PANKEK BAR

03:50

Pankeklerin piştiği ocağın çelik mi taş mı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum ama bu mesafeden biraz zor. Üzerinde çizikler var gibi ancak aynı zamanda üzerine dökülen yağ güzel kayıyor ve pankekler çok fazla yapışmıyor. Günde 400 tane pankek yapıldığına dair simli bir sticker barın üstünde gururla pırıldıyor. Böyle bir sirkülasyonda devam edebiliyorsa ocağın çelik olacağını düşünüyorum ama siyah taşımsı bir dokusu da var. Garson geldiğinde bizim masamızdan bir miks pankek bir de Fransız tost siparişi alıyor. Fransız tostu benim için fazla soslu. Pankek ise yine benim için fazla meyveli ama nedensiz bir ihtiyaç duyuyorum. Fransız tostunun üzerindeki muzları esmer şeker ve tarçınla güzel bir karamel içerisinde kavuruyorlar. Bu mesafeden ocağın başındaki şefe müdahale edemem ama her şeyi görebilir ve bunun tadını çıkarabilirim. Hafif arkada kalan suşef dümdüz bir plastik kapta pankek hamuru yapmaya devam ediyor. Her defasında basitliğine şaşırdığım gibi, şimdi de şaşırıyorum. Dünyanın herhangi bir yerindeki hamur kadar sıradan ama bu onun verdiği nostaljik hisse engel değil... Suşef bunun farkında ve çok da uğraşmıyor. Karışmış görünmesi yeterli. Hamurun içindeki topakları görmeye biraz gıcıklanıyorum, oysa böyle olmasının daha iyi olduğunu herkes bilir. Yine de…


Garson, bu kadar şeyi nasıl yiyeceğimi merak ederek gülümsüyor, sen bunu fark edip daha da şaşırıyorsun. Oysa o seni göremez. Sen bir hayaletsin. Şef, muhteşem bronz rengini almış muzların üzerine biraz da ceviz serpiyor. Televizyonda 90’lar polisiyesi, arada bir gözüm kayıyor. Pis bir Diner’da oturmuş ajan, içine ilaç katılmış bir filtre kahveyi keyifle yudumluyor. Sonrasını merak bile etmiyorum. Televizyon dipten gelen bir mırıltıdan ibaretleşiyor. Sen bir hayaletsin. Seni buraya getirirken burada yapacağım veda konuşmasını düşünmüştüm ancak sen öylece vedalaşabilen bir varlık da değilsin ki. Seninle ne yapılır onu da bilmiyorum: O kadar uzun zamandır birlikteyiz ki. Artık vedalaşmalı ve ben kendi yoluma gitmeliyim. Her şey çok kolay olur sanmıştım, hava kararmadan önce. Tabii ki, hava kararmadan önce kolaydı…  Hava karardıktan sonra kaygı artık kendine has bir canlılık oluşturmaya başlıyor ve nasıl desem, vücutlaşıyor. Pankekler gelince yanında bir de kahve istiyorum. Kahvemi içince sen daha çok canlanıyorsun. İşte kaygım tam karşıda: Gözümün içine bakarak bir şeyler olmasını bekliyor. Ukala, kendinden emin, beni öfkelendirmeyi bekleyen bakışların altındayım. Burada bu konuşmayı yapamayacağım diye düşünüyorum o sırada, dalgın... Bu konuşmayı ne zaman yapabileceğim? Bu konuşmayı en yakın arkadaşım bana arkadan söylemeli ve ben onu tekrar etmeliyim, başka türlü başaramayacağım. Bir yudum daha ve kahve almanın büyük bir hata olduğundan artık eminim. Televizyondaki ajan bir kapıya çarpıp devrilmemek için son anda kendisini durduruyor. Ben hayaletimle birlikte bilmediğim bir yere doğru yuvarlanıyorum, içeriye doğru... 


+Geniş kıyafetlerinin içine saklayabileceğin toplamda kaç kişi var benden başka? 


Geniş kıyafetlerinin içinde aslında ne kadar korktuğunu fark etmediğimiz insanlar… İşte hepimiz bu yağlı masalarda oturup birlikte kıtır topping'li pankeklerimizin tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Kıyılarımız tedbirli. Sınırlarımız güvenli... Hava sahamız sakin… Her gün yeni bir senaryo için tatbikat yapmıyormuşuz gibi umursamayan bakışlarla… Oysa her an bir Ortadoğu savaşına hazır. Zihnimizde berrak olan tek şey bu: Savaşa gideceğiz ve hazır olmamız gerekiyor. Hayatta kalmak için bilmemiz gereken her şeyi bilmeye çalışacağız ve hep daha çok çalışacağız. Tamamlanması gereken ihtiyaçlar ve panik listeleri üzerinde çalışılmayı bekliyor...


Tüm bunlara karşılık akşam eve gelince, ta yoldan beni karşılayan kediler… Yumuk dostlarım... 


Yabancı kedilerin bile teklifsizce kucağına gelip yattığı birisi oluyorum bir süreliğine ve bu durum beni hayata çelik sicimlerle bağlıyor. Tüm konstrüksüyonumun en sağlam noktasındaki kediler... Beni yumuşatıp ısıtıyorlar ve biraz da kucaklıyorlar. Ve işte tekrar, ufacık bir kızım ve bununla rahatım. Ufacığım ama bir an önce büyüme endişem gitmiş, bir an önce büyüyüp başımın çaresine bakma stresi yok, nasıl olur… Ufacığım ve kucağımdaki kediden arsız bir ilgi görüyorum. Çok küçüğüm, çok… Bu kediler beni sevimli jeli patişleri ile koruyacaklar ve benim hiçbir şey yapmama gerek kalmayacak… Böyle desem inanır mısınız…


Kirli camların arkasından dışarıyı izliyorum tabaktaki son sosun kaldığı çatalı yerine koyarken… Neon tabelalar yanıp sönüyor… Kaygım karşımda oturmuş Fransız tostunu kurcalıyor, tatsız… İşte yine başladık diye düşünüyorum… Keşke en yakın arkadaşım arkamda olsa ve ona ne söylemem gerektiğini bana söylese ve tekrar etsem ve işte...  Bir anda oluverse her şey... Ortalık sessizleşiyor ve geriye televizyondaki ajanın mırıltıları, ben ve kaygılarımın oluşturduğu o bambaşka insan kalıyor...