20/22

00:13

Ankara sabahında trafikte yol alıyoruz, babamla birlikte evden çıkmışız ve bi 5-6 kilometre sonra o kendisini Petrol Ofisi'nin köşede bırakıp şoför koltuğunu bana bırakıyor... Sabah 06:28'de Maruş'un miyavlamaları ile güne erkenden, çok erkenden başlamıştım, içeride yanan bir ışık görünce "keşke birisi kediyle oynasa da birazcık daha uyusam" dilekleri içimden geçiyor... İçeride yanan ışık annem, salonda, Maruş'un evdeki favori insanlarından değil... Uyanıyorum, kediyi kucaklıyor salona getirip anneme şikayet ediyorum, o sırada Maruş gurulduyor, çok mutlu... Biraz evi dolaşıp sonra hupp diye tekrar yorganın altına kayıyorum, bi 20 dakika daha uyusam çok güzel olurdu... Ardından hazırlık ve işte, arabadayız, babam ve Petrol Ofisi'nin köşesinde şoför değişimi... 


Bugün işe gelirken Cuma günü olmasının getirdiği bir yüreklilikle önce Ekşi Maya'da kahvaltı yapmak istiyorum. Ankara'da Kasım sabahı sisli, soğuk, hala hafif karanlık... Devlet dairelerine giden kadınlar servisten inerken spor ayakkabılarını çıkartıp topuklulara geçiyor. Başkan'lar, yardımcıları ve arabaları etrafta... Ekşi Maya'nın içerisi sıcacık, kruvasanlar yeni çıkmış ve içerisi o kadar güzel kokuyor ki, bahçe tarafındaki bir ısıtıcının tam karşısına mayışıyor pamuk gibi oluyorum... Bir yerlerde sipariş verdim bile, Ankara ayazını dışarıda bırakmışken Jane Austen'in Pride and Prejudice'ine biraz daha devam ediyorum. Bu aklımın, zihnimin, tüm yorgunluklarımın üzerine bir Thai masajı etkisi yapıyor. Yavaş yavaş işe geçecekken kendimi biraz kandırıyorum, "mesai sonrası erken kaçabilirsem, Pataşu yerim belki"...


Önceki akşam bodrumdaki kitap kolilerini biraz kurcalamış, İstanbul'a getirmek için biraz kitap almıştım yanıma... Kitaplar son 1 haftada %40 zamlanmış, biraz eskileri hatırlayayım demiştim. Zor değil mi, pek çok şey çok zorlaşmadı mı artık? Dünyayı merak ettiğimiz zamanları geride mi bıraktık? Polonya'dan bir teknoloji firması benimle görüşmek istiyor bir hafta dönüş yapmıyorum, çok, çok tatsızlaştı her şey... Annemlere "yanınıza taşınacağım" diyorum şakayla karışık... Yılbaşı geliyor, yılbaşında Ankara'da olmak çok güzel değil mi... Gitmek istemiyorum buradan her gelişimde olduğu gibi, Ankara'nın tüm caddelerine serilmek kış sokaklarında salaş salaş gezmek istiyorum. Soğuk oysa, çok soğuk ve insan bir türlü tam olarak ısınamıyor sanki. Ama burada yazdığım yazı, aldığım not bile farklı geliyor, her şeyde hayali pirinç ışıkları oluyor yılın bu zamanında, neredeyse sabah trafiğinde bile, elektrik direklerine gerilmiş...


Arkadaşlarla buluştukça birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz, ne hakkında konuşacağız ekonomik kriz mi, birbirimizin arkadaşları ya da eski aşklarımız mı, boyun ağrılarımız mı... Aralık ayı omuzlarımıza kendi ağırlığını bıraktığı zaman silkelenip kurtulmaya çalışmıştık, bak şimdi akşam mahalle marketlerini geziyoruz artık... Birlikte gezdiğimiz tüm o yabancı marketlerin yabancı reyonlarını hatırlıyorum; yeni tatların o yakın, insanı heyecanlandıran ihtimali, olasılıklar evreninden çekip aldığımız şeyler... Yeni bir şehre alçalırken uçak'ı, yeni bir şehre inmişsin havalimanı, havalimanından çıkınca içine çektiğin ilk nefes... "Eh buradayım" hissi... 


Ne diyordum, işte, yılbaşı...


"Gizem bir geyik başı gibi uzanıyor aramızda." - l.m.


Artık eskide kalmış ve tüm tozunu kendi içerisine dökmüş her şey gibi, 2021'i de pervasız bir saç savurma hareketiyle arkamızda bırakmamız gerektiğini düşünürken bir çay daha istiyoruz dışarıdaki soğuğa karşı. Ne hakkında konuşacağız, ekonomik kriz mi? Birbirimize anlatmak istediğimiz çok şey olurdu şüphesiz, birbirimize her ay maaşlarımız yattıktan sonra harcamaları ve ödemeleri hangi sırayla yaptığımızı açıklamak ve birbirimizden akıl almak isteyebilirdik... Kredi kartını nasıl kullandığımızı, taksitle mi peşin mi alışveriş yaptığımızı, genel geçim stratejimizi, benim tam olarak hangi ayın faturasındaki hangi rakamı gördükten sonra evde babam gibi sürekli ışık kapatmaya başladığımı veya senin içinde bulunduğumuz o gün hangi kahveyi tasarruf olması için içmediğini... Bunların yerine yeni yılı konuşuruz bir umutlanma talebiyle, 2022'nin telaffuz ederkenki algısının nasıl olduğunu biraz kurcalarız hayli kafamıza göre linguistik yöntemlerle... 


Vakit bir Suadiye rüzgarı gibi geçip gider, anlamayız...

GİTTİM VE GÖRDÜM: CASA COOKLIFE

12:10


Bu bloga en son ne zaman "Gittim ve Gördüm" yazısı yazdım bilmiyorum ama eh, işte yine buradayız...


Birkaç gün önce buluştuğumuz bir arkadaşım, "blog okumayı çok sevdiğim halde seni ben bile az okuyorum, iyice kayboldun gittin" dedi. O zamandan beri içten içe biraz sorguluyorum neden hala yazdığımı ama galiba burası kendi parçalarımı bıraktığım eski bir sandık olmaya devam edecek... En azından bir süre daha...


Casa Cooklife'a eskiden gitmiştim, Balat'tayken. Hatta orada inanılmaz güzel fotoğraflar çekmiş (ve tabii ki yine bir yerlerde paylaşmamıştım, ama gerçekten çok güzellerdi!) ve yeni yerlerine taşındıktan sonra yolumu hiç düşürememiştim. Hoş, yolun kolay kolay düşeceği bir yerde de değil: Şişli, Bomonti'de. Now Plaza'nın altında. Now'da Karaca'nın ofisi varmış öğrendiğim kadarıyla, Cooklife'ın sahibi de zaten Karaca'nın sahibinin oğluymuş. Balat'taki yerinde de harika bir tasarımı vardı ama daha da değiştirmiş, yarı Nordik yarı Japon diyebileceğimiz bir hale getirmişler. Her yerde doğal malzemelerin kullanılmış olması insana iyi hissettiriyor: Masif masa ve sandalyeler, banklar, doğal stoneware tabaklar, artık dünyada da Türkiye'de de tüm kafelerin adı-soyadı olan seramik Acme kupalar... 


Acme Cups ile ilgili şöyle bir anım var: İlk çıktıklarında fotoğraflarını çekmem için bana bir kupa seti göndermişlerdi bardak altlıklarıyla birlikte. Sanıyorum 4 tane farklı renkte kupa var, ancak hangisini denersem deneyeyim, kafelerde içtiğim zamanki keyfi alamıyorum. Daha doğrusu, kupalar hiçbir zaman kafelerdeki kadar "güzel" hissettirmiyor. Aslında Cooklife'taki misafirliğim boyunca bunu düşündüm: Evde buradaki tüm bu Kinfolk/Cereal dergilerinden var, kupalar da evdekinin aynısı, e evdeki seramik tabaklar da benzer... Ama yok, olmuyor! Cooklife, size bir atmosfer, eksiksiz bir yaşam tarzı sunuyor. İçeri adımınızı attıktan sonra farklı bir yere geldiğinizi hissediyorsunuz. Öğle arası geldiğinde bir anda kalabalıklaşıyor ve bir nevi üst kattaki plazanın kitchenette'i görevi görüyor, sonrasında tekrar güzel bir sakinlik, mutfaktan gelen hazırlık sesleri ve hafif müzik.


İstanbul'da kahve kültürü inanılmaz bir hale geldi, sürekli yeni bir yere gidiyor ancak asla bitiremiyorsunuz. Ben kafelerin müşterisine nasıl hissettirdiği kısmını önemsiyorum. Cooklife kendini bir materyal olarak değil, atmosfer olarak pazarlıyor. Kitlesinin güven verdiği hissini veriyor ve hiçbir masraftan kaçınmayarak kendi dünyasını oluşturuyor. Burada, buranın sahibi veya sahiplerinin bir şeylerin "bilincinde" olduğunu anlıyorsunuz. Bana biraz "Kopenhag" fısıldıyor. 


Biraz da bunu fısıldadığı için Norveç Egg Benedict istiyorum ve mükemmel çıkıyor. Uzun zamandır yaptığım en güzel kahvaltı.


Cinnamon Roll'unu açıkçası kuru buluyorum ancak diğer tatlısı güzel (Pata olabilir mi adı?). Sıcak yemek ve kahvaltı kısmı, Bakery'sine oranla daha iyi geliyor bana. Bakery'de tam olmayan şeyler var, insana yediği zaman "of, mükemmel bir şey yiyorum!"  hissini tam olarak vermiyor. Kahvesi güzel. Zaten, Acme'lerde gelen kahvenin kötü olduğu hiçbir zaman olmuyor. Gerçekten de bu kupalarda içindeki kahveyi eleştiriye karşı koruyan görünmez bir kalkan var. Belki de bu yüzden bu kadar çok tercih ediliyor...


İçeri ilk girdiğimde "etrafta birkaç fotoğraf çekebilir miyim" diye soruyorum, inanılmaz tatlılar. Sanırım nasıl bir canavarla karşı karşıya kaldıklarından o noktada habersizler. Hoş, herkes fotoğraf çekiyor. Tanıdık, tanımadık tüm sosyal medya yüzlerini görüyorum. 


Sanırım burayı güzelleştiren ve bu kadar çok "fotoğraf çekmeliyim!" hissiyatı veren şey, ışık. Işık, ışık, ışık. Türk mimarı ışığı ne zaman keşfedecek? Yumuşak, soft, insanı rahatlatan bir ışık var içeride. Siz de tam olarak bu sebeple aşağıda 500 tane fotoğraf görüyorsunuz...











PS. Bu gönderideki tüm fotoğraflar Fujifilm XT-4 ve 18-80mm lens ile çekildi.

GİTTİM VE GÖRDÜM: BOMONTİADA & BATARD İSTANBUL

16:00

 

Ne olacak bu Anadolu Yakasında oturanların Avrupa'ya geçince turist moduna geçme hali?!


Şaka değil, bu benim. Hayatı uzun zaman Anadolu Yakası'nda yaşayınca (Allah biliyor ya karşıya geçmeye hiç gerek duymuyorum, hatta arkadaşlar başka yer önermeseler Küçükyalı-Feneryolu arasından başka bir yere bile gitmeyecek gibiyim :( ) görünen o ki Avrupa'da turistliğim tutmuş bir sürü fotoğraf çekesim gelmiş... 


BomontiAda'ya ilk defa gittim ve içeride Mamut Art Project'in sergisi vardı. Sürekli olan bir etkinlik olup olmadığından emin değilim, bu yazıda hiçbir şeyden emin olmadığım gibi. Sergide, sizin de alttaki fotoğrafta tam karşıda göreceğiniz bir çerçeve vardı, inanılmaz etkilendiğim için bir tek onu göstermek istedim. Çerçeve şu: Karşıdan baktığınız zaman çerçevelenmiş bir kum olduğunu görüyorsunuz. Sanki farklı yerden edinilmiş ve bir çerçevede bir araya getirilmiş kumlar gibi görünüyor. Yakına gidip sergi notunu okuyunca ise şunu fark ediyorsunuz: Sanatçı, evdeki bütün ansiklopedileri yakıp küllerini bir araya getirerek böyle bir çerçeve oluşturmuş ve burada, içinde bulunduğumuz dönemde "bilgi"nin mahiyetini sorgulamak istemiş. 


Okuyunca durakladım, çerçevenin en dibine kadar gidip gerçekten de kum gibi görünüyorken bir anda kül şeklinde görmeye başladığım parçacıklardaki yazıları seçebilmeye başladım. İlginçti ama her anlamda ilginçti: Ansiklopediyi çerçeveleştirmek için yakmak ve bunun üzerinden mesaj vermek. Uf! Bu yüzden sanatçı değilim diyorum görünce...


BomontiAda sonrasında buraya kadar gelmişken bir de Batard yapalım fikri çıktı ve hooop, Batard'dayız.


Batard, övgüsünü çok duyduğum bir yerdi, sanırım yine gitmeyen arkadaşımın kalmadığı, bir yolum düşse de French Toast'larından yesem dediğim yerlerden birisiydi. Öğleden sonra gittiğimiz için French Toast yiyemedik ama menüdeki iki tatlıyı da deneme fırsatı bulduk, ikisi de mükemmeldi. Aşırı kalabalık olduğu için (sanırım günün her saati böyle bir yer. İstanbul'da bazı yerlerin "tutunca" tam tutması inanılmaz!) çok fazla fotoğraf çekemedim ama şu tatlıların tadı damağımda, French Toast'a geleceğim diye sayıklaya sayıklaya ayrıldım.


17/10/2021 - PAZAR

12:12


Evde kışlıkları saklandıkları yerden çıkartıp hafif bir ütü sonrası askılara yerleştirdiğimiz Cumartesi olur ya, o günün sonraki gün. Hani o meşum Cumartesi'nde camlar artık gündüzden buğulanmaya başlar, market alışverişine gidip eve bitki çayı stoklarız ve akşam arkadaşlarımızın evindeki oturmamız üşengeçlikten uzadıkça uzar. Kapıda ceket isteyişlerimiz, kapıda ceket bekleyişlerimiz, kapının dışına doğru evin yörüngesinden uzaklaştıkça insana gelen yorgunluk ve “evde bekleyen işler” hissi. Arabadaki akşam sessizliği, arabadaki tıkırtılar, sinyal sesi, gıcırtılar… 


Yurtdışına gitmeye hazırlanan arkadaşlara yapılan yarı üzgün motivasyon konuşmaları Cumartesi'si. "Emlak piyasası" deniyor, "İstanbul'da X ise, Amsterdam'da 2X kötü durumda, pahalı bile değil ev yok". Her ülkede "gelince bir eviniz olur" dedikleri evlerimizden epey var. Ben burada, bu şehrin sıcak çörekçisi gibi bir konumdayım daha çok: Evim tertemiz bir yolgeçen hanı, düzenli bir şekilde bir elimde un kabı diğerinde merdane, akşam gelecekler için tatlı çörek hamuru açıyorum. Küçücük mutfağımda beni görebilirsiniz, üç adımlık kapısız mutfağımdan servis penceresinin açıldığı salondakilere laf yetiştirmeye çalışıyorum, kedi de servis penceresinin pervazına oturmuş beni seyrederek uyukluyor. Sıradan...


Ne diyordum, Ekim ayıyla birlikte gelen arkadaş evi oturması Cumartesi'leri... 


Şöyle dışarı kıyafetleriyle de olsa rahat rahat yayıldığınız, çayı biten arkadaşınızın kendisine almaya giderken sizin bardağınızı da doldurmayı teklif etmesi, ocağın üstündeki hep sıcak, bazen çok taze çay. İthal bir çikolatanın mutlaka bir anda bir yerlerden çıkması, Nussknacker veya Ferrero Rocher'e doymamız. 



17/10/2021


Şöyle bir şey, pazar sabahı kalkıp yağmurlukları giyip Belgrad Ormanına gitmek, ama biraz erken gitmek ve sonrasında hopp diye Tarabya. Sabah kahvesi, yarım pain au chocolate yarım üzümlü kruvasan, sonra koşa koşa Orman. Orman’da 10 kilometre hissettiren bir 5 kilometre yürüyüş, çıkışta mükemmel bir granola, sonra koşa koşa ikinci kahve ve üçüncü kahvaltıya. Petra, eski kaşarlı monsiuer bir şey bir şey. Hopp, tekrar Köprü, biraz mağaza gezmesi, Chai Tea Latte rayihasının içerisinde biraz üniversite logosu baskılı sweatshirt modası... 










MARUS THE EMPRESS - II -

12:12



Maruş, (nam-ı diğer Maruşenko, Marusita, Maruşka) 5.5 aylık!


Hadi size biraz ondan bahsedeyim.


Maruş, aslında kardeşimin arkadaşı Eylül'ün kedisi Muçen'in kızı. İstanbul'da düzenimi oturtup burada kalıcı olacağıma kanaat getirdikten sonra epey bir yavru kedinin peşinden koştum, mahallede, sokakta, sahilde...  İnternette, hatta Sahibinden'deki sahiplendirme ilanları içinde... Sonra bir gün kardeşim, Muçen'in çiftleşme vaktinin geldiğini söyleyince Eylül'le konuştuk, Eylül bizi epey bir sınavdan geçirdikten ve kedi için o gelmeden süpürge bile aldığımı gördükten sonra bir şekilde sınavı geçtik ve sahiplenmek için beklemeye başladık. Annesi Gümüş adında başka bir kediydi ve Scottish cinsindeydi, biz Muçen'i çok sevdiğimiz için ona en çok benzeyen yavruyu almak istedik ve sonra insan bebek bekliyormuş hissi veren süreç başlamış oldu. Hamilelik, doğum derken epey bekledik. Elfçe'den Fince'ye kadar bütün olası kedi isimlerine bakarken o kararsızlık içerisinde 2 aylık olan kedicik sütten kesildi ve alıp eve getirme vakti geldi...


Maruş, tam 2 aylıkken Ankara'daki evimize geldiğinde mutfakta oturduk ve "10 dakika içerisinde bu kediye isim koyacağız, artık bu konu kapanacak" dedik. Böyle pofidik, grimsi, pamukçuk bir şey etrafta dolaşırken babam bir anda mutfağa geldi ve "ismini ben koyacağım" dedi. Şaşkın, ne olacak dedik: "Maruş olacak" dedi. 


Maruş, rahmetli babaannemin kendimi bildim bileli bana seslenme şekliydi. 


Ve tahmin edebileceğiniz gibi, rahmetli babaannem tüm hayatı boyunca onlarca kedi beslemişti. Hep, "Bir gün cennete gidersem baktığım kediler sebebiyle olacak" derdi, çok şaşırırdım. Ne zaman onlara kalmaya gitsek, sabahları beni bir yavru kediyi koynuma koyarak uyandırırdı, sonra alır yuvasına bırakırdık ve bütün günümüz yoğun kedi gündemleriyle geçerdi... 


Evet ne diyordum, babam geldi ve "Maruş olacak" dedi. İlk şaşırdık ve sanki çok olmaz gibi geldi, yani olmuştu ama bir garipti de. Ama Muçen gibi orijinal bir isimdi. Bir anda sanki dünyada başka hiçbir isim kalmadı ve kedicik böylece isimlendi, varlığına büründü...


Sonra şişe kapakları ile etrafta sürekli koşup oynadığımız için adı Maruşenko oldu... 


Sonra biraz büyüdü ve tam bir Lady moduna girmeye başladığı için adı Marusita oldu... Marusita'yı Eylül koydu. 


Sonra biraz daha büyüdü ve tam bir erkek delisi oldu! Abimin koynunda yatmayı çok sevdiği için Maruşka oldu... 


Benim için bazen "Şişko Patatesim" oldu, bazen "Pamukçuk" oldu, bazen de "Kızım" oldu. 


Biz böyle böyle 4 aydır birlikte yaşayan, ev arkadaşı olduk... 


**


Sonraki bölümde, "Maruş neden İmparatoriçe'dir?"

PSİKOLOJİ: BİR ELEŞTİRİ

14:20



Türkiye’de bilim eğitiminin hayli yetersiz olmasındaki en büyük sebeplerden biri şüphesiz alan içerisindeki eğitimde alanın eleştirisi ile ilgili hiçbir konuya yer vermemek. Temel dogmatik yaklaşım buradan başlıyorken, Psikoloji bir bilim iddiası ile ortaya çıktığından beri çok sert eleştirilere maruz kalsa da, sadece Türkiye’de değil, Dünya’da da hiçbir şekilde “eleştirilemiyor”. Sonuçta kendi temellerini eski Yunan’a kadar dayandırmayı başarabilmiş görünen “tıbbi” bir bilimden bahsediyoruz. Bu yazıda Psikoloji'nin uçtan uca eleştirilebilir her kısmı üzerine konuşacağım, yazıda psikolog Ian Parker’dan ve makalelerinden, düşüncelerinden çok faydalandım. Yazının amacı Psikoloji'yi itibarsızlaştırmaktan ziyade kendisine karşı dürüst bir hale getirip birlikte daha uzun süre çalışmak için bir göz açabilmektir. Umarım yeni tercih edecekler, halihazırda öğrenci, mezun veya çalışan pek çok kişinin işine yarar. Paragraf paragraf, her konuya değinmeye çalışacağım. 


Psikoloji, kendisini insandaki işlevsel olmayan patolojik özellikleri/davranışları saptamak üzerinden tanımlar. Araştırma yapan psikologların amacı, biçimlenmesinde aslında sıklıkla etkin rol aldıkları davranışların (birazdan temellendireceğim) “bilimsel” bir tarifini yapmaktır. Yapacakları bu tarifin yansız olduğunu, kimseden yana taraf olmadıklarını varsayarlar. Her genel kuram, aynı zamanda genel kanıya, dolayısıyla da çağdaş sermaye düzeni altında sürdürülen hayatın insanlara normal ve doğal görünmesini sağlayan ideolojik açıklamalara dayanır. Bu noktada kolektif eylem tamamen patolojikleştirilir, burası çok önemli. Siz kolektif bir eylemin içerisinde bulunarak doğal ve pozitif bir sonuca ulaşsanız bile temelde iradenizi "teslim etmiş"sinizdir ve "mass hysteria" adı verilen insanların bir arada bulunmasının getirdiği histeri durumuna geçiş yapmışsınız. Alan içerisindeki deneylerde de, örneğin Zimbardo deneyinde oluşturulan cezaevi sisteminde, insanlara kolektif olarak örgütlenebilecekleri bir alan tanınmaz (oysa bir grup kurmak veya bir gruba aidiyet duymak insan hayatının çok büyük bir parçasıdır), dolayısıyla aslında gerçek dünyada bulunan seçenekler, toplumsal rollerin birey üzerindeki gücünü yok sayar. Burada psikologları politik tartışmalardan kaçınmaya iten, araştırmalarında belirleyici rol oynayan ödenek olanakları ve öğretim üyeliği yolundaki kariyerinde ya ana akım dergilerde yayın yapacaklarını ya da kaybedip gideceklerini hep hatırlatan Amerikan sistemi gibi başka güçlü etkenler vardır. Politikaya herhangi bir şekilde bulaşılmasını önlemenin en iyi yolu da, “sosyal psikoloji” veya “siyaset psikolojisi” gibi alanların her tür toplumsal ve politik içerikten arındırılmasıyla, iktidar, çatışma ve değişim meselelerinin salt psikolojik sorulara indirgenmesiyle olur. Burada Psikoloji kendisini "bireyin bilimi" olarak tanımakla korumaya çalışır, toplumsal konular, onunla ilgili değildir. Apolitikliği bu şekilde doğar.


Bu noktada Gelişim Psikoloji'sine değinmeden geçmek olmaz. Doğumdan itibaren ortaya çıkan Piaget’nin gelişim evreleri sayesinde en ideal toplum İsviçre oluverir. Afrikalı yerliler az gelişmiştir, çünkü "aktif bir çalışma" hayatları yoktur. Kendilerine yetecek kadar beslenmeye çalışmakta, günün geri kalanı yatmaktadırlar. Her defasında konu bir şekilde çalışma disiplini ve üretkenliğe takılır kalır (ve bu aşamada Psikoloji Marksist disiplinler tarafından çok eleştirilir). Oysa Batı'da da çok sayıda “çok çalışan” insan kendi benliğine yabancılaşmış ve hayli yalnızlaşmıştır; artık mutlu olmaları uzun süreli psikoterapi veya ilaç tedavisine bağlıdır. Bu aşamada toplum içerisinde genel bir dağılım oluşur ve “normal” denilen kitle ortaya çıkar, geri kalan herkes bu normale uydurulmaya çalışılırken psikolog bunun temellendirmesini yapmaya çalışır: “IQ yüksek ancak anksiyetesini kontrol edemiyor, hiperaktivite bozukluğu var”… Sonuç olarak mutlu aileler, “uysal işçiler” üretir ve psikolog, mutlu ailenin ne olduğunu araştırmayı ve işler ters gittiğinde onu tamir etmeyi kendisine görev bilir. Burası çok ağır, ama Psikoloji 101 derslerinde bile yeni öğrencilere kişinin psikoloğa gitmesi için gerekli koşulun kişinin bireysel ve toplumsal "işlevselliği"nin bozulması durumunda olduğu söylenir. İşlevsellik nedir? 


Psikolojide insanların danışmanlık almaktan veya psikoterapiden gerçekten faydalanıp faydalanamayacağına dair yapılan değerlendirmeler tekrar düşünülebilir. Terapiye yatkın olduğu farz edilenler, fiziksel tedaviden kurtulacak kadar "şanslı" görülür. Terapiye gelen kişilerden orada belli bir dili konuşabilmeleri beklenir, yani danışmanlık ve terapiye girebilmek, “konuşma tedavisi”nin harikalar dünyasına kabul edilmek demektir. Burada belirleyici olan, kişinin kendisi hakkında “doğru şekilde” konuşabiliyor olmasıdır. "Doğru şekilde" konuşabiliyor olmak, danışanın sorumluluğundadır ve doğru şekilde konuşmak temelde belirli bir bilişsel seviyeye sahip olmak demek olduğundan, bu seviye de sosyoekonomik durumla çok yakından ilişkili olduğundan Psikoloji'nin "sınıfsallığı" da tartışmaya açık bir konu haline gelir. Bu şekilde Psikolog kendisini "itham"lardan da kurtarmış olur, sonuçta karşısındaki kişi "sözle terapi" sırasında kendisini iyi ifade edememiştir?


Psikoloji içerisinde farklı çalışma alanları rekabet halindedir, bütünleyici değildir. Aslında bu seviyede “birey”e faydalı olma iddiası ile ortaya çıkmış bir bilimin kendi içinde bu kadar ayrıştırıcı olması ilginç. Bir dini/spiritüel/siyasi akıma körü körüne bağlı olan herkeste patoloji arayan psikoloğun, kendisini tek bir psikoterapi yöntemine hapsetmesi inanılmaz “doğru”dur. Logoterapi yapan, sadece logoterapi yapar; psikanalizden destek alamaz. Veya Bilişsel-Davranışçı psikolog, oyun terapisinden faydalanamaz. “Ekol” katı bir şekilde korunması gereken bir şeydir ve bunun temelleri sağlam bir yere oturtulamaz. Bu durumu lisans seviyesinde sorduğunuzda bile düzgün bir cevap alamazsanız, her nedense bir psikolog bir akımı benimsemeli ve onun yolundan gitmelidir. 


Ruhsal/zihinsel sıkıntılara yönelik tıbbi yaklaşımlar, psikiyatride tarihsel olarak gün geçtikçe belirginleşmiştir ve psikologların bazen psikiyatristlerden daha düşük bir statüye sahip gibi görünmesine yol açmıştır. Psikolog her daim bu uygunsuz gerçekle baş etmeye çalışmıştır; geçmişte de, şimdi de. Elbette psikologlar ilaç tedavileri için reçete yazma hakkına sahip olmayı da çok isterlerdi ancak bu durum sebebiyle, organik bağlantısı bulunabilen pek çok hastalığı (şizofreni, gibi) bilişsel terapi ile regüle edebileceklerini iddia ederek yerlerini sağlamlaştırmaya çalıştığı iddiasını da yok sayamayız. Baktığınız zaman 2021 Psikoloji'sinin elinde BDT dışında elle tutulur ne var? 


Bu noktada davranışçı olmayan, yani psikolojinin tek konusunun insanların gözlemlenebilir davranışları olması gerektiğini savunmayan psikologlar, davranışın “dolayımladığı” varsayılan bilişleri incelemeye yöneldiklerinde, dış dünyayı yapılandıran tüm neden-sonuç ilişkilerini bastırırlar ve kafanın içindeki dünyayı, tam da bu ilişkiler gibi göstermeye çalışırlar. İdeal dünyanız, sizi bir bölmeden diğerine yönlendiren okların olduğu dev bir ofis gibiyse eğer, o zaman bilişsel psikoloji size göredir. Bilişsel psikoloji, kafanızın içine, bürokratik akışlı bir diyagrama benzer bir varlık gibi davranır. Bu şekilde gerçek dünya ortamlarından soyutlanılır. Benzer şekilde algı araştırmaları, algılayan öznenin durağan olduğunu varsayar, “kontrollü” denilen deneyler yapılırken bile insan algısının nasıl bir oranda değişimlediği gözden kaçırılır. Akademide psikologlar hala “motivasyon”, “duygu” ve gözlemlenebilir davranış arasındaki bağlantıyı çalışmaya ve yabancılaşmış hayat koşullarında üretilmiş bu kategorilere sıkışıp kalmaya devam ediyor.


Bir başka konu, ki bence en önemli noktalardan birisi: Psikolojik araştırmaların büyük bölümü, insanlara ne üzerinde çalıştığınızı söyleyecek olursanız davranış biçimlerini değiştirecekleri önermesi üzerine kuruludur ve oldukça tuhaf bir biçimde, araştırma bağlamında insanların yaptıkları ve değiştirdikleri üzerine düşünme kapasitesi kötü bir şey olarak görülür. Çalışma nesnelerini aldatmanın ve ilgilerini ölçüm yapılan şeyden uzaklaştırmanın daha bilimsel olduğu varsayılır, dolayısıyla çıkan sonuçlar, deneklerin gerçek anlamda “fail” olmadıklarında yaptıkları üzerine kuruludur. Ayrıca, psikoloji araştırmalarının çoğu lisans öğrencilerine de dayanır. Öğrenciler birbirlerinin, araştırma görevlilerinin ve her türlü akademik personelin denek havuzu olur. Bu havuz, deneklerin belirli bilişsel becerileri sebebiyle önceden seçilmiş ve akademik görevleri yalıtılmış biçimde yürütmeye uygun bulunmuş olduğu anlamına gelir. İnsan ırkı bir anda “kağıt kalem sınavlarında uzmanlaşmış, yalnız, mülayim, uyumlu pısırıklardan oluşan” düzeye indiriverilir. 


Yetmez gibi, bunlara ek olarak, araştırmacı yaptığı araştırma için bir tutumu ölçmeyi amaçladığında ve denekten anketteki bir ifadeye ne ölçüde katıldığını veya katılmadığını belirten kutuyu işaretlemesini istediğinde sonuç, fikirlerinizin araştırmacı tarafından önceden belirlenen bir boyut boyunca düzenlenen “tutumlar” olduğu düşüncesini pekiştirir. Araştırmacı saçma sonuçlar aldıysa, bunun denekler tarafından düzeltilme ihtimali yoktur, çünkü zaten deneklere saçma seçenekler sunulmuştur. 


Ve ekolojik geçerlilik, düşer. 


Şunu da eklemek gerek: Psikoloji'de ölçeklerdeki boyutların ölçülmesi için araştırmacı bir soru havuzu oluşturur ve bu havuz içerisinden "istatistiki" yöntemlerle en "ölçücü" soru bulunmaya çalışılır. Ancak burada kullanılan, aslında bütün Psikoloji tezlerinde kullanılan verilerin analiz edilme şekli her an sorgulanabilirdir. Kişilerin davranışlarının temelde correlation-causation problemini dibine kadar yaşayabileceğimiz SPSS'te Varyans analizleri, Anova analizleri ile gerçekten "ölçümlüyor" olmak, bunu belirli bir p<.5 seviyesinde tutmaya çalışmak akademide sıklıkla karşılaştığımız tartışmalı şeylerden bir diğeridir.


Burada pek çok yanlılıkla da karşılaşırız: Zeka testlerinin ilk çıktığı dönemde kadınların yüksek puanlar almasından sonra ölçümlenme şekli hızlıca değiştirilir ve bir daha bu konudan hiçbir yerde bahsedilmez. “Bağlanma kuramları” aracılığıyla aile, kadınların çalışması için bir mekan haline getirilir. Baba, hiçbir zaman annenin sağlayabileceği “sıcak” güvenli bağlanma hissini veremez çünkü. Spor psikolojisi, erkeklerin hüküm sürdüğü, kadınların sadece jenerik olarak katılabilecekleri bir alan haline gelir vs vs.


Devasa yazının sonuna doğru, aslında pek çok blur tarafı olup bunu yarınlar yokmuşçasına inkar eden bir bilim dalı ile karşı karşıya kalırız. İçerisi yayın rekabetçisi, danışan rekabetçisi, kazanç rekabetçisi insanlarla fokur fokur kaynarken; bir yanda bir P değeri arasına sığdırılmaya çalışılan SPSS analizcileri, bir yanda harıl harıl anket çözen lisans öğrencilerini, bir yanda işverene daha fazla ek kaynak sağlamak için çalışanları motive etmeye çalışan endüstri'cileri, bir yanda devam eden çözümsüz psikoterapileri görürüz... 

LVIV, TEMMUZ 2021.

13:11


Bilmediğin şehirlerde gece yarısı hostelin camını kapatmak için dışarı baktığında sigara içen kısa saçlı kadın, sabah baharatçısı, hoşçakal ev… 


Adım adım işlediğimiz pek çok şey var, bir pamuğu ince ince eğirir gibi… Güneşin biraz daha mavi tonlarında düştüğü yerlerde gezerken çocuklarıma anlattıklarımı düşünüyorum. Pembe biberli beyaz çikolata, bazen sıradan bir filtre kahve, bir dinlenme tesisi… Sapsarı ve uzun saçları olan kızıma Polonya savaş hikayeleri anlatıyorum, Galiçyalı Danilo’dan bahsediyorum ona, Moğollara karşı nasıl yenildiğinden ve benim tüm bunları öğrenme şeklimden… Gülüşüyor iki kişilik üç kişilik dört kişilik gülüşüyor tek başına… 


Eski bir fotoğrafı çerçeveletmiş duvara asmışlar, Ahmad Tea’nin seylan poşet çayını demlemek için kettle’ı beklerken biraz inceliyorum. Hayat 1800’lerden sonra aslında çok değişmiyor, bu fırın hala orada ve daha dün Gürcü kadından ıspanaklı peynirli sıcak börek almıştık. İçeriye davet etmişti nedense çok girmek istememiştim, belki ben onun için bir işarettim o gün. Kimlerin bir işareti oluyoruz mesela, bir şeyin olması için son adım oluyoruz. Kızı düşünüyorum, küçük kız epey gülüyor bu hikayelere, onun için gerçek dünyanın çok ötesinde bir yer burası. Politeknik’ten eski mezarlığa giden yolda dinlediğimiz birkaç şarkı var, hava yaklaşık 30 derece olduğu için aklıma tabii ki Olafur Arnalds açmak gelmiyor, hayır bu havada değil. Akşam maskemi indirdiğimde nasıl yanmış olduğumu görüyorum, ertesi sabah ruj ile yanaklara pıtpıt yapmaya gerek kalmayacak sevimli bir pembelik… Oysa bakımsızlaşmaya çoktan başlanılmıştır; kıyafetler daha çok kirlidir yine de bir umursamazlık cildi güzelleştirir…


Kimlerin bir işaretiyizdir diye düşünüyorum tekrar; son bir adım bölüm sonu canavarıyızdır, birileri için bizden geçtikten sonra her şey bitecektir…


Ya da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.


Burası güzel bir şehir diye düşünüyorum Ivan Franko Parkında bir bankta oturup taraçalarda dolaşanları izlerken. Bu şehirde bolca yürüyüş yapabilir, 45 grivnaya günde birkaç kere Monin şuruplu buzlu soğuk içeceklerden alabilirsiniz. Akşama doğru ortaya çıkan canlı müzikle birlikte sokaklarda ufak ufak dans edebilirsiniz. Biraz yorulursunuz, ama bir köşe başında iyi bir fırın keşfedince unutursunuz. Saudade…


Ben doğduktan sonra diğer insanların hayatında aynı anda oluşan anılar ve ben öldükten sonra silinen ihtimaller… Ivan Franko Parkında taraçalarda koşturan küçük kızlar, ellerimde uzak bir ülkeden kalan kedi izleri… Hayatımıza bir şey almamız gerek diye düşünmüştüm, yoksa sarmal olarak kendi kendimizi tüketip duracağız. Hepimizden geriye sadece tek bir kişi kalana ve tüm o hatıraların ağırlığı o kişiyi kontrol altına alana kadar. Lviv bugün 33 derece. Petra Doroshenka Caddesindeki odamıza çok yakınız, bunun getirdiği bir “arka bahçe” hissiyatı var. Birazdan dönüş yolunda adından emin olmadığım ama Gelatorio diyesimin olduğu bir dondurmacıdan yabanmersinli dondurma alacağız. Bir kız var kasada, İngilizce 100 diyemediği için bir fişin arkasına yazıp insanı olduğundan daha masum gösteren bir mahcubiyetle biraz da gülümseyerek gösteriyor. Bu gülüş diye düşünüyorum, çoktaaan birisine ev olmuştur. 


Üniversitenin Uluslararası İlişkiler binasına yansıyan akşam güneşi kıyafetlerime dokunup şöyle bir geçiyor. Aniden körkütük aşık oluyor, aniden kendime geliyorum. Galiçyalı Danilo aşkına diyorum, o da neydi?! 


**


Adım adım işlediğimiz pek çok şey var… Pamuk eğirir gibi ince ince… 

MARUS THE EMPRESS

03:40

Kesinlik hali. Keskinlik hali.


Ancak ve ancak ekinokslarda karşılaşacağın, 04:55 olduğunda derin bir Klein mavinin içindeki gökyüzüne aynı anda bakıyoruz, bir kahramanlık hikayesi bu, bir başarma hikayesi. Tüm o soğuk ülkelerde unutmak için adım adım yürüdüklerimiz ve peşini sürdüklerimizin hikayesi. Ormanlarında dolaştığımız ve yabani eğreltiotlarına basıp düşerken hatırladığımız şeylerin hikayesi. Kervangeçmez tavernalarda başını kaldırdığında göz göze gelenlerin hikayesi, o an artık yola çıkma vakti gelmiş ve imparator, imparatoriçe, yerini almıştır…


Salaş bir hikaye bu. Salaş, çetin, birbirine yoldaşlık eden çok kimsenin olmadığı bir hikaye. Küçük imparatoriçe, sevimlilik büyüsüyle kontrol altına aldığı Büyük Aslan’ı yönetmekte ve ona tatlı emirler yağdırmaktadır. Büyük, çok büyük bir denizin kıyısında durmuş karşı kıyıdaki askerlere baktığımız bir an yaşarız. Bu bizim birlikte olduğumuz, aynı gurur ve korku duygusunu yaşadığımız anlardan birisi. Bir esiş, bir gürleyiş aramızdan geçer. Uzun bir aradan sonra birlikteyizdir, uzun bir aradan sonra kendimi bağlanmış hissederim. Kabul etmesi zor, inkar etmesi zor, karşına alıp savaşması zor bağlanışlar. Birlikte bir şehri bozkırın ortasına inşa ederiz.


Gece uykusundan da önce geceyi öğrendiğimiz bir gerçeklik oluşur.


İmparatoriçe, görkemli bir göz devirişi ile yol gösterir, peşinden gideriz. Tüm kolluk kuvvetleri toplanmış, neşeli mi tedirgin mi olduğu belli olmayan bir akıl karışıklığıyla hareket eder. Bir dalganın arkasındaki diğer dalga oluruz. Diğer dalganın arkasındaki rüzgar oluruz. Peşinden geldiği göklerdeki kuzgun, tundralarındaki aslan oluruz.


Bir bakışıyla mest olan çocuklar oluruz…

NOKTÜRN -1-

07:48

Fırtına başladığında kanatlarını açıp süzülen bir kartal olduğunda...


Sen bir harikalareseri değil miydin yoksa bana mı öyle gelmişti? Muhtemelen bana öyle gelmişti.


Bu iştahımı kapatıyor. 


*


Varlık özüne döner: Ben özüme döndüğümde şehir hareketlenmeye başlamıştı. Şehir ufak ufak kıpırdanmaya başlamıştı ve uzaktan hızlı ama dingin gelen bir ayak sesi vardı, belli belirsiz. Yaklaşıyor mu diye emin olmak için dikkat kesilip dinlemen gereken, bu sesi tanıyıp tanımadığına dair kendinle çelişkiye düştüğün ve biraz daha zaman verdiğin... 


Sen bir harikalareseri değil miydiiin, yoksa bana mı öyle gelmişti? 


Muhtemelen bana öyle gelmişti.


Ben özüme döndüğümde şehrin bazı kahvehanelerinde mırıltılar dolaşmaya başlamıştı, havalar mı soğuyacaktı yoksa insanlar meydan heykelinin önünde mi toplanacaktı, neydi bu haberler, neydi dilden dile geçerken kulağına çalınan ama seçebilmek için sessizliğe ihtiyacın olan? 


Bir ritm bulmaya çalıştığın tüm o hayatlar içerisinde dolaşırken... Sen bir harikalareseri değil miydin, yoksa hey, bana mı öyle gelmişti?


Ben özüme döndüğümde şehrin üzerindeki soluk filtre dağılmaya başlamıştı, iddialı bir güneş yüzünde muzır bir gülümsemeyle etrafa artık hazır olduğunu söylemekteydi. Bundan sonra akşamlar bile akşam değil bambaşka bir şeydi artık, bir devinimdi bir dirençsizlikti. 


Sen bir harikalareseri değil miydin, yoksa kayan yıldızım, super Nebula’m, bana mı öyle gelmişti?


Ben özüme döndüğümde şehrin bazı yerlerinde fiyatlar artmaya, patisserie’ler dolmaya başlamıştı. Hani karar vermek için biraz daha zamana ihtiyacın olduğunu anladığın zamanlar olur ya, şehirdekiler bu sefer panikle zayıflamaya çalışmıştı. Sanki iştahlar açılmış ve bir şekilde herkes silikleşerek birbirine karışmıştı.


Sen bir harikalareseri değil miydin pain au chocolate’ım, yoksa bana mı öyle gelmişti?


Ben özüme dönerken aynı anda şehrin bazı yerlerinde insanlar heyecanlanmıştı. Cuma akşamı kıvrak danslar etmiş, Cumartesi sabahı erken uyanmışlardı; o gün oluşacak olan yeni bir şeyin parçası olmak için, bir ceviz yaprağının bir kent atmacasının titreyişiyle güne başlamışlardı. 


Sen bir harikalareseri değil miydin truffe de bourgognon’ım, yoksa bana mı öyle gelmişti? 


Ben özüme döndüğümde şehir ışıkları hep birlikte bir kırpışmış, gören gözleri şaşırtmış kendilerinden eminsiz bırakmışlardı. Sen bir harikalareseri olarak yollarında dolaştığın bu şehirden gittiğinde en güzel au revoir’ım, beni burada bir fırtınaya atmıştın. İçinde yaşadığında, sonra içinden çıktığında, hatta belki kaçtığında yaşayan yepyeni bir varlık haline geldiğin, fırtına... 


Varlık özüne döner: Ben ise özüme döndüğümde her şeyi değiştirmiştim. Gündüzü, geceyi ve her şeyi… Değiştirmiştim.

ESKİ DOSTUM CARTER

05:08

Başka bir hayata dair başka anılar... Başka inatlaşmaların başka kavgaları bunlar... 


Pruvasında durduğum hırpalanmış bir filikayı deniz taşlarından oluşan büyük bir kıyıya vurarak oturtuyorum. Düşünmek için uzunca vaktim var artık. Pek çok manzaraya bakarak geldiğim bu yarım ada, bozkırlardan ve tundralarından geçtiğim ülkeler, limon çiçekleri ve geri kalan her şey... 


“Affedersiniz Konsolos, 20 saatiniz var.”


Televizyonda Bitirim İkili'nin bitter çikolatası çapkın Carter üstü açık bir arabayı son hız sürerken telefonda konuştuğu kişiye kendisini sevimli bir şekilde bencil ve egoist olarak tanıtıyor. Gözünüzde canlandırabiliyorsunuz değil mi: 28 yaşındayım, arkadaşlarım tarafından tansiyon-düşüren olarak tanımlanan kötü ışık sebebiyle tamamen karanlık bir salonda uzanıyorum, üzerimde Johnny Cash tişörtü yok ama ciddi bir sarhoşluk beklentisiyle sade soda içiyorum ve uyku öncesi kablolu kanalda Carter’ın güleç yüzüne bakarak aynı güleç yüzlü mutluluğu kendimden bekliyorum. 


Makineler, dikkatsizlik, şarj kabloları. Tüm serotonin inhibitörleri sönünce geriye kalan “ee nasıl olacak şimdi” beyni... “Abi ne yapabilirim, buna da şükret şimdiye kadar gayet iyi idare ettik” beyni. Arada yediği çikolatadan gelebilecek tüm mutluluğu aldığı kalorinin tedirginliğini bastırmaya çalışarak emmikleyen tam zamanlı çalışan beyni... Bu eski, karanlık makinenin insanı üzen farkındalık seviyesi... Carter’ın yüzüne bakıyorum, istediğim hayat budur diyorum ya. Eski dostum Carter, bana uyku öncesi yaşamı sorgulama anında resmen eşlik ediyor. Hayat ya. 


Başka bir hayatın başka dertleri bunlar... Hafta sonu trafiğinde arabayı bırakıp yolun geri kalanını koşarak gitmek istediğiniz ve buna başladıktan sonra Şener Şen’in üstünü parça parça çıkartıp atmalı koşusuna döneceğinden emin olduğunuz hayatın dertleri. Biz böyle şeyleri hiçbir zaman istemeyiz ve böyle şeylere yol açmayız. Biz aşk çeşmesine atılmış bozuk paralar gibi umutlu bir şekilde “hoop!” ederek bir delilik yoluna düşeriz ve hayat devam eder... Ne kadar temiz bir atlayış olduğunu anlatırız insanlara, ne kadar da Darphane’den sıcak çıkmış bozuk parayızdır ve ne kadar özelizdir, nasıl bir başarıdır bu kadar temiz kalabilmek... 


Başka inatlaşmaların başka kavgaları bunlar...


Bizim de inatlaştığımız zamanlar oldu, bizim de kendimizi güzel bir şekilde anlatırsak dinleneceğimizi sandığımız zamanlar oldu. Bizim de her şey mantıklı bir şekilde konuşulursa çözüleceğini sandığımız zamanlar oldu. Bisiklet sürerken yüzümüze esen rüzgarla tüm iç sıkıntılarımızın uçup gideceğini sandığımız zamanlar, işte, Carter’ın neşesi ile yuvarlanırız geniş bahçelerde ve umurumuzda bile olmaz nereye düştüğümüz... 


O an birisi yumruk yaptığı elinde baş parmağı ile bizi bir aşk çeşmesine fırlatır atar, değerli bir külçe gibi tepetaklak olurken “hoop!” ederiz sevinçle. Bizim olayımız budur işte, beyinlerimiz vücudun yedikleri arasında kendisini biraz olsun mutlu edecek bir şey var mı diye didikler durur. 


Ama başka hayata dair başka gerçekler bunlar, biz sabah olduğunda asla böyle olmayız. Her sabah filikamızın başına geçer efendi efendi kaptanlık yaparız, yolumuz da yol arkadaşımız bellidir. Bizim öyle coşkulu aksiyon hikayelerimiz olmaz, dümdüz devam ederiz, elimizde bir sade soda. Tuhaf şeylere bulaşmayız, tuhaf şeyler de bizimle uğraşmak istemez. Bir enkaz haline gelip okkalı bir gürültüyle karaya oturuncaya dek kaptan köşkümüzdeki makinelerin ve şarj kablolarının arasında yaşamaya devam ederiz...


Başka hayatlar bunlar, çok başka... 

BİR PATİ DOKUNUŞU

01:01

Gece kuşağı Karen Gillan korku filmleri, banka hesaplarındaki son kuruşları kontrol... Tüm gün Bloomberg arka tarafta açık kalmış ve bir saatten sonra televizyon kendi kendisini kapatmış... Bugün kendime yaptığım hiçbir çayı bitiremediğim aklıma geliyor, hepsi soğuyup kenara atılan kupa bulaşıklarından ibaret oldular ve akşam oflaya puflaya hepsini ovmak zorunda kaldım. Kaloriferin kenarına pısmış gece kuşağı korku filminin müziksiz, sessiz diyaloglarına kendimi bırakıyorum. Bu evi bir kediye hazırlamak gerekecek diye düşünüyorum. Kablolu yayında meteoroloji güçlü bir kar fırtınası uyarısı yapıyor ve film devam ediyor. Aynı sessizlik ve aynı olaysızlık... 


Bazen hayatımın böyle dümdüz devam ederken bir anda arkada başlayan vinyl bir kayıt eşliğinde değiştiğini hayal ederim. Düşünsenize cam açık kalmıştır, durağan görüntüye bir müzik girer ve değişim başlar... Hayat, pat!, öylece değişir. 


Daha ne olduğunu anlayamadan değişir, birkaç boyutta birden değişir, tüm paralel evrenlerde bir anda bir şey kayıverir ve işte, var olan eskisi gibi değildir artık. 


Ondan sonra düşmanınızı bilmediğiniz, görmediğiniz, hatta varlığından bile emin olamadığınız ama orada olmak zorunda hissettiğiniz bir savaş alanında bulursunuz kendinizi. Arkanızda parlak miğferlerinin en üstünde etkileyici bir kuzgun tüyü olan çevik bir ordu... Beklersiniz. 


*


Daha neyi beklediğini bile anlayamadan... Hiçbir heyecan duymadan beklediğimiz şeylerden birisi bu diye düşünüyorum. Bu ara ara görev bilinciyle merak ettiğimiz bir şey. 


Burası hepimizin içinde hissettiği ancak adını koymadığı, adını koyma gereği bile duymadığı ama yakalayınca bir yaşantı değeri olduğunu fark ettiğimiz şeylerin merkezi olsun istedim. Arka planda geçip giderken yakaladığımız ve kendimizi düşünseline bıraktığımızda keyifle guruldadığımız bir yer… Bir pati dokunuşu. 


Bir pati dokunuşu. 


Bir destek, bir ittirme... 



Genç kadınlar pazar alışverişlerinden sonra, ucuzluk marketlerin indirim köşesine bakmadan önce uğrayıp eczaneden Prozac’larını alıyor… Pırasa ve Prozac, aynı poşetin içinde… 


Sanki bunu gördüğümde kadın savaşçılardan oluşan ordumla birlikte yüksek bir bozkırda, büyük bir sessizlik içerisinde, hafifçe kımıldayan atlarımızın üzerinde bekliyor gibi hissederim. Rüzgar saçlarımızı yüzümüze getirir ama kimsede bir sabırsızlık belirtisi yoktur, hep birlikte tam da o anda bekleriz. Meşum bir sessizlik, bir istikbal anı. Bir zafer anı değil, bir öfke anı değil, sadece bir bekleme ânı. İçinizdeki ilkel bir ses o anda annenizi şöyle birkaç saniye bile olsa görmenizin iyi geleceğini söyler ve bunu bilirsiniz de, ama rüzgar hafifçe uğuldar…


Bir pati dokunuşu. 


Ağır kıyafetlerimizi giyip dirseklerimizdeki kuşaklardaki silahları evden çıkmadan önce birkaç kere kontrol ettiğimiz bir savaş... 


Birkaç boyutta birden oluşan ve kendisini her boyutta göstermeyi de başarabilen bir şey bu. Yatak odasında yerde oturur ve öylece boşluğu seyrederken yakaladığımız kadınlarda oluşan bir şey bu, annelerimiz kız kardeşlerimiz ve tüm kimliklerimiz. Her zaman giydiği kıyafeti giydiğinde aniden yakışmayan, her zaman yediği yemeği yediğinde aniden doymayan, her zaman oluyorken artık bir anda olmayan her şey… 


Bir pati dokunuşu. 


İşte o aynı parlak miğferlerimize girmişiz ve evden çıkıyoruzdur, zırhlarımızın üzerine işlenmiş birer yaprak arması ile şehir meydanına doğru yürüyüşe geçmişizdir. Bu ânı ömrümüzde belki yüzlerce, belki binlerce kez yaşamışızdır; toprak doğurduğu gücün karşısında hafifçe ürpermekte ve içten bir gurur da hissederek keyiflenmektedir. Yılın ilk kar fırtınası yaklaşırken oluşan sessizliği karşılayan şehirlilerin arasından geçerken tüm bedenlerimiz mağrur bir ifadeyle adeta meltemin esintisine göre kıvrılarak hareket etmektedir. Şehir sizi izler, siz şehirlilerin görmediği bir şeyi izlersiniz.  



Bu hepimizin savaşı olacaktır, mutfakta bulaşık yıkarken akan suya dalan annelerimizin kız kardeşlerimizin ve tüm kimliklerimizin… Artık pek çok şeyin imkansızlığını fark ettiğimizde… 


Artık gerçekleşemeyeceğinizi fark ettiğinizde… O an gelmişti ve artık hayatımızın böyle olduğunu kabul etmemiz gerekmişti. 


Bir pati dokunuşu ile ışınlandığımız o antik savaş meydanında yine karşı karşıyayız işte. Tüm o modern ilişki tavsiyelerinin, öfke kontrol yöntemlerinin, yeme bozukluklarının, psikiyatrik tedavilerin, yalnızlıkların, korkuların ve defalarca kilidi kontrol edilen kapıların, kişisel gelişim zırvalarının ve çift terapilerinin sonunda buradayız: Gerçek bir şafak vakti, miğferimizde etkileyici bir kuzgun tüyü….


Annelerimiz, kız kardeşlerimiz ve tüm kimliklerimiz. İşte burada, hepsi yan yanadır. Toprak hevesle kımıldanır, artık bir savaş beklemekte; vaktin çoktan geçtiğini düşünmektedir... 


SENE 2021, BU BLOG HALA NEDEN VAR

10:13

...ve neden ısrarla ısrarla ısrarla burada yazmaya devam ediyorum? 

Buraya yazacağım hiçbir şeyden emin değilim, ilk söyleyeceğim şey bu. Arada insanlar bana blogumu okuduklarını yazdıklarında ya da uzun süre yazmadığım zaman "hadi yaz artık!" dediklerinde o kadar şaşırıyorum ki. Bu blogu, böyle yazıp uzay boşluğuna bıraktığım yazılar gibi düşünüyorum kendi kendime. Bir kağıt parçasına birkaç şey karalamışım da uzay boşluğuna atmışım, bu görkemli bir saray olduğu kadar çöplük olarak da değerlendirilebilecek internet aleminde yok oluşa doğru giden cümle parçacıklarıymış gibi geliyor. Film sahnesi gibi gözünüzün önüne gelmiştir muhtemelen: Dünyada kalan son insan olarak ben, ileride belki birisi bulur diye olabildiğince çok iz bırakmaya çalışıyorumdur...

Bu blog varoluşsal bir sıkıntı, bunun farkındayım. Tüm iliklerime kadar farkındayım hem de. Benliğimin tıpkı yukarıdaki gibi kaybolmamak için, "ben de bu dünyadaydım, ben de yaşadım!" diyebilmesi için beni sürekli yazmak için telkin ettiğini alttan alta duyumsadığım bile söylenebilir. Hiçbir şey bırakamıyorum, düşünsenize, şimdiden dünya üzerinde 28 yıldır varım ve geriye kelimenin tam anlamıyla HİÇBİR ŞEY bırakamıyorum. Ne bırakmam gerekir, hoş onu da bilmiyorum ama rahmetli dedem ve babaannem bize meyve ağaçları bırakmıştı... Elime 5-10 lira geçince ağaç dikimi için bağış yapıyorum ama yok, olmuyor. Ellerimden hiçbir şey çıkmıyor. Ve bu her gün, gerçekten her gün "ne işim var benim burada?!" hissi yaşamama sebep oluyor. 

07:30'da mesaim başlıyor ve ne zaman bitti dersem o zaman bitiyor ve emin olun ki erken bitmiyor, sürekli bir şeylerle meşgulüm ancak ellerimde hiçbir şey oluşmuyor. Sıkıntılıyım, bu konuda çok sıkıntıdayım. Bu blog bana umut veriyor, sanki bir gün her şeyi bırakıp kendi yolumu çizebilmem (hoş bu da ne demekse) ya da yepyeni bir hayata geçebilmem için gerekli olan her şey buradaymış gibi. Aslında kendiliğimden parçaları her bir yazıda, her bir fotoğrafta buraya bırakıyorum. Bir gün kendime gelmem gerekirse, bir yerde gücüm tükenirse, kendimi unutursam, artık mahiyetime ulaşamadığım bir zaman gelirse buraya gelmem yetecekmiş gibi hissediyorum. Sanki babamın eviymiş gibi burası, her şeyin güvenli ve kontrol altında olduğu eski bir gelin sandığı gibi. Bu blog bana şu anlamda da umut veriyor: Baktığım zaman, arada dönüp eski bir yazımı okuduğum zaman kendi kendime bir güç veriyorum, cesaret verici bir şey yapmam gerekecekse bu yazıyı yazan kişi bunu yapabilir diye düşünüyorum. Çok ilginç değil mi? Benliğim bu blog sayesinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya sürekli oluşuyor: Burayı yazarken da değişiyorum, yazdıklarım da sonrasında beni değiştiriyor.

Evet bu blog varoluşsal bir sıkıntı... 

Günümün her anı bilinçdışımda ileriye dönük planlar yaparak geçiyor, sanıyorum bu benim en büyük huzursuzluğum. Hep yapmadığım, yapmam gereken bir şeyler var gibi. Nasıl yatırım yapmam lazım, paramı ilerisi için nasıl kullanmam lazım, neyi nasıl yaparsam iyi bağlantılar kurarım ilerisi için, of! Bu hesaplar hiç bitmiyor. Dönem dönem hayalini kurduğum şey değişiyor, şu an ileride bir fırın açmak istediğimi söylüyorum mesela ama bunda ne kadar ciddi olduğumu bile bilmiyorum. Eminim ki yakında fırından vazgeçip çok daha farklı bir şeye dadanır ona yönelirim. Ama bakıyorum, hep bir şeyler yapmak var; hep kendim için bir şeyler yapmak hep kendimi daha iyi ifade edebilmemi sağlamak, hep öyle hep böyle... Çoğu insan böyleyken aslında bunun gerçekten de varoluşumuza dair bir problem olduğunu biliyorum. Bu blog, bu blogda yazılan bir yazı geçici süreliğine bu kaygımı azaltıyor, sanki uzay boşluğuna öylesine atılmış yazı parçacıkları değilmiş gibi bir iz bıraktığım hissiyatı yaşatıyor.

Sanırım hep bu sebeplerden ötürü buralarda olmaya devam edeceğim, dedemin cennet hurmalarını dikerken içten içe hissettiği gibi, kendi kendime bir şeyler deneyerek bir şeyler karalayarak, herhangi bir şeyi başarma derdi olmadan tamamen özgür, safiyane... 

28 YAŞ İÇİN 28 ŞÜKRAN

09:45

Doğumgünümü unutulmaz yapan S.'ye, seninle her şey x10 daha keyifli... ve komik!
Ailemin "çil çil" hediyelerine! :)
Gençtürk'ün inanılmaz sürprizli Belçika çikolatasına,
Ve tabii ki salonumdaki devasa çiçeğe...

ARTİSAN, ARTİSAN

12:02


Eski bir evi ziyaret ettik rüyamda, Cumhuriyet döneminden kalma, hatta ilk Başkent bölgesinden... hayaletler, içerideki hayaletlerden korkup 5 kat iniyorum, gözlerim kapalı tam 5 kat, uçar gibi bir iniş bu, her katta son 2-3 basamağı birlikte atlayarak, öyle bir kaçış... Aynı anda aslında o kapının aralık olduğunu ve içerinin tamamen boş olduğunu da biliyorum. Terk edilmiş bir ev orası artık, benim hayaletlerle doldurduğum aslında boş bir ev, hiçbir değeri olmayan bir ev. Oysa, böyle olmadığı zamanlar da vardı...


Sabah olduğunda her günkü sıkıcı kahvaltımı yapacağımı bildiğim için oyalandıkça oyalanıyorum. Ne de olsa beni bekleyen eski bir teflon tavada kızartılmış iki dilim atalık ekmeği, labne peynir, şekersiz şeftali marmeladı ve bir de az pişmiş yumurta var. Evde her şey bitiyor ama sanırım bunlar hiç bitmiyor ve hafta içi veya hafta sonu fark etmeksizin her gün uzak yoldan gelmişim gibi beni özlemle karşılıyorlar. Biraz daha sıkılıp öteki tarafıma dönüyorum. O günün yapılacaklar listesinde kıştan kalan lazanyayı hazırlayıp dondurucuya atmak var. Şimdiden üşeniyorum. Ansızın aklıma çok alakasız bir şey geliyor ya da beynimin çocuk kandırması bu: Küçükken 55 ekran tüplü televizyonda atari oynamak için saatlerimiz vardı, sanki dile getirilmeyen kurallardan oluşan saatler. Sabah kahvaltı vakti oynanmaz, ders vakti oynanmaz, babam işten geldikten sonra oynanmaz, yemek vakitleri oynanmaz... Acaba atari oynamaktan hevesimizi gerçekten almış mıydık? Atarimize sahi ne olmuştu, televizyonu kapma savaşından yorulmuş muyduk yoksa bozulmuş muydu, ördek vurmak için olan tüfek hep bozuktu ama kasetlere de mi bir şey olmuştu? 


Anneme sormam gerek, o her şeyi hatırlar. Belki de kalkmalıyım. 


Tam kalkayım derken aklıma o günler biraz daha düşüyor: Samsundaydık ve tabii mevsimler o zaman daha soğuktu, babamın işten gelmesi an meselesiyken TRT’de Vikingler çizgi filmi olurdu. Ne heves. Televizyonun evdeki çapraz köşesi, eski koltuklarımız, annemin salona serdiği pembe göbekli gelinlik halısı...  Bazen babam eve geldiğinde bir süre daha seyretmemize izin verirdi ve çizgi filmin bitmesini bekleyebilirdik, o zaman isimsiz Viking çocuk ile babasını bize bile benzetirdim. Babam çocukluğum boyunca pek çok baba figürüne benzemişti ama benim için Sylvester Stallone’ydi. Sahi babam gerçekten de Sylvester Stallone’ye dublöründen bile çok benzerdi. 


Kalkmalıyım.


Birazdan çay koymaya gidiyorum, çaydanlığın altını su doldurup ocağa koyma ve önceki günden kalan posayı temizleme ile başlayan kahvaltıyı hazırlama süreci... Bunu o kadar çok yapıyorum ki, hayatımı izleyeceğimiz filmde elimde demlik olan epey bir sahne var. Sıkıcı bir durum filmi bu: İlerlemiyor ama nedense seyrettikçe biraz da bağlıyor, insan sonunda ne olacak beklentisine kapılıyor ister istemez. Böyle bir filmin sonunda esas kızın dünyasının afilli bir şekilde değiştiğini görmeyi beklersiniz. Ya fantastikleşmiş ve sivri kulaklarıyla altın renkli bir saç buklesinin içinde yaşamaya karar vermiştir ya da hızlı arabalar kullanan Güney Amerika kökenli bol dövmeli karizmatik bir suçlu ekibinin arasına rastgele dahil olup kısa sürede vazgeçilemeyen bir parçası olmuştur.


Bu suçlu ekibinde hangi becerilerimle var olabilirdim? Geçtiğimiz günlerde tanıştığım birisi Japonya’dan 80’li yıllarda üretimi durdurulan motor parçalarının ithalatını yapıyordu. Böyle özel bir şeye ihtiyacım olacaktı. Bunu biraz düşünecektim.


Öğlen yer ısınmaya başladığında 7 santigrat derece. İnsanın üzerine çöken çiğ gibi ağırlık...


Caddedeki lüks mağazaların camekanlarının içindeki sıcak pirinç ışıkların büyüsü... Fotoğrafı karşıma çıkınca hemen hazırlanıp gitmek istiyorum, tam o an gitmek istiyorum. Yol boyunca pek çok insanın üzerinde iyi terzilik örneklerini görebileceğiniz, her şehirde olan o meşum cadde. Kayın ağacı masaların üzerindeki titrek mumlarıyla 19:17 kafesi. İçinde insanın zamanın içinde akıyor gibi hissettiği kalabalık, ışıltı... 


Miele’de elektrikli süpürge bakabiliriz. 

Solomon’da kışlık bot.

Artisan çikolatalar.


Bir an sonra dönüp baktığımda bu tatil sabahı üşengeçliğimi, bu sersemlemişliğimi de özleyeceğimi biliyorum, her şey yaşanıyor ve birbirimize hatırlattıklarımızla birlikte küçülüyor. Bir haftasonu sabahı polar battaniyeyi üzerimize sararak salonda Modern Family izlemeye gidiyoruz. Canla başla çalıştığımız onca şey hep bunun için: Yumoş battaniye, Netflix aboneliği, kendi evinde sessiz bir sabaha uyanma konforu, sıcak çoraplar... Akşam yiyeceğimiz zeytinyağlı bezelye ve o gün internetten sipariş edilecek mısır ekmeği... 


İnsanı korkutmayan ama içine de dokunmayan pek çok satırdan geçiyoruz sırayla: İnsana bir günde yürüyerek dolaşabileceği rüzgarlı bir adada olduğunu unutturan satırlardan geçiyoruz. Tempolu bir ritmle insanlardan da geçiyoruz. Kalabalık bir meydanda koşarken çarptığımız insanlardan çaldıklarımızla birlikte geçiyoruz. Bir üstünlük yarışı bu, çarpabildiğimiz kadar güçlü çarpıp, devrilenlerin üzerinden atlayıp koşmaya devam ettiğimiz ürkütücü bir hikaye...


Artisan korkuların içerisinden geçiyoruz; üzerinde nesillerce çalışılmış güvensizliklerimizle karşılaştığımız yer tam olarak burası... Bir anda Cumhuriyet döneminden kalma bir evde, elim pirinç tokmağın üzerinde öylece duruyorum. 


Şimdi bakıyorum, peki ya ben kimin hayaletiyim?