HER ŞEY DAHİL "2m²"

11:21



“Nasa son yıllardaki en büyük güneş patlamalarından birini yaşadığımızı açıkladı, etkileri yarın Dünya’dan hissedilecek.” 


Bir gece atağı ile bu sefer evdeki bez çantaları ve kupaları temizliyorum. Diyar diyar dolaşılıp toplanmış bez çantalar holde yerde, cumartesi gecesi kendilerinden sonsuza dek vazgeçilmiş olma krizini gerçekten atlattıklarından emin olmak için pazar sabahının olmasını ve aklı başında bir şekilde tekrar gözden geçirilmeyi bekliyorlar. Kupalar da mutfak tezgahının üzerinde… Evde çok fazla kupa var ve çok fazla kupa ne yapılır bilmiyorum. Çay kahve köşesi diye çıktığım yolda son kullanma tarihi 2020 yılı olan İsveç’ten getirilmiş ve hiç açılmamış çaylar buldum. Bir tanesinin üzerinde passionfrukt yazıyor. Açıp kokluyorum ve gerçekten nefis kokuyor. İçilmemiş, kalmış. Kendimden, para harcama şeklimden ve biriktirdiklerimden anlık nefretler ediyorum. Meksika’dan gelmiş vanilyalı Nescafe. Çöpe. İspanya’dan seneler önce gelen arkadaşın getirdiği bir başka kahve… 2021 yılında SKT’si olmuş. Çöpe… Kupalar tezgahın üzerinde emir bekleyen askerler gibi bekliyorlar, ağızları açık… Bir iç sıkıntısı ile dışarıdaki fırtına sebebiyle sürekli kesilen kablolu yayında açık bir kanal bulabiliyorum: Jackie Chan’in bir filmi, korkunç bir dublajla birlikte. Jackie Chan o kadar genç ve film o kadar eski ki, bir türlü bildiğim bir seneye oturtamıyorum. O halde 80’lerdedir… İnanılmaz detaylar var filmde, ama bir tanesi çok hoşuma gidiyor: Jackie Chan (tabii ki genç, başarılı bir polis rolünde), bir alt geçitte üzerine yerleştirilmiş bombayı çıkartıp bir arabaya bağlıyor ve arabadan çıkarken gömleğini ve atletini alıp koşmaya başlıyor. Jackie Chan’in atleti ve gömleği olmadan patlamak üzere olan bir arabadan kaçmaması keyfimi yerine getiriyor. Kesin 80’lerdedir diyorum, kesin… Reklam arasının ısrarla bitmesini bekliyorum filmin adını öğrenmek için, Süper Polis 2 çıkıyor. Bu film sanki ben çocukken babamın seyredeceği bir film gibi… Geçmişe, çocukluğuma uzanıp o zamanki babamla bir bağlantı kuruyorum olduğum yerde… Saat bir anda 00:15 oluyor ve resmi olarak pazar kahvaltısını beklemeye başlayabileceğimi düşünüyorum. 


Son haftalarda canım sıkkın. Genel olarak canım en çok sıkan şey: Maruş’un ishal olması gerekiyor. Yaa, şaşırdınız değil mi, eminim bunu beklememiştiniz. Bağırsaklarını boşaltmamız gerek. Bir kedinin ishal olması ne kadar zor olabilir? Olamıyor. Bu artık aramızda bir direnç yarışı haline geldi gibi hissediyorum. Yemesi gereken mamaları isteyerek yemiyor, yemesi için zorla kabında bırakınca yiyip kusuyor. Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. Ve bir seferlik tuvaletini fazla fazla yapması gerekirken, yapmıyor. Bu durum beni yordu ve kabızlığı sebebiyle yürümesi problem olmasa tamamen peşini bırakacağım ama bırakamıyorum… 


Geçtiğimiz haftalarda Maruş’u evde bırakıp Ankara’ya gitmem gerekti iş için. 36 saat. Sırf bu durum sebebiyle 36 saat evden uzakta kalmak (komşumuz tam 4 kere gelip bakmış olmasına rağmen -ki böyle bir komşu herkese nasip de olmaz) inanılmaz bir eziyet haline geldi. Ben kedi bakamıyor muyum diye düşündüğüm, geceleri kabuslar gördüğüm anlar yaşadım. Çok uzatmak istemiyorum ama, bu durum beni üzdü ve işte dediğim gibi, yordu… Kardeşimi bekliyorum İstanbul’a gelmesi için. Gelsin ve ben bu b.ktan gündemden kurtarayım. Ya da en azından bu b.ktan gündemi paylaşacağım birisi olsun… (Bu konuyu kafama çok takmıştım ama sonrasında tuhaf tesadüfler sonucunda bu konuyla ilgili garip bir video seyrettim. Kedilerin arctuarian olduklarını, tıpkı bir yenidoğan çocuk gibi anne figürüyle iktidar yarışına girmek için, veya işte üstündeki ilgiyi devam ettirmek için, veya kendilerinin ona bakım veren insandaki yerini test etmek tuvaletlerini yapmayabileceklerini söylüyordu, vesaire vesaire. İnanılmaz aydınlanmıştım!) Ne diyordum, Ankara’ya gittim… O kadar güzel denk geldi ki, gitmişken Çatı’da bir öğle yemeği fırsatı da bulduk… 


Off, ne desem. Çatı benim sıfır noktalarımdan birisi. Aslında böyle değildi ama geçen sene kardeşimle benim için çok uzun bir aradan sonra birkaç kere gidip çok tatlı vakit geçirmiştik ve artık Çatı benim için onunla kış günü tabaklarımızı fütursuzca tepeleme doldurmak, hala üniversiteli ve 20’lerinde olmak, hala ne kadar yiyorum derdinin olmaması ve hala hayatın getireceği gerçek sorumlulukların farkına varmamış olmak gibi hislerle ilişkilendi. Çatı, insanın dertsiz hayatının uzakta kalan gerçeküstü bir minyatürü gibiydi. Zamanın durduğu bir nokta, zaman içeride artık akmıyor. Figüranlar değişiyor ama menüler bile aynı… Hala aynı çukur tabakları çikolata çorbası haline getirecek şekilde profiterol ile doldurmak istiyorum. Hala aynı çukur tabaklarda kabak tatlısı üzerine bir de mozaik kek almak istiyorum. Böyle şeyler yapmak istiyorum sonra hepsini yemek… Ve yetişkin debit kartımı kardeşime vererek bize yemek üstü bir de çay ısmarlamasını istemek… O zaman kedi b.kunun miktarını düşünmüyorsunuz ve bu size o an için inanılmaz iyi hissettiriyor… İçeride çalan 2020 başı müzikleri… Her şeyiyle bir bütün… 


Pazartesi günü yürüyüşünü yaparken bir anda Stollen ekmeğimi yapmak için uygun bir zaman bulduğumu düşündüm. Aslında bizim Karadeniz’de yöresel bir ekmeğimiz var: Balkabaklı, pırasalı, içine tatlı patates bulup koyduğunuzda tadı arş-ı âlâya çıkan, bulamadığınızda normal patates ile de kendini yutturmayı başarabilen mısır unlu bir ekmek. Buna “miritözüm” deniliyor. Kışın annemle birlikte evlerimizde bunu sıklıkla yapıyoruz ve ikimiz de yemeyi de yapmayı da çok seviyoruz. Seneler içerisinde bu bizim sevgi dilimiz haline geldi. Annemle birtakım yapılış farklılıklarımız var, ben fırında yapmayı severken o ocağın üzerinde yapmayı tercih ediyor. Ben balkabağı tadını yükseltmek için içine çok azıcık şeker de koyuyorum. Ve fırında kurumasını engellemek için de süt veya süt kreması veya sadece krema… Annem ocaküstü sevdiğinden bunların hiçbirini tercih etmiyor ama onun yaptığı ekmek de inanılmaz lezzetli. Daha organik, daha ehlileştirilmemiş bir tat. Annem herkesin bu ekmeği sevmesini de çok umursamıyor. Gelenekten gelmek böyle bir şey. Ben ise yaptığım ekmeğe herkes bayılsın istiyorum. Aslında biraz da fazla uğraşmayı seviyorum. Bana göre terapötik olan bu uğraşma eylemi, annem için orijinalinin bozulması. Ama yine de iyi anlaşıyoruz ve her çeşidini severek yiyoruz… 


Ne diyordum… Miritözüm. Bu ekmeğin yapım videosunu evde kendi kendime birkaç kere çektim ancak yayınlamak için yeterince iyi olmadığını düşündüğüm için iki seferde de kaldı. Aslında genel olarak mutfakla ilgili hayallerim var. 2 metrekarelik mutfağımda o kadar çok şey yaptım ve o kadar çok şeyle uğraştım ki bunun eğlenceli bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Salona açılan servis penceresinden beni izleyen arkadaşlarım da genel olarak aynı fikirdeydi hep. Ama işte… Niye olmadı? Konseptim bile hazırdı: "2m²". Evet bu kadar. 2 metrekare (aslında bence o kadar bile değil) olmayan mutfakta aslında ne kadar keyifli vakit geçirilebileceği üzerine bir şeyler çekmek istiyordum. Mutfak sadece yemek yapılan değil, Fever Ray'in Seven şarkısında dediği gibi "7 yaşındayken aşk ve bulaşık tabletleri üzerine konuşabileceğiniz" bir yer... Biraz dertleşirdik, güzel olmaz mıydı? Öf hayaller...


Tüm bu miritözüm hikayesinden sonra artık Almanya’da denediğim ve çok beğendiğim stollen ekmeğini yapmak için doğru bir zaman olduğunu anlamıştım. 3 haftalık ekmek yapım sürecine hemen başlarsam kardeşimin beni ziyarete geldiği zamana ekmeği yetiştirebilirdim. Stollen için almam gereken her şeyi, evde halihazırda bulunan farklı bir eşiyle değiştirmeyi daha uygun buldum kendi kendime. Portakal kabuğu rendesi şekerini evde kendim yapacaktım (bir kere ocakta portakal kabuklarını şurubun içinde kaynamaya bırakınca yanmıştı, tekrar deneyecektim). Evdeki kuru üzümler az gelecekti, ben de evdeki komşunun umre hurmasından ekleyecektim. Tüm bunların yanına çok alakasız olarak bir de kavun kurusu gelmişti (haha, ne alaka değil mi? Koz’dan kuru kayısı alırken her zamanki gibi bilincimi kaybetmişim ve sonrasında kuru kavunu da stollen’e koymak iyi bir fikir gibi gelmişti -ya da kendimi buna inandırmayı tercih etmiştim). Stollen artık Almanlıktan çıkmış, yarı Levanten, yarı İstanbulite bir hale gelmişti ama yine de problem değildi. Biz iyi anlaşacaktık. Ekmeklerle genel olarak iyi anlaşıyordum ve bu durumdan memnunduk…


Eve geldiğimde ev soğumuş, hava kararalı birkaç saat geçmiş, Maruş Hanım kabındaki mamasını kıtırdatmış, kitaplığıma astığım ve evden çıkarken de açık bıraktığım pirinç ışıklar bile boş eve yanmaktan keyifsizleşmiş bir haldeydi… Şimdi diye düşünmüştüm ayakkabılarımı çıkarıp aynı anda holün ışığını yakarken; bu evi, olabilecek her şekilde ısıtmak yine başa düşmüştü… 

PANKEK BAR

03:50

Pankeklerin piştiği ocağın çelik mi taş mı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum ama bu mesafeden biraz zor. Üzerinde çizikler var gibi ancak aynı zamanda üzerine dökülen yağ güzel kayıyor ve pankekler çok fazla yapışmıyor. Günde 400 tane pankek yapıldığına dair simli bir sticker barın üstünde gururla pırıldıyor. Böyle bir sirkülasyonda devam edebiliyorsa ocağın çelik olacağını düşünüyorum ama siyah taşımsı bir dokusu da var. Garson geldiğinde bizim masamızdan bir miks pankek bir de Fransız tost siparişi alıyor. Fransız tostu benim için fazla soslu. Pankek ise yine benim için fazla meyveli ama nedensiz bir ihtiyaç duyuyorum. Fransız tostunun üzerindeki muzları esmer şeker ve tarçınla güzel bir karamel içerisinde kavuruyorlar. Bu mesafeden ocağın başındaki şefe müdahale edemem ama her şeyi görebilir ve bunun tadını çıkarabilirim. Hafif arkada kalan suşef dümdüz bir plastik kapta pankek hamuru yapmaya devam ediyor. Her defasında basitliğine şaşırdığım gibi, şimdi de şaşırıyorum. Dünyanın herhangi bir yerindeki hamur kadar sıradan ama bu onun verdiği nostaljik hisse engel değil... Suşef bunun farkında ve çok da uğraşmıyor. Karışmış görünmesi yeterli. Hamurun içindeki topakları görmeye biraz gıcıklanıyorum, oysa böyle olmasının daha iyi olduğunu herkes bilir. Yine de…


Garson, bu kadar şeyi nasıl yiyeceğimi merak ederek gülümsüyor, sen bunu fark edip daha da şaşırıyorsun. Oysa o seni göremez. Sen bir hayaletsin. Şef, muhteşem bronz rengini almış muzların üzerine biraz da ceviz serpiyor. Televizyonda 90’lar polisiyesi, arada bir gözüm kayıyor. Pis bir Diner’da oturmuş ajan, içine ilaç katılmış bir filtre kahveyi keyifle yudumluyor. Sonrasını merak bile etmiyorum. Televizyon dipten gelen bir mırıltıdan ibaretleşiyor. Sen bir hayaletsin. Seni buraya getirirken burada yapacağım veda konuşmasını düşünmüştüm ancak sen öylece vedalaşabilen bir varlık da değilsin ki. Seninle ne yapılır onu da bilmiyorum: O kadar uzun zamandır birlikteyiz ki. Artık vedalaşmalı ve ben kendi yoluma gitmeliyim. Her şey çok kolay olur sanmıştım, hava kararmadan önce. Tabii ki, hava kararmadan önce kolaydı…  Hava karardıktan sonra kaygı artık kendine has bir canlılık oluşturmaya başlıyor ve nasıl desem, vücutlaşıyor. Pankekler gelince yanında bir de kahve istiyorum. Kahvemi içince sen daha çok canlanıyorsun. İşte kaygım tam karşıda: Gözümün içine bakarak bir şeyler olmasını bekliyor. Ukala, kendinden emin, beni öfkelendirmeyi bekleyen bakışların altındayım. Burada bu konuşmayı yapamayacağım diye düşünüyorum o sırada, dalgın... Bu konuşmayı ne zaman yapabileceğim? Bu konuşmayı en yakın arkadaşım bana arkadan söylemeli ve ben onu tekrar etmeliyim, başka türlü başaramayacağım. Bir yudum daha ve kahve almanın büyük bir hata olduğundan artık eminim. Televizyondaki ajan bir kapıya çarpıp devrilmemek için son anda kendisini durduruyor. Ben hayaletimle birlikte bilmediğim bir yere doğru yuvarlanıyorum, içeriye doğru... 


+Geniş kıyafetlerinin içine saklayabileceğin toplamda kaç kişi var benden başka? 


Geniş kıyafetlerinin içinde aslında ne kadar korktuğunu fark etmediğimiz insanlar… İşte hepimiz bu yağlı masalarda oturup birlikte kıtır topping'li pankeklerimizin tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Kıyılarımız tedbirli. Sınırlarımız güvenli... Hava sahamız sakin… Her gün yeni bir senaryo için tatbikat yapmıyormuşuz gibi umursamayan bakışlarla… Oysa her an bir Ortadoğu savaşına hazır. Zihnimizde berrak olan tek şey bu: Savaşa gideceğiz ve hazır olmamız gerekiyor. Hayatta kalmak için bilmemiz gereken her şeyi bilmeye çalışacağız ve hep daha çok çalışacağız. Tamamlanması gereken ihtiyaçlar ve panik listeleri üzerinde çalışılmayı bekliyor...


Tüm bunlara karşılık akşam eve gelince, ta yoldan beni karşılayan kediler… Yumuk dostlarım... 


Yabancı kedilerin bile teklifsizce kucağına gelip yattığı birisi oluyorum bir süreliğine ve bu durum beni hayata çelik sicimlerle bağlıyor. Tüm konstrüksüyonumun en sağlam noktasındaki kediler... Beni yumuşatıp ısıtıyorlar ve biraz da kucaklıyorlar. Ve işte tekrar, ufacık bir kızım ve bununla rahatım. Ufacığım ama bir an önce büyüme endişem gitmiş, bir an önce büyüyüp başımın çaresine bakma stresi yok, nasıl olur… Ufacığım ve kucağımdaki kediden arsız bir ilgi görüyorum. Çok küçüğüm, çok… Bu kediler beni sevimli jeli patişleri ile koruyacaklar ve benim hiçbir şey yapmama gerek kalmayacak… Böyle desem inanır mısınız…


Kirli camların arkasından dışarıyı izliyorum tabaktaki son sosun kaldığı çatalı yerine koyarken… Neon tabelalar yanıp sönüyor… Kaygım karşımda oturmuş Fransız tostunu kurcalıyor, tatsız… İşte yine başladık diye düşünüyorum… Keşke en yakın arkadaşım arkamda olsa ve ona ne söylemem gerektiğini bana söylese ve tekrar etsem ve işte...  Bir anda oluverse her şey... Ortalık sessizleşiyor ve geriye televizyondaki ajanın mırıltıları, ben ve kaygılarımın oluşturduğu o bambaşka insan kalıyor...

BİR CAPITOLINE RÜYASI

05:41


Güçlü ve tereddütsüz dualarla kurulmuş ve korunmuş... Bir geçit var, bir geçitten geçiyoruz. Bazı ihtimaller var...


Güneşle antik anlaşmalar yapılmış... 



Ayaklarımı bastığım taşlardan mırıl mırıl sesler geliyor, belki 200 belki 1500'lerden, bir rahibin duası olabilir veya zırhını kuşanmış bir süvarinin. Veya belki de aynı asker seferden dönüyor ve atının sırtında tüm yol boyunca ezberlemeye çalıştığı haberler artık ağzında mırıltı haline gelmiş ve unutmamaya çalışmaktan çok bir ritüel gibi olmuş. Belki de bu ses akademilerinden çıkmış öğrencilerin ders tekrarları, bir senatörün ahırı için temizlik yapan seyis yamağının mırıldandığı geleneksel bir şarkı. Belki aşığını anlatan gününün ozanı, belki aşık, belki delilenmiş bir eşkiya... Belki o zamanlar zaman sayılmaya bile başlanmamıştı… Ayaklarımı bastığım her taşın altında mırıl mırıl duyduğum her şeyi anlamaya çalışıyorum ama anlayamadığım dilde, dillerde fısıltılar... Bazı kelimeleri daha çok seçer gibi olduğumda bunun bir dua olduğuna inanıyorum, tekdüze, vurgusuz, Truva nağmeleri. Bir dişi kurt tüm yıkıntıların gölgesinde dolaşıyor ve orada olduğuna inandığı çocuklarını arıyor. İnsan çocukları... 


Bazı ihtimaller var: Güneşin her sabah söyleyeceği bazı sözler var ve öğlene doğru ortaya çıkarak bazı şeyleri buyuruyor ve ortadan kayboluyor. Etrafta garip bir sessizliğin olduğu bu öğle zamanlarında ağaçların tuhaf bir huşusu var. Bir inanç sistemi içerisinde dönüp dolaşıyor gibiyiz, buraya özgü, mermer kaidelerin arasındaki rüzgarın neşeyle çıkardığı seslerle birlikte. Kendi dinini oluşturmuş bir mekan, bir herbaryum, bir çatı. Bir iskelet var burada, canlılığı beyninde değil de karnında oluşan, karnından sürekli serin, temiz sular çıkaran bir iskelet. Her şey bir araya gelmiş ve yabancıların topraklarının üzerinden çıkıp gitmesini sabırla bekliyor, bunun olacağından eminler. Sistemden dışarıya atılacak yabancılar ve kendi kendilerine huzur içinde kalacakları o kutsal gün... Herkes gittiğinde  rüzgar coşkuyla esecek ve kendilerinin olanı kutlamaya devam edecekler, bir ışık saçımı kadar süre içerisinde yıkılsalar bile herkes orada hazır... İkiz çocuklarını arayan dişi kurt şehri kurmaya başlar... Burası yenidenbaşlayan, yerindenbaşlayandır. 


Ovalarda defne ağaçlarının koruduğu bahçeler görülüyor... Enginar, keşiş sakalı, bakla, bezelye, brokoli ve zeytin... İncir ve nar, üzüm ve armut... Birbirine sarılmış ağaçların içerisine daldığımızda arketipsel bir şeyler uyanır içimizde. Tarih öncesi bir rüyanın içine giriyor ve orada bir serinlikte kıvrılıp uyuruz. Bildiğimiz hiçbir besinin burada olmadığı zehirli bir canlılık haline geliriz. Toprak üstümüzü örter ve yok edilmeye çalışırız, usulca ve minnetle... Belki bu bizi bir delikten geçirip modern dünyanın pis çöplerinin arasına atıverecektir. Belki buna seviniriz... İçimizde, burada beni çağıran her şeyin anti'si haline geliriz. Buraya ait olan ne varsa, ben o olmayanım ve buna rağmen buraya çağrıldım…



Küçük bir çocuk şarkı söylüyor... Masum Latince cümlelerin içerisinden şiddet sızıyor dışarıya. Burada kurgulanan bir savaş var bizim için. dahası benim bu savaşla bir bağlantım var. Küçük çocuğun şarkısı arkada görülmeyen bir koro ile destekleniyor ve bir yerlerde bir taşa vuran çekicin sesi duyulmaya başlanıyor. Burası bizim yok olacağımız yer değil, burası bizim yok oluşumuzun planlandığı yer. Eski sandaletlerin ezdiği büyük taşların üzerinde güm güm'leyen seslerden bir şeyler yakalıyor gibiyim. Bu mekanın iskeletinde dolaşan bir şey var, bizi dışarı atıyor, bizi eziyor, bizi her meydanda güneşle karşı karşıya getiriyor. Güneşe karşı ben, güneşe karşı sen, işte imparatorluğun parmak uçlarıyla görmeden ezdikleri... Dişi kurt koynundaki çocukları yavaş yavaş aşağıya bırakıyor: Büyüdünüz, geliştiniz ve artık elinize tahta bir kama alma vakti geldi... 


Güneşle yapılmış antik anlaşmalar...


Büyük sütunların arasındaki serinlikte duruyor ve gökyüzünü seyrediyorum. Şaşıracak ne kaldı? Bizlerden geriye bir şey kaldı mı? Biz bu görkemli tapınakların altında gölgesi bile oluşmayan varlıklar... Gerçekten var mıyız ya da var olduk mu hiç?


Karşımdaki çeşmeden dışarıya taşan su damlacıklarında kendi yansımamı görecek kadar küçüğüm artık... 


KUZEY YOLU IV: HAKEA

01:18


Hanları tuttum yolları tuttum kervansarayları tuttum. Ovaları tuttum. Platolar düzlükler tüm coğrafya. Frenküzümü. Kızılcıklar. Yaban kediotları. Çok uzun zamandır. Böğürtlenler. Kara mürver çiçekleri. Aronyalar. Çantamdan akan kırmızı sular. Ellerimden akan kırmızı sular. Bir bıçağı alıp orta yere dalmışım gibi değil mi? 

 

Mevsimlerin arasında gizemli bir şekilde dolanan kudretli alageyik tekrar burada. 

 

Taşın dokusu: Sert, turuncu, derin çiziltileri olan taşın dokusu. Kapalı bir gökyüzünün altında, bir kuzey yolunda yürüyorum. “Gizem, bir geyik başı gibi uzanıyor aramızda.” (lale müldür) 

 

Kemikli bir çene ile kalabalık bir aileden gelmenin tüm izlerini taşıyor. Kalabalık bir taşra ailesi. Kırlarda koştuğunuz çocukluğunuzda etrafınızda muhteşem hayvanlar vardı ve meyveler. Sonradan anlattığında masalsı gelecek bu evrenin izlerini bulmaya çalışıyorum turuncu taşların içerisinde. Küçükken sana kurt bakışlı denildiğini söylediğinde gülmüştüm ama bir noktada bakışların benim için kurt bakışı haline gelmişti ve sonrasında kendin... Ne kadar haklılarmış diye düşünmüştüm. Derin, içe bakan, sürekli temkinli kahverengi gözler. İşte bu seni tanımlayacak bir şey olabilirdi, sürekli temkinli. Atik ama ağır. Bu yüzde o her an her şeyi tartan bir bakış vardı, bu sebeple güvenilmesi zor biriydin. Bir açığını bulursan… Bir açığımı bulursan… Ben bunu çok düşünmemiş ve yavru köpek enerjisiyle üzerine atlamıştım. Bir kurttan en uzak olan şey ne ise sonuçta ben oydum. Bu seni şaşırtmıştı. Gizem aramızda bir geyik başı gibi uzanıyordu. Bana kızdığında kemikli çeneni sıktığını görüyordum... 

 

Bazen çocukluk hikayelerini öyle bir anlatırdın ki oradaymış gibi hissederdim. Mutfaktaki toprak çanakta mayalanmaya duran ekmekler… Hemen dışarıda büyük çoban köpekleri… Hava hep kapalı… Ardiyede kalan tuzun ne kadar yeteceğini kardeşlerinle tartışıyorsunuz ve o sırada bir başka kardeşin devasa çikolata kavanozunu gizli gizli bitirdiğini fark ediyorsunuz… Kapanların üzerinden atlamalar… Tam 7 kapanı bir atlardım dediğinde ben de heyecanla atlamış gibi oluyorum. Kurt bakışlarının içinde derin ışıltılar. Seni mutlu eden şey buydu değil mi? Sen evini koruması gereken küçük bir yavruydun ama diğerleriyle oynamayı her şeyden çok seviyordun. Onlardan güçlü olduğunu bilmenin getirdiği büyük coşku ile oradan oraya uçuştuğunu bir şekilde görüyordum. Sürünün başına bela açan küçük afacanı. Bu yaramazlıkta gizlediğin sevimliliğin görülmesini isterdin ancak bu hiç olmadı. Sadece senin fark ettiğin, sadece seneler sonra benim fark ettiğim, muzır sevilme talepleri… Kuzey yollarında böğürtlen yemek için durmuşken insanın aklına aniden gelen şeyler… 

 

Sana yakın olmak zordu, hayatının her anında. Tuhaf diyebileceğim reflekslerin vardı, şimdi düşününce kurt refleksleri olduğunu anlayabildiğim şeyler. Çevik ve güçlüydün ama küçük bir şeyden alınana kadar. Takımı bir arada tutmak senin işindi ama bazen uzaklaşmak isterdin. Avlanan sendin, toparlayan sendin, ama dinç görünüşünün insanı yanıltan bir tarafı vardı. Dirayetin vardı ama bazen üfleyerek geçiverecek gibiydi ve bunu reddederdin. Ve hep ama hep o tartan gözler… Teklifsizce cesur ama bazen neden bu kadar fazla sessiz? Sürünün başında ve her şeyi güdüyorken ve bir günü daha hiçbir kayıp vermeden, hatta her biri tok karınlıyken bitirdiğinde… Bu seni mutlu etmeyecekti çünkü sence yapman gerekeni yapmıştın. Bu görevi sana kimse vermemişti, sen bir şekilde üzerine almıştın… işte onlara dediğin şey buydu, beni çok sevmeyebilirsiniz ama ben sizi bu yollarda canlı tutacak olan o kişiyim. 


Pençelerinde hakea… 


Canlılığın son kırıntıları… Bazı insanlar böyledir, sizi alır bir yere kadar götürürler. Sizi büyük bir şeyden kurtarırlar, hatta belki o kadar çok şeyden kurtarırlar ki ona veda etme zamanınız geldiğinde içinizde bir yerlerde bunu onsuz asla atlatamayacağınızı düşünürsünüz. Hakea... Canlılığımın son kırıntıları, sende...

 

Kuzey yolları, hep zorlu… ellerimden kıpkırmızı akan sular ile bir sürüye ortadan dalmışım gibi görünüyor. Bunu senin için yapardım. 


Uzak dağlarda sis yere çöküyor... Dağları tuttum, köprüleri tuttum, höyükleri tuttum... Keçi patikaları... Etrafta başıboş dolaşan yabani kediler...  


Küçük bir ateşin çıtırdama sesleri... Gecenin içinde tek gözünde birkaç kandil yanan o ev... Evin içinde uzanıyor ve geleceğine tutunuyorsun. Bir his kıpırdanıyor içinde. Kandil ışığının kıpırtıları arasında bir şey uyanıyor... Bazen bir anlığına zihinden gelip geçen bir düşünce bir anda bir yere tutunur. Bir rahime tutunmuş gibi. Orada yuvalanır ve yavaş yavaş büyümeye başlar... Bir parazit düşünce "saçma"dan "olması gereken"e doğru dönmeye başlar. Bunu anladığımız, bunun geldiğini önceden bildiğimiz bir farkındalık yaşarız. Olmamasını istediğimiz ama olacağını bildiğimiz... Olmasına erindiğimiz... Düşüncesinin bile rahatsızlık verdiği... Ama olacağından artık emin olduğumuz... ah olmasa... 


Uzanıp geleceğine tutunuyorsun ve bir şeyler arıyorsun orada... Neyi bulacaksın? Kurt içgüdülerinle orada ve sonrasında her yerdeydin... Gölge olarak ayaklarımdan ilişmiş bir siluet olarak beni takip ediyorsun... Birlikte senin içindeki bir boşluğu doldurmaya çalışıyoruz, el ele vermiş, bir sürü halinde boşluğuna bir şeyler taşıyoruz. Küçük bir yavru köpek sürüsü canını dişine takmış bunun için uğraşıyor. Canlılığımızın son kırıntılarının tamamı sana ait... Bitmek bilmeyen bir kabul görme çabasıyla, yorgunuz, bitkiniz... Tüm içsel konuşmalarımız bu düşüncelerle hastalanmış... 


Hakea. 


Artık ayrıyız. Burada bize düşen, biraz daha hayatta kalabilmek için birbirimizden ayrılmak ve kendi yolumuzu bulmaya çalışmak oldu. Dilinde bir dua vardı tekrarladığın ama ben buraya canımı koydum. Bir kuzey yolunda kendi nefes seslerimi, hırıltılarımı duyarak keskin kokuları içime çekiyorum: Böğürtlenler. Kara mürver çiçekleri. Aronyalar. Dişlerimde bir kan seğirmesi var meyvelerden gelen... Dağları, köprüleri, höyükleri geçiyorum hızla... İçimde öfke, içimde sevgi, içimde aradığın her şeyden var. Aramak istersen... 


Manzarayı seyrederek geçiyorum... 

EVLER İÇİNDE EVLER İÇİNDE EVLER

09:20

Biraz doğruları konuşalım mı? 
Ürkmem gerekirdi. (Ürkmüştüm).
Zorlanmadan nasıl halletmiştim? (Zorlanmıştım). 
Bir otopark sohbeti yakınlığı. Sessiz bir arabanın içinde. Size bunu hissettirebilir miyim?
Ne kadar yorulduğumu bilsen şaşırırsın. Ama ben hep aynı kişiyim.
- Je suis toujours cette personne dont tu es tombé amoureux.
Tüm kararsızlıklarının adını ben mi koydun? 
- Je suis cette personne que tu essaies encore d'oublier mais que tu ne peux pas t'empêcher de regarder.

*

Artık bazı şeyleri varsayabiliriz...


Ben ayrı bir evim artık. Bu böyle insanın yüzüne aniden çarpan değişik bir gerçeklik. Ben bir evim. 


Bu evi dümdüz, sapsarı çayırların olduğu bir ovaya kurdum. Çulha kuşu gibi her şeyini içine kendim taşıdım, kattım karıştırdım, aldım atıştırdım. Tane tane, tomurcuk tomurcuk. Dal dal gezdim, diyar diyar gezdim, oradan bunu topladım, şuradan bunu topladım. Bir çekirdekken aldım, içine girdim, saniye saniye, dakika dakika, işledim, işledim, işledim. Ortaya bunu çıkardım. 


Bir zamanlar çok zorlanmıştım, bir zamanlar çok zordu. Evin her köşesine bir şey bıraktım, evin her köşesinden bir şey topladım, sildim, süpürdüm, ovaladım. Bir 80 metrekare nasıl sonsuz gelirse içinde o kadar dolaştım, dolaştım. O kadar zaman neyi aradım? Kendimi, bir evin içerisinde, bir yere koymaya çalıştım. Nerede otursam batar, nerede yatarsam uykusuz, nerede rahatsız, nerede huzursuz... Hepsini öğrenmek için adım adım arşınladım. Bir çulha kuşu gibi, küçük adımlarla, dolaştım, dolaştım, dolaştım...


Bu evin bir his verdiği bazı zamanlar yaşadım: İlk kitaplığımı alınca. Televizyonu alınca. Peri ışıkları. Sevdiğim halıyı alınca. Pek çok ama pek çok hisler içerisinde bir de Maruş'u alınca... Çulha kuşu ile kedi, artık bu evin tek sahibi... Evin dolduramadığım yerlerine, giremediğim tüm köşelerine, küçük jelibonlu patileriyle giren ve pembiş burnuyla koklayarak orayı da sahiplenen bir arkadaş... O sırada ben çulha kuşu olarak taşımaya devam ettim: Yeni malzemeler, yeni eşyalar, yeni insanlar... Ev bir çekirdekken kedinin tüm evreni oldu, ben onu bir kedinin evreninden bir insanın evine yaklaştırdım. Evde zamanla yepyeni bir canlılık, bir ekosistem oluştu. Birbirimize bağlandık: Kedi böcek ve sinekleri avlamayı ve ayaklarımda yatmayı sevdi, ben kedinin totosuna vurmayı sevdim, bunu sevdiğimi insanlara anlattıkça insanlar da eve gelip kedinin totosuna vurmayı sevdi. Ev kalabalıklaştı ve kendisine diğer insanların hayatı içinde de bir yer oluşturdu. “Burası dinlenebileceğimiz bir yer” dediler, salonda uyuyakalan oldu, benim yatağımda uyuyan oldu, yerde uyuyan oldu, oldu da oldu. Sabah erken gelen oldu, gece geç giden oldu. Sonunda herkes gittikten sonra geriye ben kaldım ve evin diğer sahibi. Evi baştan sona temizledim, o evi baştan sona tekrar kokladı. Rutine hızlıca dönmeye çalıştık: Bizim bir yaşam şeklimiz vardı. 


Bir çulha kuşunun çalışkan olmama şansı yoktu. Kim kimi koruyordu, ben bu evi koruyabiliyor muydum ya da herhangi bir şeyi gerçekten koruyabilme diye bir şey var mıydı? Evden çıktığım zaman, bıraktığım gibi bulabilecek olmanın o kadar şüpheye düşüren bir tarafı vardı ki… Oysa evde olsam ne olacaktı? Şöyle olmaya başlamıştı: “Ben şimdi gidiyorum, sen de ben de Allah’a emanetiz”. 


“Sen de ben de Allah’a emanetiz ve şimdi evden çıkıyorum.” Akşam eve geldiğimde bu evi neşeli, bu evi keyifli, bu evi sıcak bir hale getirmek de ikimizin işi olacak. Birlikte her akşam yeniden bir ev oluşturacağız. Şimdi dinlen… 


Her akşam yeniden oluşturduğumuz o huzurlu ev hissi… İnsan bu hissi oluşturmaya bir gün bile ara veremiyor, yaşam boyu üzerinizde olan dramatik bir görev… Huzurlu ev oluşturma görevi… Huzurlu ev görevinde başarılı olmalısınız çünkü olmalısınız işte, bunu sizin için kimse yapamaz. Siz içinde yaşadığınız bu mekana zorundayken ve belli ki başka kimsenin evine bunu hissetmek için sığınamazken... Sığınsanız, kimsenin evine sığamazken... Siz bambaşka bir evi sırtlanan, hatta artık bambaşka bir evin ta kendisi olmuşsunuzdur artık. Evler içinde evler… Sınırlar ufak ufak kaybolmaya başlar. Sonra kedi size bir de şunu öğretir: Farklı yerlere birlikte gittiğinizde o sizin en yakınızdadır: Zaten dokunur halde değilse bile dokunacak mesafede. Bir varlığın evi siz olursunuz, yolda, izde, her yerde… O size yuvalanmıştır artık. Birine nasıl yuvalanılır?


Bir çulha kuşunun yuvası aslında neresidir? Bu ev midir benim yuvam? 


Ellerime bakıyorum, kendime bakıyorum. Nasıl da her şey için uğraşmıştım… Eve taşıdığım onca eşya… Aldığım, para harcadığım, kendimi iyi hissetmek için uğraştığım, bazen çok kolayken bazen çok karıştığım… Salonda müzikle neşe içinde parende atmaya çalışırken de, uyumaya giderken ışıkları (gece başka kimsenin açmayacağını bilerek) kapatırken de… “Hastalıkta, sağlıkta.” Mutfağa bulaşık bırakırken ama sonra nasılsa yine ben temizleyeceğim diyerek hemen kaldırırken de… Ütü yaparken mola verip biraz deli gibi dans edip sonra devam ederken de… Acil durumlar için buzluğa hazır yemek koyarken de… Şu duvara da bisiklet mi assam diye düşünürken de… Nasılsa bu kararı ben veriyorum özgürlüğü ile mutluluk içinde bir şey yapmaya gerek bile kalmadığında… 


“İyi günde, kötü günde.”


Ev neydi, ev kimdi? 


Bakıyorum ki ben, sınırları kaybolmuş bir evim artık… Bir eve ihtiyaç duyarken evin ta kendisi haline geldiğim…

HERKES HALİNDEN MEMNUN GİBİ - 2 -

09:23



Yeni bir yaşamın ihtimali ile kapıyı aralamak. Büyük bir adım. 


Bazen ise sadece evden dışarı çıkmak çok büyük bir adım. Bazen yerinden kalkabilmek. Hatta belki yerinden kalkabilme ihtimali. Düşüncelerimizde heveslerimiz. 


Herkes halinden memnun gibi. 


Herkes tuhaf bir groove oluşturmuş ve sallanıyor. Neşeli, yükselmiş bir kalabalığın içerisinden çıkıp kiralık aracın serin güvenliğine geçiyorum. Açıkça, iğrenç bir hava var. Lafı fazla uzatmaya gerek bile olmayan, Mayıs ayına hiç yakışmayan, nereden geldiği belirsiz tuhaf bir hava. Önceki gün 40 derecelik havadan sonra 8 derecelik bu menem atmosfer beni sarsıyor. Neyse ki arabanın kliması ideal bir sıcaklık ile orta yolu buluyor. İşte bak, anlaştık bile…


Bir yola giriyoruz, şöyle, havalimanı terminalinden bir otoyola çıktık ve araba devrini sabitlemeye çalışarak hızlanıyor. Çok iyi bir arabada değiliz. Ama şoför, tıpkı babam gibi, Toyota’lar öngörülebilir diyor. Bir süre elektrikli araçlar üzerine konuşuyor ve her cümle başı ve sonunda adımı söyleyerek beni de konuşmaya dahil etmeye çalışıyor. Arabanın motoruna bir öfke duymaya başlıyorum çünkü boğuluyor. Bu yolun çok daha iyi bir araba istediğini tüm benliğimle ben bile fark ediyorum. Oysa içinde bulunduğumuz araba sarsılıyor, çok ses alıyor ve öfff, devri bir türlü düşmüyor. Hızını aldığında daha iyi olacağız. Evet, hızımızı almak için biraz yolu heba etmemiz gerekiyor. Üzücü. 


Dışarıyı biraz izliyorum, herkes gerçekten halinden memnun gibi. Bir yere gitme hissini seviyorum, hareket halinde olma hissi. Birlikte yaşayacağımız bir his bu. Şoför, bir yerde durup kahve almak ister misiniz diye soruyor. İsterim ama duramam. Duramayız. Bu arabayı durdurursak ve tekrar hızlanmaya çalışırsak çok yol kaybederiz ve ben buna dayanamam. Bir groove’un içerisindeyiz ve ona tutunmaya çalışıyorum, araba 130 kilometrelerde 3000 devirin altına nihayet yavaş yavaş düşüyor. İçimden, bu şekilde nereye kadar gidebileceğimi planlıyorum. Sıkılmadan mesela. Tek nefeste Ankara’ya kadar gidebilirim. 450 kilometre. Orada durup bir ayaklarımı açmak isterim, şehir merkezinde biraz dolaşır ve yemek yeriz. Şoför yine doğrudan bana hitap ederek, motor hybrid olduğu için 80 kilometrenin altında hiç ses çıkartmıyor diyor ve o der demez bunu trafiğe girdiğimizde tekrar edeceğinden de emin oluyorum. Çok güzel, hadi biraz daha sessiz sessiz oturalım ve benim Ankara sonrası nereye kadar daha bu keyifle gideceğimi hesaplamaya çalışalım... 


Araba artık 160 kilometrelerde ve içeride uğultu var. Üzerimde tropik bir yorgunluk var: İşte söylemek için tamı tamına 24.000 kilometre gitmeniz gereken bir cümle. Ayaklarımda rahat bir ayakkabı olmamasını dert etmiyorum çünkü araba hızını almış ve tatlı bir noktadayız. Hani bazen araba sürerken gaza basarsınız ve araba adeta tırmanır ya. Hatta şöyle diyelim: Araba leopar gibi kendisini ileriye atar ve pençelerini sadece daha da hızlanmak için kullanır. Ardından yavaş yavaş bu his stabilize olur ve kendi ritmini bulur. Birlikte buradayız. Şoför sesizleşiyor ve o da bunun tadını çıkartmak istediğimden artık emin. Bazen bazı insanların çok rahat araba kullanıyorum oturuşu olur. Nasıl tarif edilir bilmediğim bir oturuş şekli. Artık güzel bir yerdeyiz. Araba tatlı tatlı gidiyor. Herkes halinden memnun gibi. 


Bu his, benim evim. Hareket halinde, güvende, ılık. İlerleyen, tehlikede olmayan, tempolu. Kaybetmeyen, kazanmayan ama bir duruşu korumaya çalışan. Yorgun ama yılgın olmayan, rahat ama uyuklamayan, dinç ama kendi içinde aylak. Yarışın içerisinde ama hırslı değil, iddialı ama zararsız, kıvrak ama etrafı korkutmayan… İşte birlikteyiz.

SELAYAN CITY GOLF CLUB, SKYE 57

08:56


Bazı şeyleri market rafında bulamayacağımızı anlamak için neleri heba ettik biraz konuşalım. Önce sen airline pilot ceketini giy çünkü siz birlikte iyi bir takımsınız. 


Güney Jakarta’da lüks bir golf kulübündeyiz ve pazar sabah. Güney Yarımküre’de sonbahar başlangıcı. Her şey nefis bir güzellikte: Çimler, sonsuz havuz, Tory Burch SS23 terlikler, bakımlı kadınlar, poodle köpekleriyle birlikte sosyallaşebilen remote çalışanlar ve Güney Doğu Asya’nın zengin çocukları… Özenle oluşturulan bu ekosistem içerisine kırmızı haplarımızı alıp giriyoruz. Bir köşede baby shower yapılıyor, havada süzülen Çince ve İngilizce kelimeler arasından kapabildiğimi alıyorum. Senayan City’de sıradan bir haftasonumu. Yeni Çağ Alman şairlerinin burayı görmemiş olması acıklı çünkü üzerine koskoca bir edebiyat inşa edebilirlerdi. Werther intihar etmezdi ve peşinden bir sürü genç daha. Tüm paramı bu iddia üzerine yatırırdım. Burada gençler hayatını yaşıyor, Almanya’daki junkie’ler kendi dünyalarını yarattıklarını sanarken… 


O anda keşfedilen yiyecekler ve golf court’ında beyaz takımlarıyla neşeyle gülüşenler… Anlamını bilmediğimiz şeyler. Top bir delikten bir deliğe aheste aheste yuvarlanıyor. Neden sayı olma çabası içerisinde olsun ki? Ya da, neden uğraşsın? Kahve bile içilmiyor burada, kahvenin seviyesizliği gündem bile değil. Bazen bir golf topu bile hayatın akışını yorumlayabilir. Bir de böyle deneyeyim der gibi süzüldüğünü uzaktan görüyorum. Acelesi yok, amacı yok, arkadaşı yok. Bu halinden çok memnun. Tek başınalığın elitliği. Uzaktan bebeğin kız olduğu haberi geliyor ve top buna karşı da tepkisiz. Sevinç nedir, heyecan nedir ve benim buna ayırmaya vaktim var mı… 


Tüm bu lime’lı tropikal içeceklerden başım dönmeye mi başlıyor? Yeni biçilmiş çimlerin üzerinde küçük ırk köpekler birbirlerini kokluyor ve kokularını bırakıyor. Mutfak yavaş yavaş servise kapanıyor, artık son siparişler… Kuralları olan bir dünya. Coconut dragon siparişi veriliyor arka masadan… 


Pazar brunch’ından sonra biraz alışveriş ve sonra SKYE’da akşam yemeği… Ateşle oynayan suicchef’lerin arasından geçip terasa geçiyoruz. Terasta muhteşem bir hava. Ahh, burası bir illüzyon. Arkada Tiesto tüm mixleriyle birlikte bizimle. Lychee içeceklerimizi alıp yine, yeniden bir havuz başında oturuyoruz. Set harika. İçeceklerin tamamı alkolsüz ama ortam alkol olmasına gerek de bırakmıyor. Bir bulanıklığın içerisine süzülüyoruz. 57. Kata çıkarken özel bir asansör kullanmış ve bu zifiri karanlık asansör içerisindeki disko ışıklarıyla asansör süresini dans ederek geçirmiştik. Size buranın bir illüzyon olduğunu söylemiştim. Burası evrende bir delik ve Alman gençlerin kırık kalplerinden oluşuyor. Sanırım artık hiçbir şey düşünmüyorum, hiçbir şey anlatmıyorum, hiçbir şey hissetmiyorum. Bazen birbirimizin gözlerinin içine bakıp bu gerçek mi diye soruyoruz ama bunu kim bilebilir ki? Ufak ufak sallanarak oluşturduğumuz bir bulanıklık var. Gece gökdeleninde kırpışan ışıklar, havalimanına yaklaşan uçakların sıcak havada oluşturduğu dalgalanma, devasa reklam neonlarının şehre giydirdiği renkli ceket… 


Belirli bir saatten sonra plaza önünde bir taksi ve araç kuyruğu olur ve Asya’nın son model lüks arabalarının kendilerini göstermek için yarıştığını görürüz. Lüks bir trafik içerisinde bir yerlerde müziğin sesi devam eder. Tiesto gecenin tek aklı başında olan insanı olarak herkese hükmeder ve kimsenin bununla sorunu olmaz… 


Bazı şeyleri market rafında bulamayacağımızı anlamak için gece olmasını beklemek gerekir. Yanımızda züppe zenginlerin telefonları elinde… Türkçe şöyle bir şey duyarız aşağı yukarı: “Felekten bir gece çalmaya karar verdim, sonra konuşuruz.” Derin dekolteli bir Thailand’lı ile eğlenmeye gelmiştir ama nedense tadını bir türlü çıkaramaz da. Ufak ufak kıpırdanmaya devam eden çekik gözlü kadınlar arasında bir görünüp bir kaybolan takım elbiseli erkekler ve küpeli barmenler… Aşağıda araçların sonsuz kuyruğu uzamaya başlamış ve bir sonraki istasyon için Louis Vouitton clutch’lar ellerde… Zifiri karanlık asansörün içerisinde aşağıya inerken biraz daha dans eder biraz daha kendimizden geçeriz…



Lychee içeceklerin kadehleri masalarda tepecik oluşturmaya başlamadan el çabukluğuyla toparlanır. Karanlık asansör. Tatlı Lychee. Işıklar. Doların geçmediği bir yer… Buranın para birimi nedir diye düşünüyorum bir ara. Acaba bunu düşünen ben miydim? 


Bir sonraki istasyon neresi tahmin etmek imkansız. Her şey ters, trafik ters, araçlar ters, hayat ters. Yolun solunda araç bekliyoruz veya yanımızdan geçen lüks araçlara bakıp gülüşüyoruz. Mermerin üzerinde hafif bir nem, tenin üzerinde hafif bir nem, ellerde yapışkan pis bir his. Umursamıyoruz, zaten bu his gerçek mi. Bundan emin olmak da mümkün değil. Sweatshirt nedir? Terlik nedir, pijama nedir? Tiesto sanki hepimizi tek bir düğme ile kontrol ediyor ve hepimiz bundan tuhaf bir sevinç duyuyoruz…

ANİDEN KALKIP JAKARTA'YA GİTTİM VE HER ŞEY EFSANEYDİ!

09:54

Hahah, başlığı okudunuz değil mi? İşte benim son 1 haftada başıma böyle bir şey geldi. 


Her şey çok hızlı oldu: Burcu'dan telefon geldi, "Hazırlan, Jakarta'ya gidiyorsun!" dedi. Hahah. Neden gülüyorum, çünkü her şey o kadar saçma bir hızda oldu ki. Vallahi komik. Nasıl yani dedim, ee fuar var, sen de görevlendirildin dedi. Ne zaman dedim, haftasonu dedi. Nasıl yani bu haftasonu mu dedim. Evet dedi! 


Hahaha. Salı günü biletim alındı ve Cuma günü Jakarta'ya giden uçağın içindeydim. İnsan bu kadar süre içerisinde tamamen farklı bir iklime nasıl hazırlanır? Ben size söyleyeyim: Hazırlanamaz. Hahaha. Valizde bir terlik, bir de spor ayakkabı yedeği ile düştüm yollara. Ne giyilir bilmem: Herkes çok sıcak diyor ancak yağmur da var. Böyle bir mevsimde ne giyilir? Bot olmaz, terlik olmaz. Sandalet al dediler. Sandalet bakıyorum, e sandalet de sanki pek olmaz gibi geliyor. Aman, en eski spor ayakkabımı yağmurda çok kötü olursa ve kurumazsa atarım diyerek giydim. 


12 saatlik uçak yolculuğundan sonra Jakarta'dayım. Böyle bir şey olunca insanın beynindeki kendi konum servisleri çalışmıyor., hahah. Ben şu an dünyanın neresindeyim diye bir düşünüyorsun. Ekvator'a -6 derece bir yerdeyim. Güney Yarımküre'de şu anda sonbahar ama havalimanından çıkınca öyle bir sıcak vuruyor ki yüze, üfff. Nemli, acayip bir sıcak. Nefes alamıyor insan ilk birkaç saat. Sonra alışılıyor. Böyle şapır şapır terletmiyor, derinizin üzerinde hafif nemli bir tabaka oluşturuyor. 40 derece ve %6 nem böyle bir şey oluyor. Eh bunu da yaşadık ama ne güzel yaşadık.


3 gün yenilecek her şeyi nasıl yedim, Endonezya nasıl deli bir yer çıktı, bunların hepsini size zamanla anlatacağım ama ben de hala sindiremedim. Ne yediklerimi, ne yaşadıklarımı. Şimdilik tre makasi. Görüşürüz! 

30 YAŞIN İLK YARISINA ÖVGÜ

09:37

Bir anda gelen 30 yaş övgüsünün sebebi Starbucks'ta baristanın birinin bana abla demesi. Şöyle söyleyeyim: Bulunduğum yaş var ya, efsane. Efsane deyip çok değersizleştirmek de istemem. Muhteşem ötesi. Artık buna nasıl bir isim verilirse. 


Yukarıdaki fotoğraf bana Köln'de hediye edilen doğumgünü pastam ve kahvem. Bu ufak tatlı o kadar iyiydi ki fotoğrafını çekmiş ve onu hatırlamaya değer pek çok şeyin arasına koymuştum. O andan itibaren beni mutlu mutlu hissettiren şeyleri not almaya başlamıştım. Şimdi size 30 yaşın şimdiye kadar neden muhteşem olduğunu 100 küsür madde ile kanıtlıyorum, buna hazır mısınız?


1. Maruş’un patisini gıdıklayınca parmaklarını açması.

2. Büşra ile 12 senelik arkadaş olduğumuzu keşfetmemiz.

3. Büşra’nın İstanbul’a gelmesi.

4. Almanya vizesini alabilmek. 

5. Birinci ders döneminin bitirmek - sırada finaller var 

6. Okul sonrası Kadıköy’de dolaşıp günlük 10 bin adımı tamamlayabilmek. 

7. Morn coffee’deki breakfast brioche bun kokusu. 

8. İyi ki kahve makinesi almışım dediğim her kahve yapışım. 

9. Maruşka’nın sağlıklı bi kedi olması. 

10. Ahsen’in gece 3’e kadar oturması. 

11. Kızlarla doğumgünü kutlaması yapmamız (Ceyda’nın evinde!)

12. Patatesli pay efsane bir lezzet. 

13. Ankara’ya bilet almak.
14. Patoloji ve bdt sınavlarımın iyi geçmesi ve hocayla sohbet. 
15. Kyk borcunun bitmiş olması. 
16. Bulaşık makinesi harika bir şey adeta minnet duyuyorum.
17. Köln!! 
18. Köln’e sıkıntısız gidip gelmiş olmak. 
19. Köln’den iyi ayakkabı ve sınırsız çikolata almış olmak. 
20. Köln ve Safa…
21. Safa’nın yol arkadaşlığı. 
22. Ayakkabı aldığımız Sidestep’teki tatlı satış görevlileri…
23. Almanya’nın gülümseyen insanları. 
24. Akşam yorgunlukla otelde erkenden uyuyakalmak. 
25. Yolda izde Game of Thrones…
26. Çokça bakery gezmek ve canının istediğini tatmak. 
27. Canının istediği şeyi tadabilme özgürlüğü. 
28. Bu imkana sahip oluyor olmak. 
29. Yüksek lisansın ilk dönemi bitti!!!! Hepsini geçtim!!!!! 
30. Maruş’u çok özlemek. Tatlı Maruş. Sana asla kıyamıyorum. 
31. Abimin ben Almanya’dayken hasta olmasına rağmen Maruş’un yanına gitmesi. 
32. Anneme Almanya’yı getirmeye çalışmak.
33. Maruş’la kavuşmak. 
34. Bir anda gelen artık 30 yaşındayım ve hiç öyle hissetmiyorum hissi. Pas geçmişim gibi. 
35. Safa ile serserilik.
36. İyi bir maaş zammı. 
37. Ankara’ya gelmek. 
38. Ankara’da sabah trafiği. Maxfm. 
39. Ankara Plaza’nın güven verici sıcaklığı. 
40. Kakule. 
41. İstanbul’a dönme ihtimalinin güzelliği. 
42. Ev özlemi. 
43. Uzun bir deprem arasından sonra iyi hissettiğin ve yaşadığın her şeyi daha güzel sindirdiğin anlar. 
44. Annemin İstanbul’da olması. 
45. Kurtuluş!
46. Yeni bir ütü almak. Yeni bir ütü almanınn ve taşımanın zorluğu. 
47. Bakırköy yolları korkutuyor. Önlük almak zorunda kalmak ise iyi hissettiriyor. 
48. Yeni dönem ve yeni kitaplar. 
49. Biraz uzaktan eğitimin işimi çok kolaylaştırması. Teşekkür ederim. 
50. Kurtuluş… 
51. Viggo Mortensen’li filmler kuşağı. 
52. Tekrar yürüyüş yapabilmek. Of. Harika. 
53. Remzi’de yemek kitabı karıştırmalar ve eve dönüş yolları. 
54. Cruffin yapmayı öğrenmek. Youtube algoritmalarının cruffinle dolup taşması ve evdeki yaş mama. 
55. Maruş!!!!! Bir hafta arayla kızgınlığa girdi. 
56. Nurevşan’ı evde misafir etmek. Her zaman tatlı bir kız. 
57. Büşra’nın Almanya’daki evine aldığı demlikler. 
58. Anne masajı. 
59. Evdeki fazlalıklardan kurtulmak. 
60. Sevimli birkaç cümle. Bakırköy ilginç bir hikayesin. 
61. Bakırköy!
62. Peşpeşe 1 hafta atılmış en az 10 bin adımlar. 
63. Leo’nun eve gelme ihtimali. 
64. Ütümün efsane olması!!! 
65. Nefis havuçlu kekim ve filtre kahve ile uykusuzluk. Gece sevimlisi. 
66. Yatınca Maruş’un direkt ayaklarımın oraya kıvrılması. 
67. Bir mesajla nerede olduğunun sorulması ve kararsız yürüyüşler. 
68. Eskiden çok sevilen bir şarkıyı yine çok sevmek. 
69. Okula gidiyorum!
70. Bakırköy’e 2 kere sorunsuz gidip gelmiş olmak. 
71. Nurevşan’ın evine gitmek ve evindeki polaroidler. 
72. Kuskus salatası!!!
73. Pazar banyosu pazar çamaşırı pazar marketi 
74. Fazla kilolarından güven içinde konuşabilmek. 
75. İşyerinde içilen o günün lattesinin ayrı bir keyif vermesi. 
76. İşteki deprem psikodestek eğitimi…
77. Deprem psikoeğitiminde yaptığım çizimi yırtıp atabilmek. 
78. Kliniğe gittiğim her gün. 
79. Kliniğe gittiğim her günün mutluluğu. 
80. Sevde’nin düğün fotoğraflarını planlamak. 
81. Maruş’a dair her şey. 
82. Gidip lavabo contası almak! 
83. Bir tam günü kitap okuyarak geçirmek ve bunun getirdiği akış hissi. 
84. Kızlarla birlikte kaçamak geceler. Jumbo!
85. Ramazan’a az kaldı heyecanı. 
86. Sultan’la konuşmak ve bir iftar planı yapmak. Geleneksel bir iftar…
87. Babamın İstanbul’a gelmesi. 
88. Babamın İstanbul’daki evimin ışıklarını yapması. 
89. Babamla ekmek almaya gitmek ve aldığım ekmeği çok beğenmesi. 
90. Maruş’un ameliyatı…. Ve hep beni yanında istemesi. 
91. Maruş'un ameliyatı sonrası yaşananlara rağmen birlikte bir takım olmamız.
92. Anneannemin cenazesine giderken Mücahit’in beni havalimanından alması. 
93. Delikanlı çocuklar…
94. Merve ve Feyza ile birlikte uçakla dönmek. 
95. Kulaklarımızın çok hasta olması ama en azından beraber olması ve bunu paylaşmak. 
96. İyi ki Didem abla var (Maruş’u bıraktım ona)
97. Annemi cenazede görünce çok üzülmek. Annemin çok üzüldüğünü görünce gelen korkunç üzülme hissi. 
98. Akşam olunca… Maruş’a kavuşmayı beklemek. 
99. Islak ayakkabılarla uçağa binmek ve uçakta ayakkabının kurumasına sevinir hale gelmek. 
100. Uzun bir süre boyunca Maruş’la ilgilenmek. Maruş’un iyi olduğu her an. 
101. Reyhan’ın yardıma gelmesi. 
102. Abimin yardıma gelmesi. 
103. Probnp, 847.
104. Vizeyi sorunsuz geçtim. 
105. Sevde, Sevde, Sevde! Bizi oradan oraya taşıdı, tüm yüklerimizle birlikte.
106. İtalya bileti. Yepyeni bir motivasyon.
107. Ankara’ya gelebilmek. 
108. Ramazan’ın sağ salim bitmesi. Mustafa abiler geldi. 
109. Ramazan’da yediğim her tavuklu pilav ve ekşili salata. 
110. Cookie tarifimin artık kesinleşmesi. 
111. Ankara’da Safa’yla takılmak. 
112. Anneme sarılmak. 
113. Annemin kucağına yatmak. 
114. Anne anne anne anne. 
115. Ankara’da Prime Starbucks’ta filtre kahve ve kitap…
116. Bakery Plus fuarına denk gelmek. Bu bir işaret mi? 
117. Safa ile John Wick 4.
118. Prod'da filtre kahve.
119. Marvel filmlerini her akşam ailecek seyretmek. 
120. Maruş’la İstanbul’a dönerken trende mışıl mışıl uyuması. 
121. Evde olma hissinin bir de bu versiyonu. 
122. Burgain is sunnah. 
123. 12 saatlik Endonezya yolculuğu. 
124. Jakarta Skye.
125. Jakarta Golf Club.
126. South Jakarta.
127. Jakarta yağmurunda ıslanmak.
128. Jakarta'nın güzel yeşilliği.
129. Yalnız kalmamak ve gülmek.
130. Beni kollayan olur hissi.
131. Burada tanıdığım insanlar arasındayım hissi.
132. Eve gitmeye çalışmak çünkü evde Maruş’un beklediğini bilmek. Zilliş beni eve görünmez zincirlerle bağlamış ve bundan şikayet de etmiyor gibiyim.
133. Jakarta taksi yolculukları. "Brother, uncle."
134. Jakarta'da kızlarla çektiğimiz selfie'ler.
135. Pasaport görevlisi ve temizlik görevlisi bu ülkenin bana tatlı bir şakası.
136. Big boy’u oradan oraya taşımak. Başımıza bela olan koca standın artık bir adı var.
137. Babamla mesajlaşmak. Dünyanın en basit mutluluk sebebi ve tuhaf...
138. Eve gelince zillişin kapıda karşılaması ve çok mutlu olması...
139. Jetlagin verdiği ufak sarhoşluğu ertesi gün hala atamamış olmak ama biraz da toparlanıp kahve yapmak. Kahve makinemi özlemişim...
140. Beyoncé ile bu yazıyı yazmak ve Büşra'nın nikah elbisesini konuşmak... WHIP, WHIP...

HERKES HALİNDEN MEMNUN GİBİ

01:43


Yavaş yavaş terk edilmiş lüks alışveriş merkezlerinin bomboş katlarında tıkır tıkır kendi topuk seslerimi duyuyorum, içimde heyecanla koşar gibiyim neredeyse. Arabayı otoparka bırakmıştım, evet artık böyle bir şey de var, lüks alışveriş merkezi artık bu konumunu daha çok otopark olmaya bırakmış ve yer bulmak çok zor. Ben bulmuştum ve arabayı park edip biraz içeride oturup öyle çıkmıştım. Çok uzun süre geçmemişti de... Yürüyen merdivenlerden inerken sırasıyla bir baharatçı geçiyorum, bir lostra, bir süpermarket ve sonrasında bir de ilaçtan çok ucuz güzellik ürünleri satan eczanemsi bir güzellik merkezi... Vergisini zamanında ve dürüst bir şekilde ödediğinden asla emin olamayacağınız, sivilce ve kepeği mucizevi bir şekilde tek yıkamada geçirebileceğini iddia eden yerlerden birisi daha... Burayı en son hatırladığım zamana göre her şey ucuzlaşmış ve kalitesizleşmiş ama buna şaşırmayı uzun zaman önce bıraktık. 

Yanımdan mali müşavir olduğunu tamamen evrak çantasına bakarak tahmin ettiğim hafif orta yaşlı bir adam geçiyor. Muhtemelen aylık ziyaretini yapmış ve dönmek üzere otopark yolunu tutmuş, çok mutlu da değil. Zaten neden mutlu olsun ki? Hayattan böyle bir beklentisi olan kim kaldı? 

Birkaç kişi olmuş olabilir, ben de onları bulmak için büyük bir şirketin kampüsüne girip birkaç tanıdığı ziyaret edeceğim. Burası ülkenin en büyük mühendislik firması, diyelim. Ya da onlardan birisi... İlk defa giriyorum ve hoşuna gidiyor, benim uzun yürüyüşler yapabileceğim devasa bir alan ama muhtemelen çalışanlar bu şekilde bakmıyor. Görünen o ki, tahminim hiç de yanlış değil ve içeride sıkıntıdan kendi deyimleriyle geberen bir dünya mühendis var. Şok geçiriyorum ama nasıl... Kocaman bir mühendislik şirketinde kimse çalışmıyor ve herkes bütün gün alışveriş yapıyor. Kargo görevlilerinin vasıfsız sayılıp içerideki mühendislere hizmet ettiği ve onlardan daha çok para kazandığı garip bir düzen. Biraz daha bunalıyorum ve çok oyalanmadan ayrılıyorum. Geride bıraktığım sistemde her şey çok tıkırında ve öngörülebilir. Haliyle, herkes memnun. Sıkıntıdan geberiyoruz ama maaş aylık yatıyor ve güvencemiz var. Evet, başka ne isteyebilir insan?

Benimse, artık pek çok şey umurumda değil. Yeni dünyanın yeni düzeni. Belki bu da bir çeşit deliliktir. Arabanın termometresi dışarıdaki sıcaklığı -5 olarak gösteriyor, bu soğuk ve nemsiz havada nefes almak insana iyi hissettiriyor. Bir Rus romanında varoluşunu arayan yan karakterler gibiyim. Nereye gideceğini bilmeyen ama hep bir yere giden, gitmek zorunda olan... Sadece bu sefer karakterin modern bir arabası, topuklu ayakkabısı, Charlotte Tilbury ruju ve çekici marka etiketlerine sahip kocaman çantaları var... Bu ben değilim, ben bu karakterin de yan karakteriyim çünkü önemli birisi değilim. Basit düşünüyorum artık: Acıkınca ağzıma birkaç leblebi atıyorum, bolca su içmeyi ihmal etmiyorum ve bel ağrılarımla mücadele edemediğim için bir süreliğine çok fazla hareket etmiyorum. Gördünüz mü, çok kolay ve hiç kafa karıştırıcı değil...

Gün artık akşama döndüğünde benim içimde hala o mühendislerin sıkılmışlığının etkisi var. Kendi kendime nasıl ya diyorum nasıl, nasıl böyle oldular. (Nasıl mı oldular?) 

Böyle dramatik hikayeleri herkes gibi ben de seviyorum. Kafelerde gençlerin finallerine çalışırken akıllarına gelmeyen her türlü dramı içinde barındıran hayat gerçekleri bu hikayelerde insanın karşısına çıkıyor. Geleceğe dair o umutluluk hissi akşam anne-babamızın evine giderken titreşerek içimizde küçük ateşler yakmıyor muydu? Sevimli pırıltılar... Hepsi içimizde... Motivasyon, depresyon, depozisyon... Düşüncelere dalmışken tekrar acıktığımı fark ediyorum. Kendi kendime gülüyorum, listeye yeni bir ekleme, starvasyon... İşte burada hep aynı yerleri delice bir umursamazlıkla başa alıp alıp dolaşıyoruz... Sabah trafiği, öğlen trafiği, akşam trafiği boyunca. 

Bizimle birlikte tüm bu gizemli yerlerde bedenini bulmayı bekleyen hayaletler var, aniden bambaşka bir şehirdeyiz, aniden benzin istasyonundayız ve aniden otostop yapmaya çalışıyoruz, aniden oluyor her şey, aniden... Nefessiz kalıyoruz. Aniden. Bir şey başlıyor...