TAM DA YERLİ YERİNDE

12:43

2 gün geceli gündüzlü Just Cause 3 oynadıktan sonra, elimde balkabağı ile tren garında...

Yol arkadaşım, balkabağı....


Balkabağı ve Sonsuz Arkadaşlık Günü kutlaması için özel olarak hazırlanmış...


Ankara'yı zihnimde o her zamanki soğuk Aralık görüntüsüyle bırakıyorum: Yün atkımdan gelen temizlik kokusu, Maxfm'de Led Zeppelin ve ardından AaRON, Emek'ten Tandoğan'a sokak sokak keyif turu atarken arabanın sobamsı sıcaklığı ile oluşan sessiz huzur anı...


Anılarımın anıları...

Hikayeler...


*


Uzun zamandır buralarda yoktum. Yine.

Son birkaç haftadır hayat o kadar yoğun geçiyor ki... Haftasonları atölyelerdi, arkadaşlarımın gelmesiydi, bir ara Ankara'ya gidip gelmeydi, fotoğraf çekimleriydi derken vakit hızlıca akıp geçmiş. Size neler yaptığımdan epey bahsetmek isterim ama canınızı da sıkmak istemem. Sadece aklıma gelen birkaç parça görüntü var.

Bunlardan birincisinde Beykoz'dayız, Insignia'nın uçağımsı yan koltuğunda oturmuşum, Ehrling'den Dance with Me çalıyor. Bu şarkı, muhtemelen Frisco sahillerinde dinleyerek dans edeceğim bir şarkıyken, ilginç bir şekilde Çavuşbaşı'nın virajlı yollarında da gayet keyifli gidiyordu. Böyle olduğunda içim içime sığmaz şekilde mutlu olurum. O an şunu düşünüyordum, İstanbul'a taşınma sürecimde yeni iş yerime evraklarımı teslim etmem gereken bir gün vardı. 15 Haziran. O gün, Kartal metrosunun girişinde bir ara ağlıyordum. Bunlar anlatması çok keyifli şeyler değil ama durun, bence önemli olan kısmı şu: Beykoz'un nefis manzaralı caddelerinde salınırken, insanın mutlu olabilme kapasitesine bir anda çok şaşırıyordum. Aynı insan, iki ayrı gün: Nasıl yaşanabilir? Mucize gibi bir şeydi. Bir uçtan, bir uca bu kadar hissedebilmek...

Benzer bir süreci en yakın arkadaşlarım İstanbul'a geldiğinde de yaşamıştım. Sizler bilmiyorsunuz, muhtemelen dünyanın en mutlu insanı olma başarısı iki gün boyunca benim şampiyonluğumda devam etmişti. Tam da üniversite zamanlarımızdaki gibi: Sanki B. yine Erasmus'a gitmiş ve geride kalan biz üçümüz yine takılıyor (sıklıkla onun dedikodusunu yapıyor) ve deliler gibi gezerek fotoğraf çekiyoruz. Bu mutluluk bana hep bir şeyler getiriyor: Aynı gün içerisine çok istediğim bir kulaklığı tam %40 indirimle tamamen tesadüfen görüp alıyorum, Kinfolk'un sayıları 35 liraya düşmüş oluyor, Vitruta'yı keşfediyorum, Çengelköy'de yediğim böreklerle kendimden geçtiğimi düşünürken bir bakıyorum BeyKaraköy'de birine şakacıktan aşık olmuşum. Çok fazla Christmas filmi seyretmekten diye gülüyorum ama o gün her nasılsa herkes bana bunun evrenin bir işareti olduğunu söylüyor. Bence haklılar. Gül sürekli olarak benim tüm dualarımın kabul olduğunu, sadece içtenlikle istemem gerekmesinin yettiğini iddia ediyor. Üniversiteye başlarken iyi arkadaşlar bulma konusunda dua etmiş olduğumu size söylemiş miydim? İşte şimdi size tüm sırrımı söyledim.

Hayat ilginç, kış hızlıca geçiyor ve belki de geçti bile.

İş yerinde son zamanlarda keyifle çalışıyorum (ve çok da yoğun). Size bunu demenin ne kadar büyük bir lüks olduğunu anlatamam. 13 kişilik, tamamen erkeklerden oluşan bir ekipte tek kadın olarak işe başladığımı biliyor muydunuz? Muhtemelen hayır. Bunu ilk öğrendiğimde hayatın bana garip oyunlar oynamakla epey meşgul olduğunun farkındaydım ve anlamlı bir şekilde gülümsemiştim. Bir noktadan sonra ekip içerisindeki Counter turnuvalarına dahil edilmem kararı bile alınmıştı. Bunun ne kadar büyük bir güven göstergesi olduğunun farkındaydım: Çok çalışacak, çok antrenman yapacaktım...

Her zaman için anlatacak o kadar çok hikayem var ki... Bunların bir nedeni olduğuna yürekten inanıyorum: Kötü geçen bir günün akşamında Magic Mouse'da öğrenci indirimi olup olmadığını sormak için aradığım Apple müşteri hizmetleri'ndeki temsilcinin dertli olduğu bir ana denk geliyorum. Her nasılsa bir ara karşımdaki temsilci nedense bana terapi gibi geldiniz diyor. Sonrasında kendi kendime epey gülüyorum. Asansörde tek başına yakaladığında kendisine göz kırparak mutlu olmaya çalışan bir insan olarak, bunların hepsini alıyorum. Yani evren, mesajların yerine ulaşıyor.

Geçtiğimiz günlerde kulüp olarak bir süre kahve toplanması yapmaya karar vermiştik: Bu kışı, birbirimize yakın durarak ve İskandinav tarzı kafelerde Mac'lerin başında filtre kahve içerek geçirecektik... Aslında hikaye tam böyle değil. Her şey benim garip balkabağı hikayemle başlamıştı, daha doğrusu Gaye'nin her sabah erken kalkma motivasyonunu nereden bulduğunu keşfetmeye çalışmamla... Erken kalkmak için yüce (gerçekten yüce) bir amacım olsun diye Ankara'dan getirdiğim balkabağı (haftaiçi bir sabah erkenden kalkıp şekerleyecektim ve bu süreci fotoğraflayacaktım, sonra bloga yazacaktım vs vs), çeşitli badireler atlattıktan sonra kulübün karşısına İmkansız Balkabağı olarak çıkmıştı. Hiç umursamayacaklarını, hatta üzerime güleceklerini düşünürken IT'cilerimizin bile Balkabağı'na aşırı derecede sahip çıkması hepimizi şaşırtmıştı. Gerçekten, bunu ciddi ciddi oturup kutlamıştık ve Balkabağı arkadaşlığı adını verdiğimiz bir şey ortaya çıkartmıştık. En sonunda İkea'da yılbaşı peluşlarıyla oynamak ve fiyatlara söylenmek bizim için fazlasıyla yeterliydi. Neredeyse 15 kişi olmuştuk. Tüm hengameden sonra ben hala sabah son anda uyanıyor, hala neredeyse geç kalıyordum...

Bambaşka bir günde, S. ile beraber Gabfoods'a gitmeye niyetlenmiştik. Gabfoods, bence insanın Boğaz manzarasına karşı yaşadığı hayatı sorgulamaya başlaması için harika bir yer. Pahalı Acaitella'nızı yerken kaliteli bir yaşam sürmeye dair inancınızı sorgulayabiliyorsunuz ve ben böyle fırsatları kaçırmayı hiç sevmem. Güzel bir ışıkta, güzelce sohbet ederken içimde aniden şöyle bir hissiyat belirmişti: Hazır yılsonu da yaklaşıyorken, acaba 2018 yılında öğrendiklerimle alakalı bir şeyler yazsa mıydım? Bebek sahilinde haftasonu sabahı köpeklerini gezdiren insanlara bakarken kafamda birkaç maddeyi çoktan sıralamıştım bile. Bir an sonra hem 2018 yılımı, hem de 25 yaşımı kutsamam gerektiğini hissetmiştim. O kadar çok bir şeyler yapma isteğim vardı ki, kendimi sürekli ileriye ittiğimi fark etmem biraz uzun sürmüştü. İleri, ileri, ileri. Sürekli yeni bir şeyler: Akşam evde Udemy kurslarıyla Adobe uygulamalarını öğren, User Experience Design eğitimi ayarla, öğle aralarında Toefl çalış, Amerika'da yüksek lisans araştır, Zemin İstanbul için Mobil Fotoğrafçılık eğitimi tasarla, günlük 15 dakika audiobook dinle, oku, oku, oku...

İçsel motivasyonumun dibini tahta kaşıkla sıyırıyorken, aslında bu ileri atılmanın bazen beni zorladığını fark etmiştim. Yer yer yorulmuştum. Hayır, Aralık ayında aynı anda hem geyikli hem de kırmızı pötikareli battaniyemin altında kıvrılıp Drop Dead Diva ve olabilecek her türlü anlamsız Netflix dizilerini seyrederek geçirecektim. Puanları 6'yı geçmeyecek romantik komedileri keyifle seyrederken tembellik etmenin hakkını verecektim.

Pirinç ışıklar etrafta yanmaya başlamış ve biz yine bir akşam, B. ile usul usul konuşuyor, onun ren geyiği sayım memuru olma hayalinden bahsediyorduk. Birkaç gün öncesinde YKY'nin her zamanki yılbaşı dekorasyonlarının videosunu çekmek için Kadıköy'e kadar gitmiştim. Yılın bu vaktinde her şey, ben başka bir şeylerle ilgileniyorken bile gerçekte olması gerektiği gibiydi: Tam da yerli yerinde...

KIRILMAZ CAMEKANLARINDA, ELLERİNDE SEVDİKLERİYLE...

11:21


Size bir Ekim gününü nasıl geçirdiğimi anlatmak istiyorum. (Bu noktada Alexi Murdoch’tan Through the Dark açsanız? Bence olur.)

Sabah kalktığımda, havanın ısrarla karanlık olmasından, günü istemsizce bir temizlik günü ilan etmiştim. Önceki gün eve, mahalle arasındaki plastikçiden araba yıkama fırçası gibi bir fırça almıştım: Pembe ve beyaz çizgili olması o an önemli bir detay gibi göründüğü için, pembe ve beyaz çizgili… O günü temizlik günü ilan etmemin, pembe fırçayı kullanma motivasyonuyla bir alakası olup olmadığını şu an düşünmek istemiyorum. Tek düşünmek istediğim her yeri ne kadar köpürterek temizleyebileceğim… Ama her şeyden önce güzel bir kahvaltı yapacaktım: Bu hafta evde yapabileceğim tek kahvaltı. Kendimi hindi fümeyle sarılmış haşlanmış yumurta ve tereyağlı bal arasında gidip gelirken bir noktada kaybedeceğimden emin bir şekilde, çay suyunu koyuvermiştim. Şu hayatta en sevdiğim şeylerden biri buydu, çay suyu koymak. Sonrasında keyifli şeyler olacağının belirtisi bir olay, mutsuz olmanın imkanı yok gibi: Kaynamış suyla çay yapabilir, kahve yapabilir, hiç olmadı ütüye su koyabilir, o an yemek yapıyorsanız orada da kullanabilir, hepsinden vazgeçip bir sıcak su torbasını doldurarak salonun bir köşesine de kıvrılabilirdiniz. En kötü ihtimalle, altını kapatırsınız ve evrende hiçbir şey değişmemiş olur. Eylemsizlik devam eder gider…

Dillere destan olabilecek olan ama benden başka kimsenin görmediği kahvaltımı yaptıktan sonra bir süre salonda kıvrılıp Gossip Girl seyretmiştim. O nokta, benim dizide Alexi Murdoch’ı duyup, günün geri kalanında dinlemeye başladığım noktaydı. Biliyor musunuz, bu sene Gossip Girl’i bomboş gözlerle baştan sona tam 2 kere seyrettim. Sevdiğim bir dizi olduğunu söyleyemem ama kendi kendime takılmayı severim. O benim sonbahar geldiğinde ve kışa ayak uydurmaya çalıştığımda kar tanesi desenli kırmızı battaniyenin altında izleyerek uyukladığım, Manhattan’lı New Yorker aksanını duyup iyi hissettiğim suçluluk nesnem gibi bir şey. Amerika’ya gittiğimde New York’ta kalma niyetim olmasa da, sırf Upper East Sider ruhunu yakalayabilmek için birkaç hafta geçirebilirim şeklinde düşünürüm kendimce. Şükrün Günü civarlarında, Madison’da çılgınlar gibi alışveriş yapan kalabalığa karışıp, her şeyi bir süreliğine unuturum belki. 

Çok uzatıyorum, sizi sıkacağım. 

Temizlik yaptıktan sonra evin aldığı hali çok sevmiş, kendi kendime o anı kutsamak için bir süreliğine sessizce oturmuştum. Etrafı dinleyip, temizliği dinleyip, gerçekten sessizce… İşte size benimle ilgili garip ve gereksiz bir bilgi daha: Bazı anların değerli olmalarından ötürü kutsanmaları gerektiğini düşünüp, onu yaşarken bir an duraksayıp iyice tadını çıkartmaya çalışırım.  Belleğim, böyle kutsamalara ev sahipliği yapan yüzlerce anıyla dolu. Galiba gözlerimle fotoğrafını çekiyorum, daha doğrusu birkaç saniye videoya alıyorum. Yaşayıp geçersem haksızlık olacağını düşündüğüm her an’la, ileride başım bir şekilde belaya giriyor. Geriye dönüp baktığımda “kıymetini bilememişim” dediğim bir yaşanmışlığım yok; ama nasıl desem, zihnim vhs kasetlerden oluşan eski bir anı kutusu gibi. Bazı günlerde, tıpkı bugün gibi, bu kasetleri VCD player’a takıp oynatmamak benim için en iyisi olur. 

Akşama doğru güneş süzülmeye başlayınca, o günü evde tamamlamamam gerektiğini hissedip hızlıca hazırlanmaya karar vermiştim. Toffee rengi boğazlı kazağımı ve aynı renk yeleğimi takım olarak giymek için güzel bir fırsat. Bu takım iş yerindeki arkadaşlarım tarafından çok sevildi, o yüzden ben de sevdim. Bana, kendi Kopenhag’ımda yaşadığımı söyleyip kendi kendilerine gülerler. Oysa bu ikisinin benim için tek keyfi, kumaşlarının çok güzel olması. O yüzden çok rahat ediyorum. Kaşmir, yün, ipek. Bu üçünün olduğu yerde ben de varım. 

Neden bu kadar çok konuştuğumu biliyorum. Buna, babıldama diyoruz. Konudan uzaklaşmak ya da sadece düşünmemek için… 

Evden çıkıp kendimi en yakındaki Starbucks’a attığımda boğazlı kazak giyme vaktinin gelmiş olduğunu görüp sevinmiştim. Mevsimine uygun giyinmek benim için hep zorlu bir şey. Kışın spor ayakkabı, yazın ceket giyerim. Geçtiğimiz günlerde bir yerde okumuştum, kıyafetlerimizi arkadaşlarımız gibi görüp o şekilde sevmeliymişiz. Gerçekten de Ekim’in bu karanlık gününde Max Mara ile arkadaşlık etmeyi çok isterdim. Mümkünse doğum yeri olan Stockholm’de sarı Sandqwist sırtçantalarımızla beraber bisiklet sürebilirdik. Bunlar, bir başka hayata ait, başka gerçeklikler; bense Şeyh Galip’in demiş olduğu gibi, bambaşka bir delilik yoluna düşmüş garip bir yolcuyum.

Yaklaşık 2 haftalık Tiesto maratonunun ardından Alexi Murdoch maratonu, beni biraz sakinleştirdi. Tiesto, sanırım 7 yıldır, aralıksız olarak bir podcast yapıyor, Clublife. Adına yaraşır bir içerikte, club müzikleri çalıyor. İki hafta önce, bu podcastin 600. bölümü vardı. Şimdiye kadar en sevilen şarkıları çaldığı bu 1 saatlik bölümü 8 saatlik yolculukta 8 kere dinlediğim bir dönem oldu, biraz karanlık bir dönem. Yolda bir ara uyuklarken sakin bir şeyler açmak istemiş, ama o kadar hareketli şarkıdan sonra bu mümkün olmamış, podcaste geri dönüp ayaklarımla tempo tutarak uyumaya çalışmıştım. Alexi beni dinginleştirip iyi hissettiriyor. Tek problemi, biraz eskileri hatırlatması. Nedenini bilmiyorum. Sonrası var ama onlardan bahsetmeyeceğim size. Size, bir Ekim gününde, aslında tam olarak 20 Ekim’de kendi kendime yaptığım küçük kutlamadan da bahsetmeyeceğim. Küçük bir Red Velvet Cupcake’in yanında hangi kış içeceğini seçtiğimi de söylemeyeceğim. 

Size geçtiğimiz hafta bir sabah servisle işe giderken aniden zihnimde beliren bir cümleyi söyleyip gideceğim. Şöyle bir şeydi: “Kırılmaz camekanlarında, ellerinde sevdikleriyle, öylece oturacaklardır”. 

Kış hepten geldiğinde, kırılmaz camekanlarınızda, ellerinizde sevdiklerinizle, öylece oturanlardan olacak mısınız? 

Bence oturmalısınız. 

Niye biliyor musunuz, artık akşam olduğunda ve herkes evine çekildiğinde, benim gibi sizlerin de ballı süt ısıtıp ayaklarınızı keyifle uzatmanızı istiyorum. Bu, ayrı yerlerde de olsak, birbirimizi kırıp incitmeden paylaşabileceğimiz en güzel şey. 

NASIL DÜŞÜLÜR?

14:09


Ağustos’un sonlarına doğru bir öğleden sonrası, Love You Zindagi dinleyerek Maltepe sahilinde güneşe karşı yürüdüğüm bir zaman olmuştu...

Güneşin elimin üzerine nasıl düştüğünü merakla inceliyor; etrafta yeni üflenmiş bir karahindiba gibi uçuşarak dönüyor, dönüyordum. Her bir adımda biraz daha hafiflemiş, biraz daha kendime gelmiştim. Güzellik neydi biliyor musunuz, güzellik kendi kirpiklerinizde güneşin asılı kaldığını hissetmek ve gözlerinizi hızla kırpıştırarak ışık damlasının düşmesini sağlamaya çalışmaktı. Tanıdıklık hissi bir yabancılık hissiyle beraberdi: O an, en iyi versiyonum en kötü versiyonumu ağlarken kucağına almış, sanki pışpışlamıştı. 

Şimdi vakit ekinoksu biraz geçiyor. 

Şöyle gözlerimi kapatmamla bir bakıyordum, Ankaradayım. Bir anda sağanak yağmur başlamış, arabadayız, silecekler zor yetişiyor. Maxfm’de Greg Laswell rastlıyor. Evet diyorum, şans eseri bir anda, evrende doğru yerdeyim. Böyle anlar çok sık gelmez...

O an Etlik’te trafikte oturmuş radyonun sesini bastıran silecekleri dinlerken, burası güzel bir yer diye düşünüyordum. Bir süre sonra arabayı sitenin otoparkına çekecek, yağmurun dinmesini beklerken annemle insanların kötülüğü üzerine uzun bir sohbete girişecektik. 

Kant olsa bizimle gurur duyardı. Nietzsche olsa, umutsuzca omuz silkelerdi. Bir süre sonra sessizleşmiş, tavan lambasını söndürüp başımızı koltuklara yaslamıştık. Bazen kendimle uğraşmayı bırakıp yaramazlık yapmak için fırsat kollayan ruhumu kendi haline bıraktığım zamanlar olur; bu, öyle bir andı. İsteyen istediğini istediği şekilde yapsındı, ben burada böylece duracaktım. 

Vakit ekinoksu biraz geçiyordu. Kutlamak için vanilyalı bir mum yakıyordum.

Ekim ayı geldiğinde, ben yine yoldaydım. 

Yine yağmura yakalandığım, başka bir zaman daha vardı: Pendik’te içinde kışlıklarımın olduğu eski bir valizle, kendimi bir an önce metronun içine atmaya çalışırken. Kendi kendimi, seni bir gün İstanbul’da karşılayan olacak mı acaba diye söylenirken bulmuştum. Yarı buruktu. İçimde beni kimler karşılamıyordu ki: Arkadaşlar, kalp kırıklıkları, ailem, 25 senelik hayatımda tanıdığım ve karşıma çıkabilecek herhangi bir yüz... Tam olarak hızlı trenden indikten sonra hemen şu köşede bekleyebilirlerdi. Valizi bir kenara atıp sıkıca sarılmak istediklerim vardı ama çok fazla yağmur da vardı. 

Bir gün çok değer verdiğim birisi bana bir anısını anlatmıştı: Sarıkamış’taydı sanırım, karda kaymayı öğrenirken ne kadar düştüğünü, biraz öğrendikten sonra bu sefer kendisinin düşme çeşitlerini denediğini... canı her düşmede acırken bir o kadar da eğlendiğini... Peşinden şöyle bir şey demişti, ben de onu her defasında öyle düşürüyormuşum. Ve ne yaptığımı anlamam için beni oraya götürmek istiyormuş. Hevesle tamam demiştim ama anlamamıştım.

Nasıl isteyerek düşülür diye düşünmüştüm o an ama geçmişti. Sonrasında kendi düşüşümle anlayıvermiştim. Düşmek böyle bir şeydi: Eve giderken aslında eve gitmediğini anlamak bir düşüştü, varınca 1 haftadır bitiremediğin ekmeğin üzerine fındık ezmesi sürüp mutfak masasına yaslanarak bir dilim yemek düşüştü, eşyalarını yerleştirirken televizyonda yarışma programlarının sesini duyma ihtiyacı hissetmek bir düşüştü...

Bunların hepsi aynı garip hevesle yaşanmış, yaşanıyor ve yaşanacaktı.

METRO MEKTUPLARI - I -

12:08


23:09
Acıbadem. 
İnanın, nereden dönüyorum, benim bile bilmediğim bir an. 
Bütün akşam büyük, yuvarlak bir masanın etrafına oturmuş, Ankara ve Hacettepe Üniversitesinden mezun olan psikolog arkadaşlarımızın kaderinden konuşmuşuz. Sonuç hep söylediğim şeyler; ama ben, şimdilik daha iyi hissediyorum. 
Şimdi eve gidince ütü yapmam gerekir, pazartesi kahvaltısında anlatmak için sunum hazırlamam gerekir, bir de bir konuşma üzerine çalışmam gerekir. Tam bir veda konuşması değil ama, bir nevi veda konuşması. 

Evet ne söylüyordum, eve gidince... 
Dün gece Kurtköy’de güzel bir sitenin içinde, 5. kat 10 numara’da balkonda çay içiyordum. Nasıl bir çay biliyor musunuz, akşam iş çıkışı arkadaşınızın evine gitmişsiniz de size önce mantı ikram etmiş, ardından eve gelirken aldığınız tatlıları yemek için midenizde biraz yer açmanız gerekmiş çayı. 
Keyifli bir çay. 
Hava serinleyip balkon camlarını kapatınca hasır koltukların üzerinde iyice ısınıp gevşediğiniz, güzel bir Eylül akşamı çayı. 
Öyle ki oradan kopup eve gidebilmem gece 1’i bulmuş, eve gittiğimde de yorgunluktan ilk bulduğum köşede sızıp uyumuştum: Kirli saçlarım, şişmiş ayaklarım ve tamamını silememiş olduğum bozuk makyajımla. 

Bir külkedisi masalı gibi, sabah tekrar 6’da uyanmam, tekrar yıkanıp tekrar ütü yapmam, tekrar giyinip bu sırada tekrar bir şeyler atıştırmaya çalışmam gerektiği gerçeği bilincime sızmıştı.  

23:22.
Bostancı. 
Biliyor musunuz eve gidince ne yapmak istiyorum: Vaktim olsa, yani saat şöyle bir 18:00 filan olsa kendime güzel bir tavuk-makarna yapar, Gossip Girl seyrederken keyifle didiklerdim. Bu, son zamanlarda yapması kolay olmayan geniş bir zevk benim için. Sonrasında akşam 8’e doğru hava kararırdı ve ben kendi kendime salondaki köşemden kalkma söylenmeleri yapmaya başlardım. 
Keşke saat gerçekten de 18:00 olsaydı. 

Eve gidince ütü dağlarını eritmek zorundayım ve metro kolay kolay varacak gibi değil: Oysa bu saatlerde insan balkonunda çay içip arkadaşlarıyla uykusu geldiği için kısılmış seslerle sohbet etmeli ve sonrasında uyumalı. Neden orada değil de buradayım?

Bu son metro mu, bu kalabalığın sebebi nedir? 

Eve geç gelirken kendimi hala aynı şekilde sakinleştirebiliyorum ama bu sesin kimin olduğu içimde hala karışabiliyor: “İstanbul Ankara gibi değil, İstanbul Ankara gibi değil, İstanbul Ankara gibi değil...”. 

Evime gittiğimde en sevdiğim şey tüm eşyalarımı hızlıca yerlerine yerleştirmek ve ev düzenini almak: Kirliler sepete, temizler askıya, ben de mutfağa. Evim güzel bir ev. Bu saatte değil, daha erken saatlerde gitmeyi hak eden, sıcak, küçük bir ev. Acaba kaçta evde olabileceğim? Bu kadar özlemem normal mi?

Zaten ayakkabılarım da çamur olmuş. 
Siz benim ayakkabılarımı temiz tutmayı ne kadar sevdiğimi bilmiyorsunuz. Henüz. Her hafta şöyle bir gün ayakkabılarımı alır, onları güzelce ovuştururum. Tertemiz olana dek. Beyazsa bembeyaz, siyahsa simsiyah. Ayakkabılarım kirli olunca kendimi sevmiyorum. Hoş, şu an hiçkimseyi sevmiyorum ve sadece evimi seviyorum. Oysa güne, Moda’da güzel bir kahvaltı yaparak başlamıştım, hatta hayatımda ilk defa süt reçeli yediğim bir kahvaltı. Sahi akşam Kilyos’ta olmamın ne gibi bir amacı vardı?
Bilmem. Kim bilebilir. 

İşte, şimdi bir de uykum geldi. 

Ne güzel. 23:34 ve uykum geliyor ve hala evime gidemedim. Artık durum biraz daha vahim ve beynim kendisini en son Yenibosna’da bir kuaförde hissettiği zamana odaklamış durumda. Damadın hiç tanımadığım annesi, saçı henüz bitmeden kuaförden koşarak uzaklaşıyor. Komik bir görüntü. Bu görüntüden yaklaşık 2 saat kadar sonra iki kayınvalide ve iki kayınbaba ile aynı arabayı paylaşmak durumunda kalacağımı, hatta hepsiyle röportaj yapacağımı bilmiyordum. Ve o kadınlardan birisi de, yarı bağlanmış şalını tutarak koşan. Sonrasında birbirimizi sevmiştik ve bana dua etmişti. Benim de öyle neşeli bir kayınvalidem olabilir miydi; rahat ve işler kötü gidince nazarlık olsun diyerek gülüp geçen. 

Off, hala eve gidemedim. 
Biliyor musunuz bazen bazı insanlar günü kurtarırken bazen bazıları günü batırabiliyor. Ama size bunlardan bahsetmeyeceğim hiç. Sadece eve gittiğimde Olafur Arnalds açıp nasıl uyuyacağımdan bahsedeceğim. 
Ve o an kirli Stan’ler de, 3 saatlik ütüler de umurumda olmayacak. 
Hatta son zamanlarda kilo verdiğim için epey genişleyen pantolonlarım ve hala alamadığım sırtçantası da...

Güzelce uyuyacağım sadece, mutlu mutlu. 

HEP AYNI FERAH ÇAYIRLAR

11:31


İşte, bir sonbahar geldiğinde, ben yine buradayım. Sizi bırakıp gitmedim. Aksine, ellerim kollarım dolu geldim, belki ellerimdekini alıp bir de kocaman sarılırsınız. Oturup soluklanınca, size bir şeyler anlatacağım. 

Sonbaharın ilk yağmuru yağdığında, ki 2018 yılı için bu gün 4 Eylül olarak kutlanmıştı, dışarıdaydım. Hava artık epeyce erken kararmaya, İstanbul’da trafik yavaş yavaş artmaya başlamıştı. 4 Eylül, hava karanlık ve yağmur yağıyor. Otobüse koştururken, bir an gökyüzünde süzüldüğümü hissetmiştim. Ayaklarım yere basıyordu ama damlaların içinden, arasından, tüm yavaşlatılmış düşüncelerimle beraber geçiyordum. Bir an sonra, ne kadar mutlu olduğumu düşünüyordum. Biliyor musunuz, bu sıcacık evine gidince kendisine chai tea yapacağı için heyecanlanan bir kızın mutluluğundan fazla bir şeydi. Bir bütün gibi tok olmuş, sanki bir an için temizlenmiştim. Bu tazelenmek bile değil, sanki pembeleşmekti. Bir an pespembeydim, soğukta koşuşturan kız çocuk yanağı pembesiydim.

Bugünün sonrasında bir gün, bir pazartesi günü, uzun bir aradan sonra kendi bildiğim, sevdiğim kişi olarak uyanıyordum: O kadar keyifli, o kadar coşkuluydum ki, tam göğüs kafesimin içinin fotoğrafını çekebilsem orada yeşil, ferah çayırlar görebileceğime inanıyordum. Alabildiğine uzun, taze, sonsuz çayırlar... 

Bir göz kırpması: Kadıköy'de bir akşam üzeri dilim pizza sırasında Lale Müldür'den alıntı yapıyordum.

Sonbaharın ilk yaprakları düşerken ve ben dans-eder-yürüyüşümle etrafta uçuşurken, kendimi bırakıyordum. Kendi çayırlarımda, istediğim gibi dolaşıyordum. İnsanları da oraya götürmek istiyordum, hepimizi alacak kadar geniş bir alanda bir süre takılmalıydık. Beni en başta ciddiye almamıştınız ama, gerçekten de birbirimize daha çok sarılmalıydık. 

En nihayetinde birbirimize tutunacak dallar değil, iş çıkışı İsveç köftelerimizi paylaşacak insanlar arıyorduk. Onarılma değil, eşlik edilme isteğimiz vardı. Gece olduğunda kimseye ihtiyaç duymayacak, kendi topraklarımızda dilediğimiz gibi at koşturacaktık. Dilediğimiz gibi, susacaktık. Ve tüm büyük sevgimizi, insanlara kocaman ellerimizle paylaştıracaktık: "Hepinizi ayrı ayrı, içtenlikle seviyorum".

Çünkü ne vardı biliyor musunuz, işte, Hario ile taze çekilmiş ve henüz demlenmiş kahvelerimizi içerken (ki bu kahvenin Sözen değirmeninde öğütülmüş olması ilginç derecede büyük bir önem taşıyordu ve hepimiz bunu anlıyor, doğal karşılıyorduk) ve dört kişilik grubumuzun içerisine 3 fotoğrafçı, 1 yazar, 2 kıdemli yönetmen, 2 uzman yardımcısı, 1 blog yazarı, 1 anne ve 1 baba sığdırmayı başarabilmişken keyifle kıkırdayarak kakaolu keklerimizi yiyorduk ve o an tek derdimiz cupcake kalıplarının kaybolmamasıydı. Böylece her şey bir sonbaharın gelişine uygun olarak gelişiyordu: Hepimiz için yeni bir dönem, işte, başlıyordu. 

Heyecanlı değil, sakindik. 

Hatta biraz hygge’lemiştik. 

Akşam olup eve giderken aynı ferah çayırları düşünüyordum. 

Bir göz kırpması: Ankara’da trenden inip arabayı çalıştırdığımda ilk işim radyoda Maxfm’i ayarlamak oluyordu. Bu hayat ben varken olması gerektiği gibi yaşanacaktı. 

Ruhum uzun bir süre Kuzguncuk’ta akşam üzeri bir çikolatacı camekanının fotoğrafını çekme dinginliğindeydi. O an orada olmalıydınız: Hava kararmadan önceki o meşum sessizlik ve havanın griliği... Bir süre bu camekanın dışında durup yansıyan ışıkları izlemiştim. Her şey çok basitti, var olmak genel olarak basitti. Karmaşıklaştırmaya gerek yoktu, zorlaştırmaya gerek yoktu. Bozmaya, hiç gerek yoktu. Bahane üretilmemeliydi, kusur aranmamalıydı, hayat sadece yaşanmalıydı ve an'lar arasından gülümseyerek geçilmeliydi. Artık duramaz, oyalanamazdım. Genelde umut dolu biriydim ve böyle olmaya devam edecektim ama artık vakit kaybetmeyecektim: Bu sonbaharda, bu camekanın önünde kendi kendime söz vermiştim. 

Yapraklarımı dökmüş, köklerimi yeterince sulamıştım. Bakın, ben yeniden tamamlanmıştım!

Bu sonbaharda kendiliğimin en kötü kısmıyla, kurabileceğim en iyi ilişkiyi kurmaya çalışmaya vardım. Çok saftım, fazla saftım, o kadar saftım ki inanamazdınız. Bu bir ateşkes değil, büyük bir savaşın ardından beklenen sınırsız barıştı. 

En azından, serin bir Tuzla akşamında arkadaşlarımla sohbet ederken, ben öyle olmasını ummuştum...

İLERİYE DOĞRU TAM ON BİN ADIM

14:01


Evden ilk çıktığımda, kalan son kendimi yanıma almışım gibi hissediyordum. Kendimi, sevdiğim her şeyden yavaş yavaş geri toplayıp, yeniden bir ben yapmaya çalışıyor gibiydim. İlk kez trene giderken, ilk kez trenden inmişken... 

Sizi kimsenin beklemediği şehirlere gittiğinizde hissettiğiniz garip bir his: Gecenin bu vakti, benim ne işim var burada hissi. Hadi, valizimizi bozmadan, bir an önce işlerimizi halledip gidelim hissi. 

Ama gidemeyeceğimi fark etmekle, minibüs aramaya başlamak arasındaki milisaniyeler... 

Bir süre gittiğim her yerde bulduğum her kendimi topluyordum. Yaşaması, anlamlandırması zor bir süreçti: Ben neleri seviyordum? Bulduğum her sevdiğim şeyi kendime geri veriyordum. Tekrar bir bütün olabilmek için, sürekli geziyordum. Bunun için yorulmuyor, her yola çıktığımda yeniden canlanıyordum. 

Sizi kimsenin beklemediği şehirlere gittiğinizde kendinizle konuşmaya başlıyordunuz. Ben bunu yeni öğrenmiştim. 

Bir noktadan sonra kendime cesaret veriyor; kendi hazırladığım kahvaltılara yorum yapıyor, kendine amma da iyi bakıyorsun diyerek kendime takılıyordum. Hayatım boyunca kendimle en iyi anlaştığım dönem... iyi bir takım arkadaşıydım. Kimseyi yarı yolda bırakmazdım. 

Bu bir süreçti; ne kadar uzun süreceğini bilmediğim, tahmin dahi edemediğim; her akşam arkadaşlarım nasılsın dediklerinde dürüst bir sistem raporu verdiğim, ilginç bir süreç. 

Sistemim, genel olarak iyiydi. Yer yer çökkün, yer yer tam anlamıyla bitiktim. Ama en kötü olduğum zamanlarda bile durmak bilmemiştim: Bu benim tek planımdı. Ne olursa olsun yürümeye devam edecektim. Ne olursa olsun derken ciddiydim: Sadece, biraz daha yürüyecektim. Az az da olsa. Mutsuzluktan hareket etmek bile istemediğim zamanlarda kendimi evden çıkmaya çalışmaya ikna ediyordum: “Hadi, birkaç adım sadece.”

Her şey (ve en başta ben) o kadar temel düzeyde yeniydi ki sistemim, normalde nasıl konuştuğumu bile yeniden keşfetmekteydi: Genelde çok konuşurdum, yüksek sesle konuşurdum, ben içimden çocuk sesi duyarken insanlar tok bir sesim olduğunu söylerdi. Yeni iş yerimde, kendinden emin demişlerdi. Nasıl da emindim...

Evrendeki yerinizi tam olarak kestiremediğinizde, önce her yerde olmak istersiniz. Ben öyleydim.

Bir süre sonra pek çok şey tanıdıktı: Ara sıra ailemin evine gidip geliyor, tüm adımları geriye doğru da atıyordum. Belleğin çalışma prensibini belki de en iyi ben biliyordum: Geçmişi yeniden yapılandır, şimdiyi yaşa, geleceği kurgula. Psikoloji 101 diye düşünüyordum: İnsanlarla tanış, geribildirim al, kendini tanı. 

Sıfırdan. Tertemiz. 

*

Sonrasında bir mola...

*

Uzun tren yolculukları yapar ve hasat zamanında akşam güneşini tam da bozkırların üzerinde görürken... 

Bir gün bir anda iyi oluyordum. 

Aniden iyi oluyordum. 

Burası benim anımdı. 

Bir anda ileriye doğru tam on bin adımdı. Arkada kalan son kişiyken, ayakta kalan son kişi olmaktı. 

Bir süre sonra ben böyle an’lardan oluşuyordum: Geceleri hızlı araba yolculukları yaparken insanın yüzüne esen rüzgar bendim, akşam güneşi yüzüne dokunurken neşeyle gülen insanların kısık gözleri bendim, güzel bir müzik dinlerken yerinde duramayan omuzlar bendim, Bostancı sahilinde Berry içerek bisiklet sürerken denize selam veren bendim

Bir yandan ben hep aynı ben'dim.


Bir kedinin patisinin ağırlığı altında ezilen değil, sivri kulaklarından öpendim.

Evrendeki yerinizi tam olarak bildiğinizde, sadece orada olmak istersiniz. 

Yerleşmek için daha çok yolum vardı, ben de hepsine vardım. 

Akşam eve geldiğimde kalan son 
enerjimle kendimi yatağa atmalara, çamaşır makinesinin bitirmesini beklerken uyuyakalmalara, zorlandığım her şeyden sonra kendime bir şeyler ısmarlamalara, her gün tanışıp hepsinden ilginç bir şeyler öğrendiğim insanlara... Hepsine vardım.


Vaktim çoktu.

GÜNDEM: HER ŞEYDEN BİRAZ

12:20

En sonunda oldu.  
İstanbul’a tamamen yerleştim. 
Ama öncesinde… 

* 

Ankara beni mutlu etme konusunda her zaman çok cömert davranmış, elinde ne var ne yok tüm açıklığıyla vermiş, ardından tükenmişti. Her yerini yürümüş, gezmiştim; her yerinin fotoğrafını çekmiş, yetmemiş videosunu çekmiş, hakkında yazmış, şehri tamamen yaşamış, paylaşmıştım…  

Bir gün eski işyerime kalan son evraklarımı almaya giderken yolun kenarında duraklamıştım. Hemen sonrasında başka bir gün, mezun olduğum Dil Tarih’in Ortabahçe’sinde nefesim kesilmiş, o an anlamıştım.

Bitmişti işte. Ankara bitmişti. 
 

Burada içtiğimiz çaylar bitmişti, Sıhhiye’ye söylenmeler bitmişti, Adliye’nin önündeki beklemeler bitmişti. Tandoğan kampüsü, Beşevler’deki yandal, ODTÜ, 3. Cadde hamburgerleri, Anıttepe yürüyüşleri… Hepsi bitmişti.  

Hiçbir yolun istediğiniz yere çıkmadığı şehirlerden ayrılmanız gerekir artık.

Herkes er geç göbek bağının kesildiği yere dönermiş. Ben de döndüm, 3 yaşında çıktıktan tam 22 yıl sonra.

* 

Bu bloga yazdığım son yazıdan sonra hayatım tamamen değişti. Evim değişti, şehrim değişti, işim değişti, çevrem değişti; hayallerim, gerçeklerim değişti. Bir noktada, elimdeki her şeyi ya satmış, ya dağıtmış, ya da direkt atmıştım. Taşınma vaktim geldiğinde; elimde bir valizi doldurmayacak kadar kıyafetim, üç çift de spor ayakkabım kalmıştı.  

Ankara’da çalıştığım yerden çıkışım yapılmadan önce direktörüm bana şöyle bir şey söylemişti: “İstanbul’a gittiğinde bedenin gitmiş olacak, zihnin değil.” Tıpkı onun dediği gibi, sonrasında her şeyi ikilemler arasında yaşamaya başlayacaktım. O zaman anlayamamıştım. 

Bir gün stresten zar zor hareket ederken, öteki gün İkea’da alışveriş arabalarıyla oradan oraya kayıyordum.  

Peş peşe iki gün aynı masayı almak için gidiyor, ikisinde de farklı sebeplerden masayı alamıyordum. Bir keresinde tam alacakken anlamsızca bir ağırlık bastırıyordu, olduğum yerde kalıyordum. Başka bir seferde, kocaman masayı kucaklayıp otobüsle eve götürüyordum. Bu, benim “istesem yaparım, henüz istemiyorum” deme şeklimdi.  

Sürekli birileriyle tanışıyor, birileriyle vedalaşıyordum.  

Sonra bir gün evi temizlerken iyi bir ağlıyordum.  

Dünyanın en keyifli tren yolculuklarını yapıyordum. 

En sonunda badana yapmak için boya bakmaya başlıyordum. Bu benim en büyük hayallerimden biriydi. Babamla hangi fırçaları almam gerektiği üzerine konuşuyor, babam istersen geleyim dediğinde bir heves, ben yaparım diyordum.

İçimde her zaman devam eden şarkı bir an için sustuğunda, dans etmek için bu sefer Youngr açıyordum.

Ben bu yola, değişmek ve değiştirmek için çıkıyordum.

Elbette zorlanacaktım, yeri gelince ağlayacaktım; ama asla pişman olmayacaktım. Bu sefer herkesten çok kendimin arkasında duracaktım. Belki hırpalanacaktım; ama kendimi biraz daha tanıyacaktım. Belki yeri geldiğinde büyük bir şehirde parasız bile kalacaktım; ama ne yaparsam kendim için yapacaktım.

Hayatımın her anında zorlanacağımı düşündüğüm İstanbul bana kollarını açmış, ben de ona kocaman sarılmıştım.

Burada yaşayacak daha çok şeyim vardı.  

*

Sonrasında bir gece, ilk misafirlerim evimden gittikten sonra bulaşıkları kaldırmış Camera Osbcura dinliyordum, This is Love (Feels Alright). Gözlerim uykusuzluktan yarı bulanık. Ama her şey güzel. Ayaklarımı uzatmış, keyif yapıyordum. Bir gazoz açmak için kalkacak enerji bile bulamazken ama gece 01.21 olmasına rağmen hala neşeliyken…. 

* 

Sabah olduğunda yeni işime gideceğimi, yeni arkadaşlarımla sonsuz kadar konuşup her şeye alışmak için kendime zaman tanıyacağımı biliyordum. İlerleyen zamanlarda iş hakkında binlerce soru soracak, çoğu şeye çok şaşıracaktım. Her gün çıktığımda küçük küçük mutfak alışverişleri yapacak, tıpkı hayallerimdeki gibi istediğim kadar cornflakes alacaktım. 

İstediğim kadar Berry içip, seyredilmemiş son romantik komedi filmlerini de seyredecektim.  

Bir şeyleri sıfırdan kuracak, bir şeyleri yoluna koyacak, bir şeyleri unutacaktım. 

Gerçekten de burada yaşayacak daha çok şeyim vardı...

2018/1

11:05


2018'in başında, Ocak'taki doğumgünüm henüz yeni geçmişken, bu bloga şöyle bir şey yazmıştım: 

"Bundan sonra insanları artık dinlemek istemiyordum. İnsanlar konuşuyor, bağırıyor, tavsiye ve akıl veriyor ve durmaksızın anlatıyordu. Benden artık bu kadardı. Canım biraz bu şehirde biraz o şehirde olmak mı istiyordu, tamamdı. Olacaktım. Tüm şartları hazırlayıp hop diye uçacaktım. Her yerde bir şeylere zaten dayanacaktım.

Ama en sonuna dek yaşamak ve bitirmek istiyordum, bahar geldiğinde ben bu uykudan zaten uyanacaktım."

Bahar gelmişti. 

Ve ben bu uykudan, gerçekten de uyanmıştım.

*

Bu senenin başında, bitmek bilmeyen ve artık dayanılmaz hale gelmiş çene ağrılarıma (bruksizm) tamamen rastgele bir şekilde -şimdilik geçici de olsa- bir çözüm bulmuştum. Bundan 6 ay önceki ben'e göre inanması güç bir şeydi: Sabahları gece boyunca birisi çenemde kickboks çalışmış gibi değil de, insanca uyumuşum gibi hissederek uyanmak. 

25 yıllık hayatımın en güzel sabahları... 

*

2017'nin son gününde bir yere şöyle bir şey yazmışım, muhtemelen o anki ruh halime göre bile karamsar ama yine de: "Güzel olan her şey gitmiş de ben sadece biraz daha devam etmeye çalışıyormuşum gibi."

Her şey nasıl bu kadar çabuk değişebilir...

Artık ışıkları kapatabiliriz; çünkü ben taşınıyorum. Her insan göbek bağının kesildiği yere, o yüzden ben de İstanbul'a. "Canım biraz bu şehirde biraz o şehirde olmak mı istiyordu, tamamdı" derken farkında olmadan ne kadar ciddiymişim.

Bir gün Sabiha Gökçen'de oturmuş, bu şehirde yaşasam nasıl olur diye düşünüyordum: Ruhum Suadiye'deyken ben en fazla Pendik'te mi olabilecektim? Kiralar yüksek, ben tek başımaydım; evde tek başıma korkar mıydım? Herkes kaçarken ben neden buradaydım?

Bunlar olurken, bir taraftan İstanbul'da iş görüşmelerine gidiyordum, onlar bambaşka bir dünyaydı: Tanışma, mülakat, kişilik envanteri, genel kültür genel yetenek testleri, ikinci mülakat... Her eve dönüşümde biraz daha Ankaralıydım: Biraz daha umutsuz ama biraz daha kararlıydım.

Bir mola.

Güzel bir akşam güneşinden daha çok sevdiğim çok az şey var.

Güzel bir akşam güneşinde, elinizde Berry'nizle Anıttepe'de salınarak yürüyebilir ve arkadaşça sohbetler edebilirsiniz.

Ve güzel bir akşam güneşine karşılık gelen haberler bir bir gelmeye başladığında bir şeyler de değişmeye başlamıştı. O zamanlar farkında değildim, bu öylesine bir anıdan torunlara anlatılacak bir hikayeye evrilirken etrafta şaşkın şaşkın dolaşıyordum.

Ailem iyi ki vardı.

*

Bu, Kuzey'den gelen rüzgâr...

Bu rüzgârı nerede olsam tanırım.

*

Sonra kendimi bir anda bambaşka alışveriş listeleri arasında bir yerde buluyordum: Kendime yazlık gömlek almalıydım, iyi bir nemlendirici, belki bb krem, topuklu ayakkabı, tiril tiril bir elbise... Yer yer kendimi şımartacaktım, yer yer şaşıracaktım.

Her şey hızla değişiyorken, acaba daha neler yaşayacaktım...

ENDÜSTRİ VE ÖRGÜT PSİKOLOJİSİ -2-

04:05

Blogda yazmaya geri dönmüşken bana Psikoloji hakkında en çok sorulan sorulardan bir kısmıyla devam edeyim. Endüstri ve Örgüt Psikolojisi yazımın ikinci bölümü başlasın o halde. Birincisi için tık.

Mezun olmaya yakın ya da yeni mezun Psikoloji öğrencilerinden en çok duyduğum sorulardan birisi bu. KPSS ile atanamayacağını fark eden mezunlar doğal olarak özel sektörü didiklemeye başlıyor. Bizim mesleğimizde devlet alımları az, özel sektör alanımız az, ama mezunumuz çok. Her şey bu noktada başlıyor. İktisadi-İdari Bilimler mezunları gibi çoğu alana sızamıyoruz. Sızmaya çalışınca da ilerleyemiyoruz. Kariyer.net gibi sitelerde "Psikoloji" şeklinde arama yapınca karşınıza özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri, belki birkaç özel hastane (klinik psikoloji olarak) ve İnsan Kaynakları ilanları çıkıyor. Mezun profilimiz olarak yakında Amerika standardına ulaşacağımıza inanıyorum, kinikçiler azalıp iş yeri ve örgüt psikologları artıyor.

Ankara'da bir hastaneler kompleksinin İnsan Kaynaklarında çalıştığım için sürekli olarak psikoloji bölümü stajyer başvurusu alıyorum. Başvuruyu yapanlar ısrarlı bir şekilde klinik isterken onlara detaylı olarak hasta mahremiyeti sebebiyle çoğu özel hastanede klinik stajyerine izin verilmediğini, isterlerse İK'da staj yapabileceklerini söylüyorum ama ne yazık ki 2 senedir kabul eden tek bir öğrenci bile çıkmadı. Ancak mezun olduktan sonra mezun olanların çok büyük bir kısmı hayallerindeki gibi klinikçi olarak çalışamayacağının farkında değil. Hatta, klinik psikoloji yüksek lisansından mezun olanların klinikte hayallerindeki gibi çalışacağı bile kesin olmuyor. Üniversitelerde Endüstri ve Örgüt için daha çok yer açılmalı, öğrencilere bu bölümün avantajlarından da bahsedilmeli ki teşvik edici olsun. Öğrenciler maalesef örgütü daha çok "klinik olmayınca buna razı gelmek" olarak algılıyor. Oysa yurtdışındaki araştırmalara göre İK, en çok gelir getiren psikoloji alanlarının başını çekiyor. Psikoloji bölümünün bizdeki toplumsal algısı sebebiyle Örgüt, tam olarak "Psikoloji" değilmiş gibi geliyor. Oysa sürekli personel görüşmesi yapıyor, gerektiğinde psikoterapi yapıyor, bir klinikçinin yapmadığı kadar kişilik analizi yapıyor, işe alım yaparken uzmanlaşıyor ve bir kariyer yoluna girmiş oluyorsunuz. Çoğu yerde yönetici adayı olarak yetiştiriliyorsunuz.

Ama ben sizi biliyorum. Psikoloji öğrencisi genelde çok hırslı olmuyor, bir "yöneticilik" beklentisi içerisine giremiyor.

Bu sefer alanın içerisine istilalar başlıyor. Çoğunlukla İİBF mezunları birkaç kişisel gelişim/psikoloji eğitimi alıp kendilerini danışman ya da koç ilan ediyor. Psikolojinin kliniğin içine kaçması yüzünden psikologlar sadece kişilerle bire bir görüşme yapma yetkinliği varmış gibi algılanıyor. Oysa kendinizi biraz daha farklılaştırıp, Stanford-Binet ve WISC test eğitimlerinin içerisinden çıkıp koçluk eğitimleri alıp kurumsal şirketlerde eğitim uzmanı ya da danışman olarak çalışabilirsiniz. Haliyle, klinik psikolog olarak alacağınız maaşı en az iki kat arttırabilirsiniz.

Ama ben sizi biliyorum. Psikoloji öğrencisi genelde maaşın derdinde de olmuyor. Önemli olan iş tatmini diyorsunuz, başka bir şey demiyorsunuz. Bu yüzden sizleri çok seviyorum ama, bir ama var:

Adalet Bakanlığında ceza ve tevkif evlerinde psikolog olan arkadaşlarıma "iş tatmini nasıl?" diyorum bir hevesle. "Eh işte. Cezaevindekilere dantel örneği çıkartıyoruz bilgisayardan bazen. Bire bir görüşme yapamıyoruz yer sıkıntısı yüzünden. Ya da mahkumun suçunun niteliği yüzünden bire bir kalamıyoruz. Ama maaşları iyi."

Sağlık Bakanlığında çalışan arkadaşlarım biraz daha mutlu. Maaşları da iyi. Çalışma saatleri de. Ama Sağlık Bakanlığı alım yapmıyor. Alım yaptığında ise puanlar çok yükseliyor. Sağlık Bakanlığındaki mesleki tatmininiz, biraz şansa kalıyor. Beraber çalıştığınız psikiyatristin psikolojiye olan bakış açısına kalıyor daha doğrusu.

Özel eğitimlerde mesleki güvence olmadığı gibi maaşlar da düşük. ASDEP'lerde sözleşmeli olarak çalışıldığı için sözleşme bitiminde yine sıfırdan ortada kalıyorsunuz.

Adliyelerdeki psikologlar, mahkum ya da mağdurlarla birebir görüşme yapamıyor, yazdıkları raporlar hakimin düşüncesine bağlı olarak ciddiye alınıyor ya da alınmıyor. Detaylı bir görüşülme, tanı vs mümkün değil. Yine "yer sıkıntısından", danışan mahremiyeti etik ilkelerin dışına çıkıyor.

Özel hastanelerde klinik psikolog olarak başladığınız zaman bir miktar ücret + prim/hak ediş şeklinde çalışıyorsunuz. Örneğin bir arkadaşım İstanbul'da bir hastaneyle 1500 tl net maaş + baktığı hastaların muayene ücretinin %10'u şeklinde anlaşmıştı.

Fazla uzatmayacağım. Türkiye'de psikolog olarak çalıştığınız yer çok büyük bir ihtimalle size dört dörtlük bir mesleki tatmin sağlamayacak ve başladığınız yerde durmanızın tek sebebi yine maaşı olacak. Türkiye standartlarında çalışıp yaptığınız işten gerçekten tam anlamıyla tatmin sağlamanın ne kadar zor olduğunu, eminimi ki siz de yakında göreceksiniz.

Peki ya senin hayatın nasıl gidiyor diye soracak olursanız...

Her ne kadar şimdiye kadar beyaz yakalı olarak çalışmaktan memnun olsam da, her X kuşağı bireyi gibi ben de içten içe 9-5 çalışmanın rahatsızlığını hissediyorum. İK'da olmaktan bağımsız olarak, düzenli bir işte çalışmanın kesinlikle kişinin yaratıcılığını engellediğini düşünüyorum. Şimdilerde daha farklı şeyler düşünüyorum, bir psikolog olarak ülke sınırlarının içerisinde ve dışarısında elde edebileceğim tüm alternatifleri genç yaşımda keşfetmek ve 30'larımın başında ne istediğimden tamamen emin olmak istiyorum. Öte yandan bizler gezmek, araştırmak, bunları yayınlamak ve bu şekilde hayatını sürdürmek isteyen bir nesiliz. Çeşitli keyifleri olan ve bunlardan taviz vermek istemeyen bir nesil.

Ta ki diplomasını eline alıp ne yapacağını bilemez halde evde oturup beklemeye başlayana kadar...

HAYDARPAŞA'YA KARŞI

03:03


Bir süredir kendimi hiç dinlemiyordum. Uzun bir süredir.

Ben kendimi dinlemezken kendim 25 yaşına girdi. 25 yaşına girdiğim gün, İstanbul’da vapura binmiş Haydarpaşa’ya karşı sahlep içiyordum. 

*

Bu bloga anlatacak, yazacak o kadar çok şey var ki. Defterimde yazalı aylar geçmiş olan ve artık yapmadığımı anlayınca daha fazla duramayıp sildiğim to-do-list'lerde pek çok blog yazısı var. Planlanmış, fotoğraflanmış, düzenlenip siteye bile yüklenmiş ancak hiçbir şekilde yayınlanmamış. Mesela hala 2017 değerlendirmesi var. 2018 beklentileri var. Hayaller hayalkırıklıkları var. İnanır mısınız, sevdiğim allıklar hakkında bir yazı bile var. Bu benim, Aralık ayının son haftasında takıp geçtiğimiz aya kadar uğraştığım bir şeydi.

Sizin haberiniz yokken çekilmiş ve editsiz haliyle 3 saat kadar süren videolar vardı. Eskisi gibi. Siz bilmiyorken, duymuyorken o kadar çok şey anlattım ki. Kocaman bir ifade etmeler dünyasında olabilecek her şekilde anlattım. Çok konuştum. Çok yazdım. 

*

25 yaşına girdiğimde Haydarpaşa'ya karşı sahlep içiyor, hayata dair pek çok şeyden emin oluyordum. Aslında biliyor musunuz, her şeyden emin oluyordum.

*

Güzel bir an.

*

Bir süredir çok yoruluyordum, her yere koşuyor her şeyi kontrol altında tutmaya çalışıyordum. Düzen getirecekken dağıldıkça dağılmış, bir noktadan sonra eve kendimi atıp bir köşede uyuyakalana kadar dizi seyretmeye başlamıştım. Bunlar için kendimi suçlamayacaktım. 24 yaşımın muazzam coşkusu beni bir sene uyuşturmuştu ama sonlarına doğru artık bir şeyler değişiyordu. Hayatım değişiyordu. Güneş sanki Aralık ayının sonlarına doğru Ankara'dan gitmişti. Valizini hazırlamış, eşyalarını özenle kutulara yerleştirmiş, gitmişti.

Bundan sonra insanları artık dinlemek istemiyordum. İnsanlar konuşuyor, bağırıyor, tavsiye ve akıl veriyor ve durmaksızın anlatıyordu. Benden artık bu kadardı. Canım biraz bu şehirde biraz o şehirde olmak mı istiyordu, tamamdı. Olacaktım. Tüm şartları hazırlayıp hop diye uçacaktım. Her yerde bir şeylere zaten dayanacaktım.

Ama en sonuna dek yaşamak ve bitirmek istiyordum, bahar geldiğinde ben bu uykudan zaten uyanacaktım.

*

25 yaşına girdiğim gün, ileride nerede olmam gerektiğine dair kesin bir içgörüm vardı. Haydarpaşa'ya karşı ayaklarımı uzatmış, keyif yapıyordum. Uzun zamandır hissetmediğim bir berraklıkla her şeyi görebiliyordum. O an mutluydum, bir anlığına olmam gereken yerde olmam gereken saatte tam olarak kendimle buluşmuş gibiydim. Benim için 24 yaşım gerçekten tam da orada bitmişti ve sonunda yeni kendime kavuşmuştum.

Ben gerçekten de bu şehirde doğmuştum.