrası için feda etmeniz gerekiyor.
1.b. Gerçek: Öylece durarak hiçbir yere varamazsınız.

Türkiye'de Psikoloji "kariyer"i yapmak kolay bir şey değil. Psikoloji mezunları için kariyer yolu çok da yok. Devlete atandığınız zaman, psikolog olarak devam ediyorsunuz. Çok çok nadiren bakanlıklarda uzman yardımcısı olarak başlayıp belki yavaş yavaş kıdem alarak uzmanlaşabiliyorsunuz ama bu kısım çok küçük. %90 ihtimalle, düz bir psikolog olarak başlayıp aynen o şekilde emekli oluyorsunuz. Yüksek lisans yapsanız dahi bu size çalışma alanında bir getiri vermiyor; "title", hep aynı. Bundan şikayetçi olmayanlar olabilir ama ben, yerinde durabilen insanlardan değilim pek.

Özel eğitimde çalışan büyük kısım için de aynısı geçerli. Tüm hayatınızı aynı isim altında sadece maaşınız biraz değişerek geçirmeyi istiyorsanız bu yazı zaten pek de size göre değil. 

Konuyu çok fazla dağıtmadan devam edeyim.

Devlette çalışmak isteyebilirsiniz ama artık o da eskisi gibi kolay değil. 85 üstü puanlar alan arkadaşlarım, Şubat ayı gelmesine rağmen hala atanamadı. Devlet açmıyor: Açınca da zaten üç dört kişi alıyor. Ceza ve Tevkifevlerinde (Maaşı iyi/İş tatmini kötü) çalışmak istemiyorsanız (bu sene 270 kişi alacaklar sanırım) geri kalan her yer için en az 85 puan almanız gerekiyor. 

Peki yeni mezunlar ne yapıyor? Bekliyor. Çoğunlukla devlet kadro açsın diye. Onun dışında? Özel eğitimlerde çalışılıyor. Ama istisnasız herkeste belirgin bir ne yapacağını bilememezlik durumu var. 

Buna önerim nedir: Farklı bir şeyler yapın. Sizi farklı kılacak bir yanınız olsun ki dikkat çekin. İçinde bulunduğunuz ortamda sizi farklılaştırabilecek her şeyi deneyin (Benim işe alım sürecimde "patronum" benim blogumu görünce şöyle düşünmüş: "Bu kız elindeki imkanları kullanıp farklı bir şeyler yapmak istiyor"). İş hayatı şimdi size uzak olabilir ama işin içine girince göreceksiniz: Hayatınız iş oluyor. İnsanların hayatı hep işte geçiyor. İş için bir şeyler yapın, sadece patolojik rahatsızlıkları olan hastaların size ihtiyacı yok, büyük bir çalışan kesim var ve onların da tahmin edemeyeceğiniz kadar sıkıntıları oluyor. Bu ülkede insanlar çok çalışıp az kazanıyor ve canları bir şeye sıkıldığı zaman paylaşma ihtimalleri yok, buna vakit bile bulamıyorlar. İçinizdeki "yardım" güdüsü sadece ağır psikopatolojiler için geçerli olmamalı. İnsanlar muhakkak kliniğinizde karşınızda oturup size sıkıntılarını anlatmamalı, yer yer siz de onların yanına gidip bir sıkıntıları olup olmadığını sorabilmelisiniz. Bizim hayalimizdeki Psikoloji, 1940'ların başında Viyana'daki Psikoloji. Ama Türkiye'de Psikolojinin durumu o zamanın Viyanası gibi değil. Maaşlar düşük, mezun sayısı her geçen gün artıyor ve istihdam düşüyor.

Biz, özellikle okullarda hocalarımızdan gördüğümüzü istiyoruz: Psikoloji üzerine rahat bir akademik hayat. Ama hocalarımız bizim şartlarımız altında hoca olmadılar, muhtemelen onların zamanında Psikoloji sıradan, mezun olunca karşılığı olmadığı için fazla tercih edilmeyen düşük puanlı bir bölümdü. Her üniversite mezununun yaşadığı mezuniyet krizini bence biz biraz daha ağır atlatıyoruz: Mezun olunca karşılaştığımız hayat bize gösterilenden çok farklı. Herkes yüksek lisans yapmak istiyor ve binlerce mezun var. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, yüksek lisansa girecek olanlar mezuniyet esnasında zaten çoktan belli oluyor. Ortalama/ALES/YDS'si yüksek olanlar ve mezun olduğu okula master için başvuru yapanlar yüzünden o yol kapanıyor. Sonrası nedir? Sonrası şu: "Ortalamam çok düşük ama yüksek lisans yapmak istiyorum, sence okulu uzatmaya değer mi?" soruları.

Ortalamanız yüksekse ama "en iyi" değilse bile okulu uzatmaya değmiyor çünkü yüksek lisans yapamayacaksanız, devlet istemiyorsanız ya da devlete giremiyorsanız, geriye sadece özel sektörde bir yer bulmak kalıyor. Peki özel sektörde akademik hayatın yeri nedir? Elbette var ama sizden daha tecrübeli biri geldiği zaman mezuniyetinizin çok anlamlı bir tarafı kalmıyor. Çünkü gerçekten, tecrübeli lisans mezunu ne yapacağını biliyorken tecrübesiz bir yüksek lisans mezunu bile ne yapacağını tam olarak bilemiyor. Hem yüksek lisans yapmış hem tecrübeli olan adaylar işin içine girince zaten bütün şansınız kayboluyor. Bu durumda hangi yolu tercih edeceğiniz size kalmış. Ama hangi yolu seçerseniz seçin, mezuniyetinizin ilk yıllarını çok çalışarak feda etmeniz gerekiyor. Kimse gökyüzünden size bir kariyer vermeyecek. Mantıken.

O halde çalışın. (Ben artık şakayla karışık şöyle diyorum: En azından sigortanız yatmaya başlar ve biraz daha erken emekli olursunuz. Hayat şartları...)

İkinci konu, psikoloji mezunlarının ne bildiğinin ya da bilgisinin kullanım alanlarının farkında olmaması.

İK için görüşülen yeni mezun psikologlar, "İK'da neler yapabilir, bize neler katabilirsiniz?" sorusuna cevap veremiyor. Gelenlerin tamamı, "klinik olmadığı için" gelenler. Uygulama alanı hakkında okullarda bize verilen eğitim çok kötü. Endüstri ve Örgüt Psikolojisi derslerimiz hiç işlenmiyor bile. 

Yeni mezunları sarsıp şöyle bir kendilerine getirmek istiyorum: İnsanın olduğu her yerde çalışabilirsiniz. Bir işe alım sürecinin her aşamasında bir şeyler yapabilirsiniz: Kişilik testleri yapıp aldığınız niyet mektuplarında kişilerin el yazısından grafolojik analizler yapabilirsiniz, onu geçtim kendi kişilik envanterinizi oluşturabilirsiniz ve bunun geçerlilik güvenilirlik çalışmasını da yapabilirsiniz, bütün çalışanlara çeşitli psikolojik testler uygulayabilir çalışan memnuniyetini arttırabilirsiniz, iş yerinde psikolojik eğitimler verebilir, bireysel terapiler ve grup terapileri yapabilirsiniz; mülakatlara girip psikolojik analizler de yapabilirsiniz. "Psikolojik sermaye ile örgütsel vatandaşlık davranışı"nı arttırmak için çabalayabilirsiniz (bu benim şu sıralar üzerine çalıştığım bir şey ama buyrun, fikri çalabilirsiniz). Elinizde tecrübe kazanmanız için hazır bekleyen bir örneklem var, daha ne olsun.

Sosyal bilimler derya deniz, her sosyal bilimin içinde psikolojiyle çalışabilecek bir ortak alan bulabilirsiniz. Çalışma ekonomisi, İşletme, İktisat, Hukuk... Bu alanlarda psikolog olarak çalışıp yine yüksek lisans yapılabilecek bir sürü altalan söz konusu (Örgütsel Davranış'ta yüksek lisans yapıyor olmak gibi. Başvuru koşullarından ilki, Psikoloji bölümü mezunu olmaktı). Amerika'da klinik psikologlar tüm psikologların sadece %10'unu oluşturuyor. Yine Amerika'da "işyeri psikoloğu" denilen bir kavram var. Bunları bilmiyoruz. Yüksek lisansa gerek kalmadan da psikolog olarak yapabileceğiniz pek çok meslek mevcut. Gerekli eğitimleri aldıktan sonra hiçbir şey sizin psikologluğunuza gölge düşürmüyor, bu konudan emin olabilirsiniz. Etiketlere ve isimlere takılmayın, kendinize en kısa yoldan bir Harvard Business Review alın ve içindeki psikoloji yazılarına şaşırın. 

Hiçbir şey, üzerinde sadece "X üniversitesinden şu sene mezun olmuş psikolog" CV'si kadar kötü görünmüyor, bundan emin olabilirsiniz. Dümdüz bir mezuniyet, hiçbirimize yakışmıyor. 

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.

Hoşçakalın!

*

Fotoğraf dipnotu: Üstteki fotoğraftaki "güneş sızıntısı"nı çok seviyorum, hatta o fotoğrafı koymaktaki tek amacım o olabilir. Bana annelerimizin analog fotoğraflarına bakınca yaşadığımız belli belirsiz hüzünlü mutluluğu hissettiriyor: Bir yaz akşamında günün son güneşi, evimizin mutfak masasına vuruyor. Umarım size de böyle bir şey hissettirmiştir. Sonuçta Jackie Higgins'in kitabının adında olduğu gibi: "Fotoğraf kusursuz olmak zorunda değildir".

GİTTİM VE GÖRDÜM: VAN

04:38


Geçtiğimiz günlerde iş dolayısıyla Van'a gittim. Ani bir giriş oldu ama önce kısa bir bilgi vereyim.

Kısa bilgi: Özel bir hastane grubunun İnsan Kaynakları biriminde İK ve Psikolog olarak çalışıyorum/Bu grubun Van'da da iki tane hastanesi var/Van'daki hastanelerde çalışan yaklaşık 600 personele eğitim vermek ve Sorumlu seviyesindeki yöneticilere bazı psikolojik testler uygulamak gerekiyor/Bu da benim işim oluyor.

Kısa bilgi bitti.

Bundan 5 ay kadar önce bana iş sebebiyle Van'a gideceğim söylenseydi tabii ki de inanamaz ve epey gülerdim. Gelin görün ki ben Batı'ya gitmek istedikçe kaderimin beni Doğu'ya sürüklediği de bir gerçek. Gitmeden önce bu gerçeği kabullenip (daha önce de başka bir kurum beni Suriye'de görevlendirmek istemişti) internetten Van'ı araştırmaya başladım ve çoğu yerde bu şehir için "Doğu'nun Paris'i" dendiğini okudum. Doğu vardı, Paris vardı, o halde ben de vardım??

Bir günlük bir gezi olacağını tahmin ettiğimiz için (Salı gidip Çarşamba dönmek şeklinde) yanıma tam iki parça kıyafet aldım ve yollara düştük.

Daha önce 4 sene kadar Mardin'de yaşadığımız ve o zamanlar Doğu'yu mütemadiyen gezdiğimiz için bu kültüre yabancı olmadığımı sanırdım. Ama Van, bambaşka bir tecrübeymiş. Hastane içerisinde hayatımın en güzel konaklamasını yaşadığım söylenebilir: Her bankoda çay ya da kahve ikram edildi, girdiğim her odada zorla yemek ısmarlanmaya çalışıldı, gezmeye gidiyorum dediğim zaman harçlığımın olup olmadığı bile soruldu. Herkes böyle sıcakkanlıyken siz de gevşiyor ve rahatlıyorsunuz ama dışarı çıktığınız zaman insanların garip bakışları sizi rahat bırakmıyor. İlk gittiğim gün, bir saat bile geçmemişken yöneticilerimizden biri oralı olmadığım çok belli olduğu için sokakta tek başıma gezmemem konusunda beni uyardı. Soğuk sebebiyle atkıyı burnuma kadar çekmiş halde gezerken rahattım ama dışarıda bir bakkala teşekkür ederken bile konuşmamdan oralı olmadığım anlaşılınca garip bakışlara maruz kaldım. Misafir değil, turist bile değil, tehdit gibi hissettiğim tek yer olabilir ve bu durum beni hayret ettirdi.

Çarşamba günü uçağa giderken yolda hava şartları yüzünden uçağımızın iptal olduğunu öğrenince ve en az bir gün daha kalmamız kesinleşince neden biraz gezmiyoruz ki dedik. Baştan söyleyeyim: Kar yüzünden Edremit'e gidemedik. Onun yerine Van Kalesi, Kedi Evi, Rus Pazarı, İran Çarşısı gibi yerleri dolaştık ama insan iki tane üstüyle beraber yeni bir şehri gezmeye çalışırken fotoğraf çekmek için çok da rahat olamıyormuş (ki ben bu konuda gayet arsız bir insanımdır).

Yukarıda gördüğünüz güzel kolye de direktörümle beraber en sevdiğimiz işlemeydi, Van Kedi Evinin hemen yanındaki antika pazarında satılıyor. Ermeni işçiliği ile yapılıyormuş ve fiyatları 700 liradan başlıyor. Van'da gördüğüm en estetik şey bu olabilir. Muhtemelen taktığınız zaman başınızda bir taç beliriyor ve kraliçeliğinizi ilan ediyorsunuz (hiç şaka sanmayın, böyle şeyler Van'da olabilir şeyler. Duyduğum kadarıyla zamanında bir aşiret ağası, göldeki adacıklardan birini karısına hediye etmiş. Biz de Ankara'da EGO otobüslerinde ezilmeden oradan oraya gitme telaşındayız. Hayaller, hayatlar...)

Kendisine ada hediye edilen biri değilseniz rica ediyorum çok da şeyyapmayın...

Van'da kar yüzünden bir gün daha kalmak bana yaradı ama giyecek kıyafetim kalmayınca akşam 8'de Maraş Caddesinde bir oraya bir buraya koşmak zorunda kaldım. Van'ın merkezi temel olarak Maraş ve Cumhuriyet Caddelerinden oluşuyor. Garip olan, buralarda Van'a özgü bir şey bulmanızın imkansız olması. Ara sokaklarda, gitmeden önce ününü çok duyduğum (ve yukarıda bahsettiğim) Mısır ve İran Çarşılarına gitme fırsatım oldu. İran Çarşısı, İran'dan kaçak gelen makyaj malzemelerinin satıldığı bir yer, dolayısıyla vergi olmayınca fiyatlar da dibe vuruyor. Aralarında çakma olan markalar da var ama kadınlar bilecektir, The Balm'lar Mac'ler hep orijinal bandrollü. Göz makyajı benim için yalnızca bir rimel anlamına geliyorken Ankara'daki arkadaşlarımın siparişiyle kendimi 6 tane maskara, 3 tane eyeliner ve bir sürü de far paleti alırken buldum. Bizi hep bu güzel far renkleriyle kandırıyorlar...

Van'ın merkezinde en güzel olan şeyler havası ve dağları. Havası çok temiz ve kuru, bir nefes alıyorsunuz dağ esintisi ciğerlerinize doluyor (ve kızlar, asla yağlanma olmadığı için makyajınız kesinlikle dağılmıyor). Ankara'dan giderken uçakla gördüğünüz manzaralar ise öyle kolay kolay hiçbir yerde göremeyeceğiniz güzellikte.  Binaların büyük kısmı depremle yıkılmış ve sonra yeniden yapılmış, kimisi de bomba ile patlatılmış. Karakolların etrafındaki büyük duvarları görmek ise insana gerçek bir üzüntü veriyor. Orada yaşayanlardan içerideki şiddet haberlerini dinlemek, psikolog olarak çoğunlukla bana düştü ama bunlar, yine de çok zor olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Onun dışında yazacak pek çok şey var ama kendimi Murat Belge gibi 4 ciltlik gezi kitabı serisi yazıyor bulmama ramak kaldığı için burada bitiriyorum. En yakın zamanda Van'a tekrar, bu sefer tek başıma gitmek ve güzel dağların fotoğrafını doya doya çekmek istiyorum.

Ve otlu peynir, seni çok seviyorum.

COFFEE TALK #7: HAYATIN İÇİNDEN

01:42


İş hayatına girdikten sonra genel olarak Türk insanında olan “salma eğilimi”ne ben de kapıldım ve blogu kendi haline bıraktım gittim. Ama döndüm. Dönmek önemli. Ben de döndüm. Yani umarım dönmüşümdür.

Sizi birkaç ay öncesine götüreyim.

Çalışmaya başlamadan önce kendime ve çevremdeki hemen herkese “ilk maaşımla yapacaklarım” sözü vermiştim. O zaman büyük umutlarım vardı ve muhtemelen ilk maaşın hiç bitmeyeceğini sanmıştım. Ya da ilk maaş o kadar uzak bir ihtimal gibi geliyordu ki ben de rahat rahat konuşabiliyordum. Sınırsız bir çek gibi olmasını hayal ettiğim ilk maaşımı hiç de hayallerimdeki gibi harcayamadım: Oysho’da rafları boşaltıp hemen peşinden Tefal’e uğrayıp son model buhar kazanlı ütü alamadım (ütü meselesi bambaşka bir hikayeydi ve bunun için 3 ay beklemem gerekmişti), MAC’deki paletleri alışveriş arabasıyla alıp bir yandan makyajımı yaptırırken öteki yandan LV çantamı deneyemedim…

Onun yerine izinli günlerimi pijamaların içinden çıkarsam ağlayacakmışım gibi hissederek ve haftaiçinin ütülerini yapmak için saatler harcayarak geçirdim.

İlk zamanlarda akşam saat 21.30’dan sonra salonda bayılma moduna girip direkt uyuyordum ve evdekiler de isyan etme noktasına gelmişti. Onlara göre bu iş bana göre değildi (bütün gün ofiste oturuyordum), çok yoruluyordum ve bünyem zayıflamaya başlamıştı (ilk zamanlarımda 1-2 kilo almıştım) ve hasta olsam bir daha iyileşemezdim (hastanede çalışıyordum?).

Zamanla uyku saatlerimi kendimle savaşarak önce saniye saniye, sonra dakika dakika ileriye çekmeyi başarmıştım ve bununla ciddi ciddi gurur duyuyordum: Artık gece 12’yi bile görebiliyordum??

İlk bir ay bir tane bile kitap bitiremeyince yaşadığım travma unutulmazdı. Bir gün gezerken nereden çıktıysa uzun zamandır Goodreads güncellemesi yapmadığımı fark etmiştim. Bu kabul edilemezdi. Instagram tamamdı, Twitter’ı zaten salmıştım, Facebook kullanmıyordum ama Goodreads…

Karşıma çıkan ilk Pazar günü bir “one-day reading challenge” yapmıştım. Hala okuyabiliyordum ve hala epey hızlıydım.

Goodreads profilim bir süreliğine güvendeydi ama o sırada yeni yıl gelmiş, yılboyu okumak için kitap hedefi koymamız gerekmişti. İnsanlar 50, 60 derken ben korkuyla kenara sinmiş, bekliyordum. İddialı olmak zordu. Bu iş bizden geçmişti...

İnsan uyum sağlayışı kolay bir canlıydı: İşe girdikten sonra bir hafta bile geçmeden insanlara iş teklifleri yapıyor, ikinci günümde mülakatlara giriyor, ikinci haftamda kendi kişilik envanterimin geçerlilik güvenilirlik çalışmalarını yapıyor, okuldayken nefret ettiğim SPSS’te hızla uzmanlaşıyordum. Bütün hastanelerde hızla psikolojik testler yapıyor, “bu insanların kuruma bağlılık seviyeleri niye bölgelere göre düşük çıkıyor ya://” diye analizlerle boğuşuyordum. Lisansta bir senede yazamadığım tezi, haftada iki kere yazıyordum. 

Bütün üniversite hayatımı bir ayda tekrar etmiştim ve durumu garipsemeye başlamıştım. Uygulama bambaşka bir şeydi.

İş hayatı yeni alışkanlıkların oluşmasına sebep olmuştu, bunlar arasında en sevdiğim cumartesi günü öğlen iş çıkışında sütlü kadayıf yemekti. Gerçekten. Dünyanın en güzel alışkanlığı olabilirdi.

Tamam itiraf ediyorum: Sütlü kadayıf için yaşıyordum. 

Bütün maaşım ona kurban olsundu.

Buralara yazmayalı bazı radikal değişiklikler de yaşamıştım: Bir süredir kahvecilerle değil kebapçılarla tanışıyordum. Bir bakıyordum Ekrem Usta'da tanınan biri olmuşum. Çayyolu'ndaki kafelerden Yenimahalle kebapçılarına uzanan bir kendini bulma serüveni yaşarken, 24 yaşıma girmiştim. Bu da başka bir hikaye olmuştu.

Ben 19 Ocakta doğmuşum. Ama nüfus cüzdanımda 20 yazıyor. Normalde doğumgünlerim pek kutlama tadında geçmez, sadece bir pasta alır ve ailecek yeriz. Ama bu sene bu durum bir karmaşaya yol açtı.

18 Ocakta babam ilk doğumgünü pastamı alarak sezonu açmış oldu. İçinden gelmiş ve erken kutlamak istemiş. Çok acayip mutlu oldum. 19'unda iş yerindekiler gerçek bir sürprizle kutlamış oldu ve hayatımda ilk defa bir doğumgünü etkinliğinin içinde buldum kendimi, yani daha önce hiç böyle bir organizasyon yapılmamıştı benim için. Şaşkınlıktan pastadaki mumlara üfleyemedim. Bu arada evet, ikinci pastam bu oldu.

Ayın 20'sine geldiğimiz zaman, bütün resmi yerlerde doğumgünüm o gün olarak geçtiği için, adeta bir mesaj ve mail yağmuruna tutuldum. 20'sinin akşamına doğru doğuımgünü kutlamaktan baygınlık geçirmek üzereydim. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım ama şunu söyleyebilirdim: 3 gün 3 gece doğumgünü kutlamak bıktırmıştı. Tamam artık 24 olabilirdim, yeter ki ayın 21'i olsun ve bu dram bitsindi.

Ayın 20'sinde yeni yaşım için kendime afiş bile yapmıştım. Olay Milli Bayram boyutuna doğru gidiyordu.


*

Bu arada işte 4. ayım olmadan Van'a gitmiştim ama bu, bambaşka bir gönderi için sakladığım bambaşka bir olay. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar (sanki çok az konuşmuşum gibi).

Görüşmek üzere!