HER ŞEY DAHİL "2m²"

11:21



“Nasa son yıllardaki en büyük güneş patlamalarından birini yaşadığımızı açıkladı, etkileri yarın Dünya’dan hissedilecek.” 


Bir gece atağı ile bu sefer evdeki bez çantaları ve kupaları temizliyorum. Diyar diyar dolaşılıp toplanmış bez çantalar holde yerde, cumartesi gecesi kendilerinden sonsuza dek vazgeçilmiş olma krizini gerçekten atlattıklarından emin olmak için pazar sabahının olmasını ve aklı başında bir şekilde tekrar gözden geçirilmeyi bekliyorlar. Kupalar da mutfak tezgahının üzerinde… Evde çok fazla kupa var ve çok fazla kupa ne yapılır bilmiyorum. Çay kahve köşesi diye çıktığım yolda son kullanma tarihi 2020 yılı olan İsveç’ten getirilmiş ve hiç açılmamış çaylar buldum. Bir tanesinin üzerinde passionfrukt yazıyor. Açıp kokluyorum ve gerçekten nefis kokuyor. İçilmemiş, kalmış. Kendimden, para harcama şeklimden ve biriktirdiklerimden anlık nefretler ediyorum. Meksika’dan gelmiş vanilyalı Nescafe. Çöpe. İspanya’dan seneler önce gelen arkadaşın getirdiği bir başka kahve… 2021 yılında SKT’si olmuş. Çöpe… Kupalar tezgahın üzerinde emir bekleyen askerler gibi bekliyorlar, ağızları açık… Bir iç sıkıntısı ile dışarıdaki fırtına sebebiyle sürekli kesilen kablolu yayında açık bir kanal bulabiliyorum: Jackie Chan’in bir filmi, korkunç bir dublajla birlikte. Jackie Chan o kadar genç ve film o kadar eski ki, bir türlü bildiğim bir seneye oturtamıyorum. O halde 80’lerdedir… İnanılmaz detaylar var filmde, ama bir tanesi çok hoşuma gidiyor: Jackie Chan (tabii ki genç, başarılı bir polis rolünde), bir alt geçitte üzerine yerleştirilmiş bombayı çıkartıp bir arabaya bağlıyor ve arabadan çıkarken gömleğini ve atletini alıp koşmaya başlıyor. Jackie Chan’in atleti ve gömleği olmadan patlamak üzere olan bir arabadan kaçmaması keyfimi yerine getiriyor. Kesin 80’lerdedir diyorum, kesin… Reklam arasının ısrarla bitmesini bekliyorum filmin adını öğrenmek için, Süper Polis 2 çıkıyor. Bu film sanki ben çocukken babamın seyredeceği bir film gibi… Geçmişe, çocukluğuma uzanıp o zamanki babamla bir bağlantı kuruyorum olduğum yerde… Saat bir anda 00:15 oluyor ve resmi olarak pazar kahvaltısını beklemeye başlayabileceğimi düşünüyorum. 


Son haftalarda canım sıkkın. Genel olarak canım en çok sıkan şey: Maruş’un ishal olması gerekiyor. Yaa, şaşırdınız değil mi, eminim bunu beklememiştiniz. Bağırsaklarını boşaltmamız gerek. Bir kedinin ishal olması ne kadar zor olabilir? Olamıyor. Bu artık aramızda bir direnç yarışı haline geldi gibi hissediyorum. Yemesi gereken mamaları isteyerek yemiyor, yemesi için zorla kabında bırakınca yiyip kusuyor. Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. Ve bir seferlik tuvaletini fazla fazla yapması gerekirken, yapmıyor. Bu durum beni yordu ve kabızlığı sebebiyle yürümesi problem olmasa tamamen peşini bırakacağım ama bırakamıyorum… 


Geçtiğimiz haftalarda Maruş’u evde bırakıp Ankara’ya gitmem gerekti iş için. 36 saat. Sırf bu durum sebebiyle 36 saat evden uzakta kalmak (komşumuz tam 4 kere gelip bakmış olmasına rağmen -ki böyle bir komşu herkese nasip de olmaz) inanılmaz bir eziyet haline geldi. Ben kedi bakamıyor muyum diye düşündüğüm, geceleri kabuslar gördüğüm anlar yaşadım. Çok uzatmak istemiyorum ama, bu durum beni üzdü ve işte dediğim gibi, yordu… Kardeşimi bekliyorum İstanbul’a gelmesi için. Gelsin ve ben bu b.ktan gündemden kurtarayım. Ya da en azından bu b.ktan gündemi paylaşacağım birisi olsun… (Bu konuyu kafama çok takmıştım ama sonrasında tuhaf tesadüfler sonucunda bu konuyla ilgili garip bir video seyrettim. Kedilerin arctuarian olduklarını, tıpkı bir yenidoğan çocuk gibi anne figürüyle iktidar yarışına girmek için, veya işte üstündeki ilgiyi devam ettirmek için, veya kendilerinin ona bakım veren insandaki yerini test etmek tuvaletlerini yapmayabileceklerini söylüyordu, vesaire vesaire. İnanılmaz aydınlanmıştım!) Ne diyordum, Ankara’ya gittim… O kadar güzel denk geldi ki, gitmişken Çatı’da bir öğle yemeği fırsatı da bulduk… 


Off, ne desem. Çatı benim sıfır noktalarımdan birisi. Aslında böyle değildi ama geçen sene kardeşimle benim için çok uzun bir aradan sonra birkaç kere gidip çok tatlı vakit geçirmiştik ve artık Çatı benim için onunla kış günü tabaklarımızı fütursuzca tepeleme doldurmak, hala üniversiteli ve 20’lerinde olmak, hala ne kadar yiyorum derdinin olmaması ve hala hayatın getireceği gerçek sorumlulukların farkına varmamış olmak gibi hislerle ilişkilendi. Çatı, insanın dertsiz hayatının uzakta kalan gerçeküstü bir minyatürü gibiydi. Zamanın durduğu bir nokta, zaman içeride artık akmıyor. Figüranlar değişiyor ama menüler bile aynı… Hala aynı çukur tabakları çikolata çorbası haline getirecek şekilde profiterol ile doldurmak istiyorum. Hala aynı çukur tabaklarda kabak tatlısı üzerine bir de mozaik kek almak istiyorum. Böyle şeyler yapmak istiyorum sonra hepsini yemek… Ve yetişkin debit kartımı kardeşime vererek bize yemek üstü bir de çay ısmarlamasını istemek… O zaman kedi b.kunun miktarını düşünmüyorsunuz ve bu size o an için inanılmaz iyi hissettiriyor… İçeride çalan 2020 başı müzikleri… Her şeyiyle bir bütün… 


Pazartesi günü yürüyüşünü yaparken bir anda Stollen ekmeğimi yapmak için uygun bir zaman bulduğumu düşündüm. Aslında bizim Karadeniz’de yöresel bir ekmeğimiz var: Balkabaklı, pırasalı, içine tatlı patates bulup koyduğunuzda tadı arş-ı âlâya çıkan, bulamadığınızda normal patates ile de kendini yutturmayı başarabilen mısır unlu bir ekmek. Buna “miritözüm” deniliyor. Kışın annemle birlikte evlerimizde bunu sıklıkla yapıyoruz ve ikimiz de yemeyi de yapmayı da çok seviyoruz. Seneler içerisinde bu bizim sevgi dilimiz haline geldi. Annemle birtakım yapılış farklılıklarımız var, ben fırında yapmayı severken o ocağın üzerinde yapmayı tercih ediyor. Ben balkabağı tadını yükseltmek için içine çok azıcık şeker de koyuyorum. Ve fırında kurumasını engellemek için de süt veya süt kreması veya sadece krema… Annem ocaküstü sevdiğinden bunların hiçbirini tercih etmiyor ama onun yaptığı ekmek de inanılmaz lezzetli. Daha organik, daha ehlileştirilmemiş bir tat. Annem herkesin bu ekmeği sevmesini de çok umursamıyor. Gelenekten gelmek böyle bir şey. Ben ise yaptığım ekmeğe herkes bayılsın istiyorum. Aslında biraz da fazla uğraşmayı seviyorum. Bana göre terapötik olan bu uğraşma eylemi, annem için orijinalinin bozulması. Ama yine de iyi anlaşıyoruz ve her çeşidini severek yiyoruz… 


Ne diyordum… Miritözüm. Bu ekmeğin yapım videosunu evde kendi kendime birkaç kere çektim ancak yayınlamak için yeterince iyi olmadığını düşündüğüm için iki seferde de kaldı. Aslında genel olarak mutfakla ilgili hayallerim var. 2 metrekarelik mutfağımda o kadar çok şey yaptım ve o kadar çok şeyle uğraştım ki bunun eğlenceli bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Salona açılan servis penceresinden beni izleyen arkadaşlarım da genel olarak aynı fikirdeydi hep. Ama işte… Niye olmadı? Konseptim bile hazırdı: "2m²". Evet bu kadar. 2 metrekare (aslında bence o kadar bile değil) olmayan mutfakta aslında ne kadar keyifli vakit geçirilebileceği üzerine bir şeyler çekmek istiyordum. Mutfak sadece yemek yapılan değil, Fever Ray'in Seven şarkısında dediği gibi "7 yaşındayken aşk ve bulaşık tabletleri üzerine konuşabileceğiniz" bir yer... Biraz dertleşirdik, güzel olmaz mıydı? Öf hayaller...


Tüm bu miritözüm hikayesinden sonra artık Almanya’da denediğim ve çok beğendiğim stollen ekmeğini yapmak için doğru bir zaman olduğunu anlamıştım. 3 haftalık ekmek yapım sürecine hemen başlarsam kardeşimin beni ziyarete geldiği zamana ekmeği yetiştirebilirdim. Stollen için almam gereken her şeyi, evde halihazırda bulunan farklı bir eşiyle değiştirmeyi daha uygun buldum kendi kendime. Portakal kabuğu rendesi şekerini evde kendim yapacaktım (bir kere ocakta portakal kabuklarını şurubun içinde kaynamaya bırakınca yanmıştı, tekrar deneyecektim). Evdeki kuru üzümler az gelecekti, ben de evdeki komşunun umre hurmasından ekleyecektim. Tüm bunların yanına çok alakasız olarak bir de kavun kurusu gelmişti (haha, ne alaka değil mi? Koz’dan kuru kayısı alırken her zamanki gibi bilincimi kaybetmişim ve sonrasında kuru kavunu da stollen’e koymak iyi bir fikir gibi gelmişti -ya da kendimi buna inandırmayı tercih etmiştim). Stollen artık Almanlıktan çıkmış, yarı Levanten, yarı İstanbulite bir hale gelmişti ama yine de problem değildi. Biz iyi anlaşacaktık. Ekmeklerle genel olarak iyi anlaşıyordum ve bu durumdan memnunduk…


Eve geldiğimde ev soğumuş, hava kararalı birkaç saat geçmiş, Maruş Hanım kabındaki mamasını kıtırdatmış, kitaplığıma astığım ve evden çıkarken de açık bıraktığım pirinç ışıklar bile boş eve yanmaktan keyifsizleşmiş bir haldeydi… Şimdi diye düşünmüştüm ayakkabılarımı çıkarıp aynı anda holün ışığını yakarken; bu evi, olabilecek her şekilde ısıtmak yine başa düşmüştü…