DURUN, BEN HO’DAYIM!

06:09


Gerçek bir “home office’te neler yapıyorum” yazısı. Çünkü neden olmasın?


Uzun, çok uzun zamandır home office’teyim, bir süredir de İstanbul’dayım. Evdeyim, kendi evimde. 24 saatim nasıl geçiyor, size biraz anlatayım:


Sabahları 6:55-7:00 gibi kalkıyorum, bazen tembellik yapacaksam ve biraz uykusuz kalmışsam 7:30. Mesaimin resmi olarak başladığı saat 7:30, genelde bu saate uymakla beraber bazen 8’e kadar esnetiyorum (güne 8’deki bir toplantı ile başlayacaksam). Her sabah istisnasız, işe gider gibi hazırlanıyorum: Giyiminden, makyajına kadar (hoş, makyaj anlayışım kaşlarımı taramak ve yüz ve dudak nemlendiricisi sürmek olduğu için çok büyük bir olay olmuyor). Bu sene Massimo Dutti’den iki tane loafer almıştım, bej ve kahverengi. Bej olanı dışarıda çokça giydim ancak kahverengi olan kendi kendisine ev ayakkabısı oldu. Bilgisayarı ve balkon kapılarını açtıktan sonra epey bir su içiyorum ve ardından kahve için su koymaya gidiyorum. İsveç’ten getirdiğim kahveler çok şükür ki hala bitmedi, kahvenin yanında bayram tatilinde Ankara’da kuruttuğumuz armut kurularından 1-2 dilim yiyorum. Öğlene kadar tüm yiyip içme bundan ibaret oluyor: 1 litreye yaklaşık, günümdeysem 1.5 litre su, 2 bardak kahve, 2 dilim armut kurusu. Açsam, salatalık yiyorum. Çok açsam, 2-3 salatalık yiyorum. Ardından tabii ki bilgisayarın başına geçip bire bir görüşmeler, toplantılar, bitmeyen telefon konuşmaları, Cisco’lar...


Genelde yoğun çalıştığım için öğle arası çok hızlı geliyor. O gün ortalık biraz sakinse bazen televizyonu açıp haberleri epey kısık seste dinliyorum. Sabahları genelde “kafam almıyor”. Arkada mırıl mırıl seslerin olmasını bazen seviyorum, bazen ona bile tahammül edemiyorum. Ardından öğle arası adını verdiğim bölüm başlıyor.


Öğle arası benim için telefonu yakınımda tutarak kahvaltı hazırlamak (çünkü telefonum hiç susmuyor!). Kahvaltı yapmayı çok sevdiğim ve gün içinde birden çok kere yemek hazırlamak istemediğim için öğle arasını kahvaltıya ayırıyorum. Kahvaltılarım çok güzel, gerçekten eminim ki siz de çok seversiniz: Bu aralar zeytinli ve kekikli ekşi mayalı ekmeği zeytinyağında hafifçe kızartıyorum, yanına biraz tatlı biber ve domates kesiyorum, üzerine labne ve bazen kahvaltılık sos sürerek yiyorum. Bazen ise tamamen semizotu ve dereotundan oluşan bir salatanın yanında haşlanmış yumurta yiyorum. Kahvaltıda tatlı şeyleri bir tek haftasonu yiyorum, ama haftaiçi kahvaltısından sonra nektarin yemeyi garip bir alışkanlık haline getirdim bir süredir. Kahvaltı yaparken dizi seyrediyorum biraz, bazen erken bitirip biraz uzanıyorum. Keyifli bir dinlence...


Öğleden sonrası o kadar hızlı geçiyor ki, o kadar olur. Bir bakmışım 16:30 olmuş aslında mesai bitmiş. Genelde mesaim bu saatte hiçbir zaman bitmiyor, en iyi ihtimalle 17:30’da biraz bırakmış oluyorum. Ardından ev kıyafetlerine geçiyor iyice rahatlıyorum. Ardından akşam yemeği. Akşam yemeği için her şeyi yapabilirim, bu çok değişiyor. Gerekiyorsa akşam yemeği bulaşığı sonrası biraz daha mesai. Sonrasında ise üşenmeme ve yemeğin ağırlığının üzerime çökmesine asla izin vermeden giyinip kendimi dışarı atıyorum. Geçen sene böyle değildim, bu sene enerjim gün içinde çok yüksek oluyor, bunu atmak istiyorum.


Biliyorsunuz, Küçükyalı’da oturuyorum. Sahile 5 dakika mesafe gibi bir yakınlıktayım. İyi günümdeysem, iyi günümüzdeysek S. ile, Erenköy’e kadar yürüyoruz. Biraz daha üşeniyorsam ya da üşeniyorsak, Suadiye’ye kadar... 


Erenköy’e kadar yürüdüysem muhtemelen Klar’a gitmişimdir, dönüşte ihtiyacım varsa İtimat’a uğrayıp tulum peyniri ve ev yoğurdu yapmak için süt alacağımdır. Suadiye’ye kadar gitmişsem, %95 Comfy’deyimdir, %5 Grandma’da. Buraları seviyorum, sanıyorum biraz da seviliyorum. Buralar Bakery kültürünün olduğu yerler: Sıcacık çörekler yiyebileceğiniz, taze ekmeğinizi alabileceğiniz, kahvenizin her zaman sizi mutlu edeceğinden emin olduğunuz yerler... En azından benim için. 


Akşam eve bir yürüyüşle dönüyorum, bu bazen her gün, bazen iki günde bir yaklaşık 10 km yol demek oluyor. Bu yolda müzik dinlemek beni bazen sıkıyor, duruma göre podcast dinliyorum, Ankara radyosu Maxfm’i dinliyorum veya Kur’an dinliyorum. Değişiyor.


Sanırım son aylarda kendime soda içme alışkanlığı da kazandırdım. Sodayı da sayarsak günlük 3 litrenin üzerinde su tüketiyorum (kahve vs hariç). Akşam eve geldiğimde o soğuk sodayı içmek güzel bir ritüel. Bazen karanlıkta oturup, bazen kitap okuyup, bazen televizyon seyredip, bazen ev işlerini hallederken o soğuk sodayı içmek ne kadar sıradan ama ne kadar iyi hissettiren bir davranış...


Yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birisi yemek tarifi okumak, yemek fotoğraflarına bakmak, videolarını seyretmek, kitaplarını araştırmak, - yemekle alakalı her şey! Yemeğe karşı bu ilgime şaşırmıyorum: Anne genlerimden gelen ekmekçilik, Avrupa’nın bakery kültürüne duyduğum ilgi ile harmanlandı ve ortaya ileride ne zaman kendi bakery’sini açacağını merak eden klasik beyaz yakalı genç kadını ortaya çıkardı... 


Genelde en geç 12 gibi yatıyorum. Gece birkaç kere uyanıyorum, hatta bazen gece kalkıp salondaki Poang’ımda oturup ya da uzanıp dışarıyı seyrediyor ve geceyi dinliyorum. Kendi evimde olmak, 2020’de benim için en büyük şükür sebebi sanırım. Bazen buna o kadar şükrediyorum ki, nazar değdireceğimden bile korkuyorum. Rahat rahat banyo yapabilmek, yemek yapabilmek, istediğini istediğin saatte istediğin şekilde yapabilmek, istediğini eve alabilmek istediğini alıp satabilmek, evine misafirlerin gelmesi, onlar için hazırlık yapmak...


Bunun dışında standart bir home office günümü hareketlendiren şeyler, S.’nin eve gelip tatlı getirmesi veya fotoğraf çekmek için evin bir kısmını kullanması, komşularla sohbet etmek, akşam arkadaşlarla buluşmak yeni bir yer keşfetmek, Çevre kulübüyle ekip toplantısı yapmak, arabayla bir yerlere kaçmak gibi şeylerden oluşuyor. Bazen de öğle arası dışarı çıkıp farklı bir yerde çalışıyorum.


Bu sene, garip bir şekilde kendimi çok iyi hissediyorum. Garip bir şekilde değil gerçi, üzerine çalışılmış, işlenmiş ve elde etmek için çaba sarf edilmiş bir iyilik hali bu... Sahip olduklarım bana daha güzel geliyor, kendim de kendime daha güzel geliyor. Uzun bir süre evde olmak beni dalgalandırdıktan sonra dingin bir yaz akşamı denizine çevirdi. Çoğu zaman çok yoğun çalışsam ve bazen bundan bunalsam da kendi evimde olmanın güvenli rahatlığı içerisindeyim. Sevdiğim insanlar etrafımda, yakınımda, ailemin bir kısmına uzağım ancak 3 saatte yanlarına gidebilirim, hepimiz güvendeyiz. Günü arkada bırakıp akşam sahile kaçmak ve uzun yürüyüşler yapıp sevdiğim bir kafede kahve içmek, sahipleriyle Ekler’in içindeki Şu hamuru üzerine sohbet etmek bana öyle yetiyor ki, iyilik hali ile dolup yaşıyorum. 


Haftasonları ya da olası tüm tatillerde bambaşka bir yaşam modeline geçiyorum, o ise başka bir yazının konusu. Şimdilik benden bu kadar, artık latte’min parasını da ödeyip Klar’dan kalkabilirim... 

SICAK SULARA!

00:57

Büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum.


Son büyük kuşların kanatlarını esneterek gittikleri yerdeyim, büyük dağların güvenli gölgesinde. Güneşin doğmasına tam olarak 27 dakika var ve hava hafif üşütüyor. Yer yer arabalar geçiyor, bu saatte madenlerdeki vardiya değişim işçileri, kargo şirketi nöbetçileri, en yakın hastanedeki gece hemşiresi ve sen ve ben hariç herkes uykuda. Bu serin anı hep birlikte, güzellikle paylaşıyoruz. 


Sabaha kadar yürüdüğümüz ve mırıl mırıl konuştuğumuz şeyleri düşündüğünde işte buradayız: Ferah çayırlardan sıcak sulara koşup büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum. Biraz zahmetli bir yoldu, bazen bıkmıştım dönüp gidesim gelmişti, bazen kaçmasın diye garlarda kendimi beklemiştim, bazen ise hareket bile edememiştim... Dikkatsizleşmiş, sessizleşmiştim; bazen çok yemiştim bazen bir damla su içecek canım yoktu, bazen ağırlaşmış çoğu zaman daracık koltukta yayılmıştım...


O atalet hali, o hatırasızlık... 


Dağılarak ve yeniden birleşerek oluşan her şey gibi ben de kendimden beklenmeyecek bir güzelliğe kavuşmuştum: Kusurlu olanın güzelliği... Güneşin doğmasına 23 dakika kala oluşan, ufacık bir esse uçup gideceğim herhalde güzelliği... 


Yepyeni bir duyuydu bu, görmek veya işitmek gibi değildi bu içten gelen, insanı yukarıya çıkartan çıkartan çıkartan... Ayak parmaklarımı iyileştiren ve günün her saati, uyuduğum veya uyanık olduğum veya ikisi de olmadığım her saati içime yerleşip canlılık veren... Büyüyen ve genişleyen, bazen sığmayan, bazen durulmayan, bazen anlaşılmayan, bazen bazen...


İyi hissetmenin en güvenli hali değil mi bu, iyi hissetmenin en doğal hali değil mi?


İyi hissetmenin en yalın, en tek başına da var olabilen hali değil mi? 


Ferah çayırlardan, sıcak denizlere koşuyorum ama az bir koşmak değil bu, içimi açarak, sarılarak, kucaklayarak bir koşmak... Güneşin doğmasına 17 dakika kala beni hala ayakta tutan, hatta bütün gece heyecanla ertesi gün gidilecek semt pazarını, yapılacak erik marmeladını ve belki binbir daha basit şeyi düşünerek heyecanlandıran... İyi hissetmenin en sevilen hali değil mi?


İyi hissetmenin en yorulmuş hali bu değil mi: Comfy’de Nick Mulvey dinliyor güzel bir Cappucino içiyoruz, Cuma mesaisi bitmiş, çantalar etrafa serilmiş ve dışarıda bir hayat olduğunu iki günlüğüne tekrar keşfetmişiz; ışıkları iyice kısıyorlar, vaktin artık üşenme şansımız olmadığı saate kadar ilerlemesini bekliyoruz... 


Adımlayarak buraya kadar gelmiştik gerçekten de, günde 15 kilometre yürüdüğümüz zamanlar vardı ve hiç az değildi, bazen duracak gibi olduğumda içeriden gelen “hadi, hadi!”leri çok sevmiştim, denizin, güneşin, varlığın, başıboşluğun, aylaklığın, her şeyin içinden geçmiş... Bir noktada sersemlemiştim, iyi olmanın en dingin hali olmuştuk birlikte. İyi olmanın en dingin haline varabilmek için o kadar çok yol katetmiştik ki... O kadar çok, o kadar çok hareket etmiştik ki... İmkansız gibiydi. 


İmkansız olan her şeyin akıp gittiği, imkansız olan her şeyin Portland’ın sisli ormanlarına çöken ve Ford sileceklerinin asla yetişmediği yağmurları gibi yaşamlarımızdan akıp gittiği çok şey geçmişti. Bir süre sürer ve geçer diye beklediğimiz ancak uzun süre peşimizi bırakmayan tüm o imkansızlar... İmkansız gülüşler, imkansız Batı’ya sürüşler, imkansız pazar sabahı pancake’i... 


İyi hissetmenin en imkansız hali bu değil miydi: Kendini en sonunda sıcak sulara attığında ve arkana bakmadığında aniden artık korkmadığını farkettiğin, artık uğraşmadığını fark ettiğin, artık savaşmadığını fark ettiğin, artık artık artık... Güneşin doğmasından sonra yaşadığın bir sevinç hali bu, bir yeniden birleşme, genleşme hali, bir yeniden gerçekleşme hali... 


İyi hissetmenin, yemek kitaplarına konu olan hali...


Nesilden nesile, anlatılan hali...