PAZAR, 11:18

08:32



Fırtına geldiğinde bu evde, artık barınağımız olan bu evde, oturma odasının tıkırtılarını dinleyerek bir süre güvende olabiliriz… 


Mutfak tezgâhına yaslanarak konuştuğumuz şeyler, bulaşık makinesi tabletleri, yulaf lapaları, çocukluk aşklarımız... 

Yeni bir kahve demlemek için cam hazneyi temizlerken aklımızdan geçen şeyler, rutinler, rutinlerimiz... Kalan posayı dökmeden önce çöp kutusunun organik geri dönüşüm tarafını el yordamıyla bulmak, üzerinde artık düşünmediğimiz davranışlar, Aralık ayı soğuğu, rüzgâr, daha çok rüzgâr...

Mırıl mırıl konuşmalar, kahve yanına tezgâh altından çıkan kuru meyveler ve birkaç ceviz... O an zihnim ikiye bölünmüş gibi, bir tarafım ne kadar sıradan diyor ne kadar sıradan ve ne kadar güzel. Tüm partiküllerimizle birlikte bu anı dolduruyoruz, bu mutfağı, üzerimizde pofuduk kazaklar, temizlik sonrası yakılmış salondan gelen vanilyalı mum kokusu ve titrek ışık, o gün evden çıkılmayacağı o kadar belli ki...
 

Fırtına geldiğinde bu evde, artık barınağımız olan bu evde, oturma odasının tıkırtılarını dinleyerek bir süre güvende olabiliriz… 


Hatırladığımız her şeyin içinde, coşkuyla yaşadıklarımız, oradan oraya koştuklarımız, kahkahalarımız, mutluluktan yemek yemeyi unuttuklarımız ya da yemeye doyamadıklarımız, o yukarıda, çok yukarıda ruh hali... İşte hepsi buraya kadar; hepsini bugünün, bulaşık makinesi tabletlerinden, yulaf lapalarından ve aşklarımızdan konuştuğumuz bugünün dinginliğine bırakıyoruz, usulca bir bırakış bu...

Usulca bir bırakış, zarar vermeden, ürkütmeden...


Kusurlu, kalitesiz, doğal...

Arkadaşça...

Karşılıklı oturuyoruz, dışarıda heybetli bir rüzgar var. Bakışlarımızla fırtına geliyor’laşıyor, başlarımızla birbirimizi onaylıyoruz. Fırtına geliyor. 


İçimizden gelen çocuksu bir "burası güvenli" hissi, burası sıcak, burası temiz, burası aradığımız her şey, burası bir kucak, bir annenin dizinde yatıp saçlarını okşaması, bir kardeş boğuşması, pati dokundurması... 

LİSANS SONRASI: ALTERNATİF YOLLAR -1-

09:02

2020'nin sonuna doğru yaklaşırken ve artık iş hayatında 5. seneme doğru giderken alan ne durumda, sahada işler nasıl, biraz değerlendirmek ve 5 senelik tecrübemin bakış açısıyla son durumu irdelemek istedim. Ne yalan söyleyeyim, artık bu blogda Psikoloji ile alakalı çok fazla yazı yazmak istemiyorum. Ben daha kişisel şeyler yazmak istedikçe inadına en popüler yazılarım Psikoloji ile ilgili olanlar oluyor, en çok Psikoloji ile ilgili soru alıyorum. Mezunlar ya da mezuniyet sürecinde olanlar o kadar sıkıntılı ki, bu yazıları yazmanın bir şekilde sosyal sorumluluğum olduğunu düşünmeye başladım. Beni 4 sene üniversitede okutmuş, ardından yüksek lisanslara göndermiş ve en sonunda iş sahibi yapmış güzel ülkemin güzel gençliğine belki yardımı dokunur diyerek bir yerden başlayayım.

Geçmişte pek çok yere Psikoloji bölümünden mezuniyetten sonra neler yapıldığını ve neler yapılabileceğini konuştum, ben Endüstri ve Örgüt tarafına yöneldim ancak HR'da çalışmak uçtan uca mezunların hangi alanlara yöneldiğini kuşbakışı görmemi de sağladı ve sağlıyor. Örgütte çalışma hakkında çok detaylı yazılar var ve gördüğüm kadarıyla gün geçtikçe daha çok Psikoloji mezunu bu alana yöneliyor. Bu, doğal bir sirkülasyon: Çünkü Klinik doydu, her sene daha kötüye gittiği şekilde bu sene bir de Pandemi geldi ve Devlet alım yapmıyor, aldığında da ücretler düşük. Ben de artık i/o'nun da (Endüstri ve Örgüt'ün kısaltması olarak kullanacağım bundan sonra) doyduğunu düşünmeye başlıyorum, şu anki mezunlar için değil ancak henüz üniversite okuyanlar için uzun vadede talep olduğu kadar arz olmayacaktır. Arz olduğunda da muhtemelen bu arzı, ülkenin en yüksek ÖSYM puanıyla öğrenci alan okullarının mezunları kapatacaktır. Bu sebeple mevcut öğrenci, vizyoner davranmak ve şansını olabilecek her anlamda zorlamak zorunda. Her zaman dediğimiz gibi, farklılaşmak ve kendi yolunu çizebilecek becerilere sahip olmak çok önemli. Türkiye'de Psikoloji lisans eğitimi Klinik/Sosyal zincirinde sıkışıp kalmış vaziyette ve Freudyen, içine kapanık, asosyal, apolitik, dünyadan uzak ve bir o kadar otoriteryen bir disiplin haline geldi. Bunun sonucu olarak öğrenci ve işsiz mezunlar hem vakit kaybediyor hem de gelecekte sahip olacakları maddi gelirden kaybediyor. Bu uzun konuya sonda tekrar geleceğim, şimdi madde madde Psikoloji'de ilerisi için alternatif yollar neler olabilir, bu sene yeni bir trend var mı, buna bakalım:

1. Conversational UX/UI Designer

Bu aralar bir proje için Dialog Tasarım ve Dialog Kalite Uzmanları ile görüşüyorum. Başlığı çevirirsek yaklaşık olarak böyle bir şeye denk geliyor: Kullanıcı Deneyimi Dialog Uzmanı. Gibi bir şey. Türkiye'de neredeyse hiç bulunmayan ancak yavaş yavaş robotik süreçlerin gelişiyle ihtiyaç duyulan, gelecekte ise çok daha ihtiyaç duyulacak bir alan. UX/UI Designer olarak Psikolog ne yapabilir: 

- Chatbot teknolojileri içinde görev alabilir. Herhangi bir marka, hizmet veya servisin Chatbot tasarımında Psikoloji açısından kullanıcı deneyimi nasıl geliştirilebilir, hangi soruya karşılık ne tarz bir dialog tasarımı yapılırsa iç ve dış müşteri bağlılığı oluşur, danışmanlık verebilir. 
- Çağrı merkezleri dünya var oldukça devam edecek bir hizmet olabilir: Çağrı merkezlerinde yetkililerin arama yaptıklarında kullandıkları dili ve script'i tasarlayabilir, bunun müşteri üzerindeki etkisini analiz edebilir. Tamamen davranışsal olarak "nasıl yaparsak kurum/şirket kazanırken müşteriyi de mutlu ederiz"i kurgulayabilir. 

Online alışveriş ve marketplace projelerinin bu kadar büyük bir ivmeyle büyüdüğü zamanda gerçek bir kariyer fırsatı. Psikoloji okuyan ve kreatif tarafı güçlü olan, metin yazarlığı yapmış ya da yapabilecek, ama aynı zamanda veri yorumlama ve analitik kabiliyetlerine de güvenen mezunlar yönelmeli...

2. UX/UI Designer

Kullanıcı deneyimi, kullanıcı etkileşimi tasarımı nasıl oldu da bu kadar alakasız bölümlerden bu kadar alakasız insanların eline kaldı bilmemekle birlikte, yurtdışında psikologların en çok sevdiği alanlardan birisi bu. Aklınıza gelebilecek her alanla ilgili kullanıcı deneyimi tasarlayabilir ve aklınıza gelecek her alana sızabilirsiniz. Bir bankanın mobil aplikasyonunda kullanılan arayüzlerin müşteri davranışına olan etkisini analiz ederek daha da mükemmelleştirebilirsiniz mesela. Ya da bir e-ticaret sitesinin Pazarlama reklam kampanyasının müşteri davranışına olan katkısını analiz edebilirsiniz. Renklerin, seslerin, görünen ve görünmeyen her şeyin bir kullanıcı deneyimi ve etkileşimi unsuru olduğunu ve bu deneyimin davranışsal olarak ölçümlenmesi gerektiğini düşünürsek alanın ne kadar devasa bir hale geldiğini anlamak zor olmayacaktır.

3. CRM - Customer Relationship Management

İnsanlarla birebir görüşmekten hoşlanmayan ancak insan davranışını manipüle etmekten veya büyük veriler üzerinden davranışı analiz edip onu istediği şekilde yönlendirmek için stratejiler geliştirmek isteyenler için alternatif bir kariyer yolu.

Burada Psikoloji'ye olan bakış açımızı komple değiştirmemiz gerek. Bu disiplinin aslında davranış bilimi olduğunu unutuyoruz, daha doğrusu üniversitelerimizde verilen eğitim bize bu vurguyu hiçbir şekilde yapmıyor. İnsanın olduğu, insan davranışının olduğu her yerde var olması gereken bir alanken hastane koridorlarında Psikiyatristlerin yan odasındaki test yapıcılar haline gelmemeliyiz. Psikoloji öğrencisi hala lisansta tez yazarken topladığı anketleri analiz edebilmek için İstatistik dersi aldığını ve SPSS öğrendiğini sanıyor. Oysa kök yetkinliklerine baktığımızda insan davranışını ölçümlemek ve yeri geldiğinde manipüle edebilmek için analitik kabiliyetlerimizi daha da güçlendirmemiz gerek. 

4. Copywriter

İlk madde ile yakın ve değil: Genelde ajanslarda ya da freelance olarak çalışan ve farklı metin yazarlığı projelerinde Psikoloji eğitiminin katkısını görebilecek ve gösterebilecek bir alan. 

Peki ya işin vicdani tarafı ne olacak diye soran öğrencileri duyar gibi oluyorum. Bir şekilde insanlara yardım etme isteğiyle bu bölüme gelmiş, bu kadar eğitim aldıktan sonra bu bilgiyi insanlara yardım etmek için değil, insan davranışlarını analiz ederek büyük kurum veya şirketlere daha fazla kazanç sağlamak için kullanmanın getirdiği yük?

Bu kişinin kendi muhasebesini yapacağı bir şey, ama seneler geçtikçe büyük şirketlerin MT programına daha çok psikolog başvuruyor, daha çok öğrenci okula devam ederken kurumsalların departmanlarında uzun dönem staj yapıyor, daha çok öğrenci alanın lisansta anlatıldığı gibi olmadığını, yüksek lisans yapmayan yeni mezunun dışlandığını ve hiçbir yere giremediğini görüyor. 

Peki ya ne yapacağız, bu kadar sayıyorsun ve çok güzel ama nasıl yöneleceğiz diye soran diğerlerini de görür gibi oluyorum. Yolu kendimiz çizmektense gösterilsin istiyoruz. Şunları şunları yaparsan şu maaşla şu yerde çalışabilirsin garantisi verilsin istiyoruz. Belki de niş bir alanda özel bir iş yapalım istiyoruz ancak birisi bize yine de göstersin... Hayat böyle bir şey değil: Evet iş hayatındaki 5. senemde artık gönül rahatlığı ile bunu söyleyebilirim. Hayatta risk alanlar, hayattaki her şeyi "atılırcasına" yaşayanlar ve farklı alanlara ilgi duyanlar kazanıyor. Sevdiğiniz alanları birleştirmeli, melezleştirmeli, en sonuna kadar sahip olduğunuz bilgiyi kullanarak onu daha değerli hale getirmelisiniz. Bugün akşam haberlerinde spikerin okuyacağı metni yazan editörün de psikoloji bilmeye ihtiyacı var, siyasetçilerin mitinglerde yaptığı konuşmayı yazanların da psikoloji bilmeye ihtiyacı var, büyük markaların sosyal medya hesaplarının yönetiminde de psikoloji gerekir, satış pazarlama tekniklerinde de vesaire vesaire... 

Her yerde size ihtiyaç duyulduğunu kanıtlamak ise sizin elinizde. İşvereninize, işveren her kimse, o daha ihtiyacı olduğunu bile bilmiyorken aslında size ihtiyacı olduğunu fark ettirmek, sizin elinizde.

Sanıyorum şimdilik bu kadar, tekrar görüşmek üzere!

Ps: Fotoğraflar, Viyana'daki Freud Museum'dan, 2019'da çekildi. 

CAFE WESTEND: KÖTÜ BİR KAHVALTIYA DAİR

10:32


Kötü bir kahvaltıya dair pek çok şey anlatılabilir, ben burada sadece küçük bir kısmından bahsedeceğim. Keyifli bir anı olarak. 

Bu bir kahvaltıyı kutsama yazısı değil, siz değerli kahvaltı severler ve kahvaltısız güne başlayamayanlar tarafından bu şekilde yanlış anlaşılmayı kesinlikle istemem. Bir gün siz değerli okuyucularımla kahvaltıya dair neler düşündüğümü de uzun uzun paylaşmak isterim (bu blog neler neler gördü!) ancak bu yazı o yazı da değil. Bu, bildiğiniz kötü bir kahvaltı yazısı. Ve bu aralar sıklıkla eleştirildiğim şekilde uzun da olmayacak, kötü kahvaltının bir özelliğinin de kısa sürmesi olduğu gibi, bu yazıyı da kısacık tutacağım. Eh işte başlıyoruz.

Yer: Viyana. 
Zaman: 2019. 

Viyana'daki son günümüzde kendimize bir iyilik yapasımız gelmiştir ve Viyana'da en ama en çok önerilen tarihi brasserie'lerden birinde kendimize kahvaltı ısmarlamaya karar vermişizdir. O halde güncelleyelim:

Yer: Cafe West End, Viyana.
Zaman: Christmas, 2019.

Öncelikle burada bir menü yok, en azından o anda bize verilen bir menü yoktu ve genel olarak birkaç tip kahvaltı olduğu söylenmişti. Bu arada esas konumuz olan kahvaltıya geçmeden önce, mekan Christmas etkisiyle inanılmaz güzel süslenmişti ve Orta Avrupa'daki her tarihi ve "fancy" cafede olduğu gibi inanılmaz şık giyimli, yoğun Almanca aksanlı İngilizcesiyle ortama İkinci Dünya Savaşı'ndaymışız hissiyatı veren garsonlar etrafımızda dört dönmekteydi ve takdir edersiniz ki içeri girdiğimiz gibi bu durumdan etkilenmiştik. Biz bu garsonlardan birisine (bilmiyorum ki garson diyerek kabalık mı ediyoruz, eminim çok özel ve giyimleri kadar havalı ayrı bir isimleri de vardır, mesela Le Garsonneire filandır) kahvaltı olarak ne alabileceğimizi sorduğumuzda bize ilk etapta anlamadığımız birkaç şey sıralamıştı...

Ve her İkinci Dünya Savaşı zamanı cafe'sinde takılan gençler gibi kısa bir "wow" anı yaşamıştık. Gerçekten adam karmakarışık bir İngilizce ile konuşmakta ve bizleri sene 80'lere geldiğinde Adolf Eichmann savunmasını siyah beyaz televizyonlardan seyredecek çocuklarımıza bu anı anlatacakmışız gibi hissettirmekteydi. "Viyanadaydık..." diyecektik, "bir Christmas zamanı, etrafta Alman askerleri füme hindi eti yerken, dışarıda ayaz..."

Kendimizi toparlayıp Le Garsonneire'imizden menüyü tekrar söylemesini istedik, o anda yabancı olduğumuzu anlamıştı ve artık uzmanlaştığı o ihtişamlı ortama yakışmayacak derecede minimalist küçümser bakışını bize atarak klasik Viyana kahvaltısını alabileceğimizi söyledi. Klasik Viyana kahvaltısı deyince gözlerimiz ışıldamıştı, klasik'ler güvenliydi, belki milyonlarca kişi tarafından denenmişti ve tarihçenin getirdiği bir sırtını dayama hissi vermekteydi. Biz de coşkulu bir şekilde Klasik Viyana kahvaltısına tamam dedik, vakit öğlene yaklaşmakta, Flughafen Wien treninin kalkmasına git gide daha az kalmaktaydı...
Çok geçmeden, Le Garsonneire'miz masamızın üzerinde sunum şovunu yapmaya başlamıştı, son derece zarif peçetelerimizi koymuştu ve etrafı toparlamıştı; bir an Türkiye'de en son yaptığım kahvaltıyı düşünmüştüm, Beykoz'da denize sıfır bir yerdeydi ve soba yanıyordu, masanın ortasına hiçbir gösterişi olmadan demliği koyup gitmişlerdi. O zaman da mutluydum ama hayatı uçlarda yaşadığımı hissetmemiştim, ne bileyim Beykoz'daki o kahvaltı buraya yazılacak bir kahvaltı değildi mesela, o daha çok arkadaşın bir kahvaltı mekanı önermeni istediğinde sıralayacağın listedeki sıradan maddelerden biriydi. Yüzümü buruşturup Beykoz'u kenara bırakmış ve Viyana'da olduğumu kendime hatırlatmıştım, arkada Christmas'a özgü Jazz şarkıları çalmakta ve büyülü an, Garsonneire'mizin uzaklardan getirdiği sunum tepsisi ile iyice ışıldamaktaydı...

-tabağı masaya bırakma sesi-

..

-bakışmalar-

..

-devamı gelmeyecek herhalde anlamında sorgulayıcı bakış-

..

Evet.

Bu an, Klasik Viyana kahvaltısının bir soğuk kruvasan, bir yemek kaşığı ucu kadar ucuzluk marketlerde satılan tereyağı ve bir yemek kaşığı ucu kadar çok şekerli reçelden ibaret olduğunu anladığımız an. Bu an'da bir süreliğine durabilir miyiz?

**

Kötü kruvasanı (bundan sonra senin adın kötü kruvasan) servis ettikleri yemek tabağı o kadar boştu ki çatal bıçağı tabağın içerisinde servis etmişlerdi. Gerçekten yer kaplasın diye servis ettiklerinden o kadar emindik ki; o an hayata, evrene ve varlığa dair emin olduğumuz tek şey buydu. Bütün beyin kıvrıklarımıza kadar bunu biliyorduk. Girus ve silcuslarımız homurdanmıştı, beynimiz bu gerçekliği inkar etmekte ve bilişsel olarak çarpıtmaktaydı. Peş peşe görüntüler görmeye başlamıştım, Beykoz, serpme kahvaltı, -2 derecede Westend'in dışında bekleyenler...  

**

Tabii ki doymamıştık.
Ve bütün büyüsü bozulmuş, Matrix filmlerinde bir anda halüsinatif ilacın etkisinden çıkıp gerçekliğe dönmüş Neo gibi kalakalmıştık. Flughaven Wien treni saati gelmekteydi ve Christmas ruhu 2019 senesini terk etmişti, bir kötü-kruvasan kahvaltısına 39 Euro verdikten sonra dünyanın tüm renkleri solmuştu ve bizim artık kalkmamız gerekiyordu...

Westbhanhauf metro altındaki Ströck'ten doymayan karınlarımız için tazecik 3 euroluk sıcak sandviçlerimizi almış ve havalimanına doğru hızlı hızlı yürümeye başlamıştık. Bu konu, bir sessizlik yemini altında bir süre konuşulmayacaktı, hiç konuşmadan bu kararı vermiştik bile... 

TIPKI ESKİSİ GİBİ / EKŞİ MAYA ANKARA

08:45


Tıpkı eskisi gibi.


Geride bıraktığımız masaya bakıyorum, tabaktaki kırıntı peçetedeki iz çay bardağındaki soğuduğu için içilmemiş son yudum, yerinden oynamış sandalye... Hepsi birer birer, keyifli bir sohbetin şahitleri haline gelmiş biz oturduktan sonra. Ne kadar oldu, 1 sene mi, daha fazlası mı, epeydir görüşmüyoruz. Şimdi burada, tıpkı eskisi gibi dingin bir beraberliğin, birbirimizi uzun zamandır tanımamızın ve birbirimizin burnu dahi akarken silmemizin getirdiği, o bildiğimiz dinginliğin tadını çıkartıyoruz. Burası bana şöyle bir his veriyor, öncelikle Türkiye’de bir yerde değiliz; daha çok nasıl desem, bir Orta Avrupa şehrindeyiz mesela, hatta soğuğundan ötürü Viyana ya da Stutgard’dayız ve pazar sabahı buluşup tote çantalarımıza haftaiçi kahvaltıları için zeytinyağında kızartmalık birer baget ekmek atmadan önce güzel bir kahvaltı yapmaya karar vermişiz. Soğuk Orta Avrupa şehirlerinin ortak noktası olan o tenha ama yokuşsuz sokaklardan buraya gelmişiz (oysa Tunalı Hilmi bunun ne de tam zıttıdır!). Yine de kruvasanlar için yeterince geç kalmış durumdayız, badem ezmeli kruvasan alabileceğimiz söyleniyor ancak ben marzipan sevmediğimi söylüyorum, B. gülüyor. B.’nin tanıdık gülüşü, tanıdık ses tonu, uzaktan tanıdık insanlara dair yeni hikayeler... Artık farklı hayatlar yaşıyoruz bu bir gerçek, aslında artık o eski üniversite arkadaşlarımın tamamıyla çok farklı hayatlar yaşıyoruz. B., mesela, en son beni robot-insan etkileşimi deneyine katılmam için Bilkent’e götürmüştü, ardından Hollanda’ya gitmişti, büyük pandemi patlamadan hemen önce de mucizevi bir şekilde dönüvermişti. Artık bu şehir bizim buluşma noktamız, ona şu anda bulunduğu yere ilk giderken söylediklerimi hatırlıyorum. Sonrasında ben, ben biraz değişmişim mesela onun beni en son görüşünden sonra tam 10 kilo vermişim bu ilginç bir şey. Eskisi gibi yürüyorum ve bu bana iyi geldi diyorum, iyi geldiği kesin diyip gülüyor. Trüflü parmesanlı omlet söylüyoruz yanında da ekşi mayalı ekmekten tostlar...



Sanırım hayatın durgunlaştığı, olumsuz anlamda değil, daha öngörülebilir olduğu bir yaşa geldiğimi bu şekilde anlıyorum. Bir şey olabilmek, bir yere gelebilmek için kimsenin ona sağlam bir dal uzatmadığı; karşısına çıkan her şeye “atılma” tarzıyla var olmaya çalışan insanlar haline geliyoruz vakit geçtikçe. Uzaktan masamıza baktığımda gördüğüm şey bu: Her duyguyu yaşayarak, her duyguyu anlamlandırmaya çalışarak ve tüm bu süreci birbirimize anlatarak ulaştığımız “şeyler”iz biz. Zaman geçtikçe de böyle insanlar toplanıyor etrafımızda, bir yandan da ne kadar az olduğumuza hayret ediyorum. Hayata atılma dediğim zaman ailemden ilk kez ayrıldığım zaman koskoca bir IKEA masası tablasını otobüsle eve götürmeye çalıştığım zamanı hatırlıyorum her defasında. Sökülü bacaklarını mavi IKEA çantasıyla omzuma asmış, 180’e 100 santim masanın tablasını bildiğiniz kucaklama usulü ile taşıyarak 30 km ötedeki evime otobüslere in bin yaparak kendim götürmüştüm. O gün o otobüste kendime şunu dediğimi hatırlıyorum, bak bunu bile yaptın. Fiziken değil belki ama, ruhen bu kadar güçsüz olduğun zamanda bunu bile yaptın. Ne kadar basit değil mi?


Sanırım hepimizin ihtiyacı olan şey bu, yani hayata atılırken ve tabii ki bazen yere çakılırken, hafifçe koluna girecek, belki ellerini tutacak, belki parmak uçlarına hafifçe dokunacak, “hadi birazcık daha” diyebilecek bir ses, bazen kendimiz bazen bir başkası... Sıcacık yatağında, güvenli ve sessizlik içinde yatarken kendini kaldırıp hazırlayabilecek, giyip dışarıya çıkartabilecek bir “kaynak”, bir başlama noktası... 

Ne diyorduk, tıpkı eskisi gibi... 


Ekşi mayalı tostlar bizi erkenden doyuruyor, trüflü omletin kokusu ise bizi epey güldürüyor, yiyemiyoruz. B., “bence bu omleti blogunda yaz” diyor, “hatta yazının başlığı bile hazır ‘the day with the truffee omlet’”. İşte ben o trüflü günü yazıyorum.



Havanın soğuk olduğu, hatta gerçekten düpedüz soğuk olduğu bugün bir bakeryde, buna fırın ya da kafe demek istemiyorum bildiğiniz bakery’de, birlikte yapılmış bir kahvaltıya uzaktan baktığımız zaman gördüğümüz şeyler... Kullanılmamış çay kaşıklarının kenara atılmışlığında oluşan bir şey, düşünülmemiş bir hareketsizlik. Farkına varılmamış bir unutuş...


Bir Pazar sabahı mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusu, çatal bıçağı bırakıp alırken oluşan tıkırtılar, insanların mırıltıları ve hafif çiseleyen yağmur... 






KIŞA VE GETİRDİKLERİNE DAİR

10:00


Bir anda durup hikayemde nerede olduğumu düşünüyorum, hayli pahalı bir kahvaltının ortasındayız ve “yediklerimize dikkat etme” gerekçesi altında sipariş edilen keyifsiz bir omletin üzerindeki soğuk brokoliyi didikliyorum. Şu anda bu hikayenin neresindeyim diye düşünüyorum, şu anda temponun yükseldiği yerde olmalıydık; kamera açısı hızla değişirken benim olimpik atletler gibi engellerin üzerinden coşkulu bir şekilde atlamam gerekiyordu, oysa bu Pazar günü oturmuş “elit” bir restoranda...

 

Hayır hayır, sizi biraz öncesine götüreceğim. 

 

Kış günlerine. 

 

Hava, yazının burasında bir anda soğuyor. Günler birbirinin aynısı haline gelirken bir yandan erken kararmaya da başlıyor. Burada artık 1 haftayı x8 hızda görüyoruz: İnsanlar sözde “sabah” kalkıp işe gidiyor, metrolar, tramvaylar ve pis otobüsler, evden çalışanlar üst pijamalarını çıkartıp kahve makinesinin suyunu tazeliyor, 08:00’de 2 saatlik hastane vardiya değişimleri, çalışma çalışma çalışma, akşam ne yemek yapacağım, ne yiyeceğiz düşünceleri ve yine karanlık...

 

Tüm bu x8’lik kaydın içerisinde duraksadığım bir an var. Bir an, bir an’lar dizisi.

 

Akşam koşusu yapanların arasında denize karşı duruyorum. Rüzgar artık sert esiyor ama buradayım işte, buradayım, tam bu anda dururken beni görebilirsiniz. 

 

Rüzgar trençkotumu şiddetle savuruyor, “Geç oluyor” diyor, “eve gitme zamanı.” Üzerimi düzeltip biraz daha vakit istiyorum: Fırtına gelirken, evde ne yapacağız? Gerçekten, evde ne yapacağız? Daha fazla kitap mı, yumuşak içimli kahveler mi, peluş kilimler üzerinde yayılarak dizi seyretmek ya da yumuşatıcı kokan çamaşırların arasında kaybolmak mı? Hayır hayır diyorum, bu kış evde olmayacağım. Bu kış, evde durdukça durduğum, oturdukça oturduğum ve günlerin birbirine katıp karıştığı, bilincimi kaybetmişçesine tekrar tekrar yaşadığım aynı eylemler dizisinden farklı bir şey olacak, farklı bir hikaye yazacağım... 

 

Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye... 

 

İşte şimdi pahalı bir restoranda, haftasonu kahvaltısındayız... Etraftaki mırıltıların içerisinde hevesli hevesli konuşanlar var, keyifsiz bir omleti didikliyorum. Buradan çıktıktan sonra tahminen kaç kilometre yürümem gerekecek hesabı yapıyorum, artık burada değilim çok uzaktayım artık. Kendi yanıma 5 yaşımdaki ben’i, 15 yaşımdaki ben’i, belki 25 yaşımdaki ben’i alıyor anlatıyorum. Beni buraya getiren her kendim’e anlatıyorum: Artık neredeyse 28 yaşındayım çok şey değişti. Kendilik ülkemin sınırları genişledi, genişledi, ne kadar yayılabileceğimi görmek için bambaşka bir şeye dönüştüm artık. Kendi içimde bir yerlerde özgürce dolaşıyor ve bu his hakkında yazmak istiyorum. Burada kimsenin dokunmadığı bir yerde, çayırların üzerinde vücudum genişliyor, genişliyor... Bir şeyleri çözmüş gibiyim sonunda, bir şeyleri değiştirmiş gibiyim bunu aynaya baktığımda iyiden iyiye sivrilen yüzümde bile görebiliyorum. Bir şeyleri anlamış gibiyim, sanki o her köşesini bildiğim şehre dönmüş gibiyim.

 

Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye...

 

Farklı bir hikaye, insanlar kendi rüzgarıyla içimden esip gittiğinde öğleden sonra 16:30 güneşine karşı oturmuş Kasım serinliğinin keyfini çıkarttığımda bulduğum bir şeydi. Çok sevdiğim şeyleri doğru şekilde sevemediğim için onlara asla doyamayacağımı anladığım zaman yaşadığım bir şeydi. Bir türlü bırakmak istemediğim, ayrılmak istemediğim şeyleri onların bir gün biteceğini kabul ettiğim zaman yaşadığım bir şey. Her an aynı coşkulu halimi özleyeceğimi anladığımda bundan sonra hep öyle olmaya karar verdiğim zaman yaşadığım bir şeydi. O soğuk ülkelerin soğuk meydanlarında elimde sıcak elma şirasıyla dolaşırken kendimde bulduğum ve adını sonunda burada koyduğum bir şeydi. Her şeye rağmen akan yaşamın içinde olacaktım. Oradan oraya, şuradan şuraya... Üşenmeyecek, sızlanmayacak, hep etrafta bir yerde olacaktım... 

 

Yazın, kışın, geri kalan olası her mevsimde... 

DURUN, BEN HO’DAYIM!

06:09


Gerçek bir “home office’te neler yapıyorum” yazısı. Çünkü neden olmasın?


Uzun, çok uzun zamandır home office’teyim, bir süredir de İstanbul’dayım. Evdeyim, kendi evimde. 24 saatim nasıl geçiyor, size biraz anlatayım:


Sabahları 6:55-7:00 gibi kalkıyorum, bazen tembellik yapacaksam ve biraz uykusuz kalmışsam 7:30. Mesaimin resmi olarak başladığı saat 7:30, genelde bu saate uymakla beraber bazen 8’e kadar esnetiyorum (güne 8’deki bir toplantı ile başlayacaksam). Her sabah istisnasız, işe gider gibi hazırlanıyorum: Giyiminden, makyajına kadar (hoş, makyaj anlayışım kaşlarımı taramak ve yüz ve dudak nemlendiricisi sürmek olduğu için çok büyük bir olay olmuyor). Bu sene Massimo Dutti’den iki tane loafer almıştım, bej ve kahverengi. Bej olanı dışarıda çokça giydim ancak kahverengi olan kendi kendisine ev ayakkabısı oldu. Bilgisayarı ve balkon kapılarını açtıktan sonra epey bir su içiyorum ve ardından kahve için su koymaya gidiyorum. İsveç’ten getirdiğim kahveler çok şükür ki hala bitmedi, kahvenin yanında bayram tatilinde Ankara’da kuruttuğumuz armut kurularından 1-2 dilim yiyorum. Öğlene kadar tüm yiyip içme bundan ibaret oluyor: 1 litreye yaklaşık, günümdeysem 1.5 litre su, 2 bardak kahve, 2 dilim armut kurusu. Açsam, salatalık yiyorum. Çok açsam, 2-3 salatalık yiyorum. Ardından tabii ki bilgisayarın başına geçip bire bir görüşmeler, toplantılar, bitmeyen telefon konuşmaları, Cisco’lar...


Genelde yoğun çalıştığım için öğle arası çok hızlı geliyor. O gün ortalık biraz sakinse bazen televizyonu açıp haberleri epey kısık seste dinliyorum. Sabahları genelde “kafam almıyor”. Arkada mırıl mırıl seslerin olmasını bazen seviyorum, bazen ona bile tahammül edemiyorum. Ardından öğle arası adını verdiğim bölüm başlıyor.


Öğle arası benim için telefonu yakınımda tutarak kahvaltı hazırlamak (çünkü telefonum hiç susmuyor!). Kahvaltı yapmayı çok sevdiğim ve gün içinde birden çok kere yemek hazırlamak istemediğim için öğle arasını kahvaltıya ayırıyorum. Kahvaltılarım çok güzel, gerçekten eminim ki siz de çok seversiniz: Bu aralar zeytinli ve kekikli ekşi mayalı ekmeği zeytinyağında hafifçe kızartıyorum, yanına biraz tatlı biber ve domates kesiyorum, üzerine labne ve bazen kahvaltılık sos sürerek yiyorum. Bazen ise tamamen semizotu ve dereotundan oluşan bir salatanın yanında haşlanmış yumurta yiyorum. Kahvaltıda tatlı şeyleri bir tek haftasonu yiyorum, ama haftaiçi kahvaltısından sonra nektarin yemeyi garip bir alışkanlık haline getirdim bir süredir. Kahvaltı yaparken dizi seyrediyorum biraz, bazen erken bitirip biraz uzanıyorum. Keyifli bir dinlence...


Öğleden sonrası o kadar hızlı geçiyor ki, o kadar olur. Bir bakmışım 16:30 olmuş aslında mesai bitmiş. Genelde mesaim bu saatte hiçbir zaman bitmiyor, en iyi ihtimalle 17:30’da biraz bırakmış oluyorum. Ardından ev kıyafetlerine geçiyor iyice rahatlıyorum. Ardından akşam yemeği. Akşam yemeği için her şeyi yapabilirim, bu çok değişiyor. Gerekiyorsa akşam yemeği bulaşığı sonrası biraz daha mesai. Sonrasında ise üşenmeme ve yemeğin ağırlığının üzerime çökmesine asla izin vermeden giyinip kendimi dışarı atıyorum. Geçen sene böyle değildim, bu sene enerjim gün içinde çok yüksek oluyor, bunu atmak istiyorum.


Biliyorsunuz, Küçükyalı’da oturuyorum. Sahile 5 dakika mesafe gibi bir yakınlıktayım. İyi günümdeysem, iyi günümüzdeysek S. ile, Erenköy’e kadar yürüyoruz. Biraz daha üşeniyorsam ya da üşeniyorsak, Suadiye’ye kadar... 


Erenköy’e kadar yürüdüysem muhtemelen Klar’a gitmişimdir, dönüşte ihtiyacım varsa İtimat’a uğrayıp tulum peyniri ve ev yoğurdu yapmak için süt alacağımdır. Suadiye’ye kadar gitmişsem, %95 Comfy’deyimdir, %5 Grandma’da. Buraları seviyorum, sanıyorum biraz da seviliyorum. Buralar Bakery kültürünün olduğu yerler: Sıcacık çörekler yiyebileceğiniz, taze ekmeğinizi alabileceğiniz, kahvenizin her zaman sizi mutlu edeceğinden emin olduğunuz yerler... En azından benim için. 


Akşam eve bir yürüyüşle dönüyorum, bu bazen her gün, bazen iki günde bir yaklaşık 10 km yol demek oluyor. Bu yolda müzik dinlemek beni bazen sıkıyor, duruma göre podcast dinliyorum, Ankara radyosu Maxfm’i dinliyorum veya Kur’an dinliyorum. Değişiyor.


Sanırım son aylarda kendime soda içme alışkanlığı da kazandırdım. Sodayı da sayarsak günlük 3 litrenin üzerinde su tüketiyorum (kahve vs hariç). Akşam eve geldiğimde o soğuk sodayı içmek güzel bir ritüel. Bazen karanlıkta oturup, bazen kitap okuyup, bazen televizyon seyredip, bazen ev işlerini hallederken o soğuk sodayı içmek ne kadar sıradan ama ne kadar iyi hissettiren bir davranış...


Yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birisi yemek tarifi okumak, yemek fotoğraflarına bakmak, videolarını seyretmek, kitaplarını araştırmak, - yemekle alakalı her şey! Yemeğe karşı bu ilgime şaşırmıyorum: Anne genlerimden gelen ekmekçilik, Avrupa’nın bakery kültürüne duyduğum ilgi ile harmanlandı ve ortaya ileride ne zaman kendi bakery’sini açacağını merak eden klasik beyaz yakalı genç kadını ortaya çıkardı... 


Genelde en geç 12 gibi yatıyorum. Gece birkaç kere uyanıyorum, hatta bazen gece kalkıp salondaki Poang’ımda oturup ya da uzanıp dışarıyı seyrediyor ve geceyi dinliyorum. Kendi evimde olmak, 2020’de benim için en büyük şükür sebebi sanırım. Bazen buna o kadar şükrediyorum ki, nazar değdireceğimden bile korkuyorum. Rahat rahat banyo yapabilmek, yemek yapabilmek, istediğini istediğin saatte istediğin şekilde yapabilmek, istediğini eve alabilmek istediğini alıp satabilmek, evine misafirlerin gelmesi, onlar için hazırlık yapmak...


Bunun dışında standart bir home office günümü hareketlendiren şeyler, S.’nin eve gelip tatlı getirmesi veya fotoğraf çekmek için evin bir kısmını kullanması, komşularla sohbet etmek, akşam arkadaşlarla buluşmak yeni bir yer keşfetmek, Çevre kulübüyle ekip toplantısı yapmak, arabayla bir yerlere kaçmak gibi şeylerden oluşuyor. Bazen de öğle arası dışarı çıkıp farklı bir yerde çalışıyorum.


Bu sene, garip bir şekilde kendimi çok iyi hissediyorum. Garip bir şekilde değil gerçi, üzerine çalışılmış, işlenmiş ve elde etmek için çaba sarf edilmiş bir iyilik hali bu... Sahip olduklarım bana daha güzel geliyor, kendim de kendime daha güzel geliyor. Uzun bir süre evde olmak beni dalgalandırdıktan sonra dingin bir yaz akşamı denizine çevirdi. Çoğu zaman çok yoğun çalışsam ve bazen bundan bunalsam da kendi evimde olmanın güvenli rahatlığı içerisindeyim. Sevdiğim insanlar etrafımda, yakınımda, ailemin bir kısmına uzağım ancak 3 saatte yanlarına gidebilirim, hepimiz güvendeyiz. Günü arkada bırakıp akşam sahile kaçmak ve uzun yürüyüşler yapıp sevdiğim bir kafede kahve içmek, sahipleriyle Ekler’in içindeki Şu hamuru üzerine sohbet etmek bana öyle yetiyor ki, iyilik hali ile dolup yaşıyorum. 


Haftasonları ya da olası tüm tatillerde bambaşka bir yaşam modeline geçiyorum, o ise başka bir yazının konusu. Şimdilik benden bu kadar, artık latte’min parasını da ödeyip Klar’dan kalkabilirim... 

SICAK SULARA!

00:57

Büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum.


Son büyük kuşların kanatlarını esneterek gittikleri yerdeyim, büyük dağların güvenli gölgesinde. Güneşin doğmasına tam olarak 27 dakika var ve hava hafif üşütüyor. Yer yer arabalar geçiyor, bu saatte madenlerdeki vardiya değişim işçileri, kargo şirketi nöbetçileri, en yakın hastanedeki gece hemşiresi ve sen ve ben hariç herkes uykuda. Bu serin anı hep birlikte, güzellikle paylaşıyoruz. 


Sabaha kadar yürüdüğümüz ve mırıl mırıl konuştuğumuz şeyleri düşündüğünde işte buradayız: Ferah çayırlardan sıcak sulara koşup büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum. Biraz zahmetli bir yoldu, bazen bıkmıştım dönüp gidesim gelmişti, bazen kaçmasın diye garlarda kendimi beklemiştim, bazen ise hareket bile edememiştim... Dikkatsizleşmiş, sessizleşmiştim; bazen çok yemiştim bazen bir damla su içecek canım yoktu, bazen ağırlaşmış çoğu zaman daracık koltukta yayılmıştım...


O atalet hali, o hatırasızlık... 


Dağılarak ve yeniden birleşerek oluşan her şey gibi ben de kendimden beklenmeyecek bir güzelliğe kavuşmuştum: Kusurlu olanın güzelliği... Güneşin doğmasına 23 dakika kala oluşan, ufacık bir esse uçup gideceğim herhalde güzelliği... 


Yepyeni bir duyuydu bu, görmek veya işitmek gibi değildi bu içten gelen, insanı yukarıya çıkartan çıkartan çıkartan... Ayak parmaklarımı iyileştiren ve günün her saati, uyuduğum veya uyanık olduğum veya ikisi de olmadığım her saati içime yerleşip canlılık veren... Büyüyen ve genişleyen, bazen sığmayan, bazen durulmayan, bazen anlaşılmayan, bazen bazen...


İyi hissetmenin en güvenli hali değil mi bu, iyi hissetmenin en doğal hali değil mi?


İyi hissetmenin en yalın, en tek başına da var olabilen hali değil mi? 


Ferah çayırlardan, sıcak denizlere koşuyorum ama az bir koşmak değil bu, içimi açarak, sarılarak, kucaklayarak bir koşmak... Güneşin doğmasına 17 dakika kala beni hala ayakta tutan, hatta bütün gece heyecanla ertesi gün gidilecek semt pazarını, yapılacak erik marmeladını ve belki binbir daha basit şeyi düşünerek heyecanlandıran... İyi hissetmenin en sevilen hali değil mi?


İyi hissetmenin en yorulmuş hali bu değil mi: Comfy’de Nick Mulvey dinliyor güzel bir Cappucino içiyoruz, Cuma mesaisi bitmiş, çantalar etrafa serilmiş ve dışarıda bir hayat olduğunu iki günlüğüne tekrar keşfetmişiz; ışıkları iyice kısıyorlar, vaktin artık üşenme şansımız olmadığı saate kadar ilerlemesini bekliyoruz... 


Adımlayarak buraya kadar gelmiştik gerçekten de, günde 15 kilometre yürüdüğümüz zamanlar vardı ve hiç az değildi, bazen duracak gibi olduğumda içeriden gelen “hadi, hadi!”leri çok sevmiştim, denizin, güneşin, varlığın, başıboşluğun, aylaklığın, her şeyin içinden geçmiş... Bir noktada sersemlemiştim, iyi olmanın en dingin hali olmuştuk birlikte. İyi olmanın en dingin haline varabilmek için o kadar çok yol katetmiştik ki... O kadar çok, o kadar çok hareket etmiştik ki... İmkansız gibiydi. 


İmkansız olan her şeyin akıp gittiği, imkansız olan her şeyin Portland’ın sisli ormanlarına çöken ve Ford sileceklerinin asla yetişmediği yağmurları gibi yaşamlarımızdan akıp gittiği çok şey geçmişti. Bir süre sürer ve geçer diye beklediğimiz ancak uzun süre peşimizi bırakmayan tüm o imkansızlar... İmkansız gülüşler, imkansız Batı’ya sürüşler, imkansız pazar sabahı pancake’i... 


İyi hissetmenin en imkansız hali bu değil miydi: Kendini en sonunda sıcak sulara attığında ve arkana bakmadığında aniden artık korkmadığını farkettiğin, artık uğraşmadığını fark ettiğin, artık savaşmadığını fark ettiğin, artık artık artık... Güneşin doğmasından sonra yaşadığın bir sevinç hali bu, bir yeniden birleşme, genleşme hali, bir yeniden gerçekleşme hali... 


İyi hissetmenin, yemek kitaplarına konu olan hali...


Nesilden nesile, anlatılan hali... 

GROOVE

11:38


TrackLab’in groove’unun içerisinde, yine, trendeyim. 

Amatör bilimkurgu filmlerinin ucuz kurgusunu tekrar tekrar yaşıyormuş gibi, camlardan şimşek gibi vurup kaçan tünel ışıklarıyla gecenin içinden geçiyorum. Bistro’daki yırtık bar koltuklarında oturup kötü sandviçlerimizi yerken yemek programı kayıtlarını seyredip birbirimizle ilgilenmiyormuş gibi yapıyoruz. 

Sanki herkesi yerinde yavaş yavaş sallıyor gibi... 

13C’de oturan muhtemel akademisyen emeklisi, Turing makineleri hakkında bir makale okuyor. Güzel diyorum, Turing makinelerini severiz. Makine olduklarını bildikleri sürece. Acaba şu an sene kaçtır...

Kendi kendime gezegenin bir köşesinden diğerine kayarak gittiğimi hatırlatıyorum. İndiğim zaman arabanın anahtarlarını alıp kapıları açtığımın, bagaja sarı çantamı fırlatıp attığımın ve ardından koltuğumu ayarlayıp eve sürdüğümün hayalini kuruyorum. TrackLab’in groove’u... Sanki herkes aynı şarkıyı dinleyerek olduğu yerde sallanıyor... 

Hep belirli bir yükseklikte yaşıyorum bu hayatı diyorum kendime içimden, televizyondaki sunucu gelecek planların neler diyor…
Biraz uçarı, biraz kaçarı, biraz da huysuzum diyorum, ödül beklentin nedir diyor…
Bazen manikliğim gelir, bakın ben yerimde duramam diyorum, çalışma saatleri böyledir diyor…

*

Trenin bistrosunda tanımadığım bir “eve geç döneceğim, erkenden tost yiyeyim” adamıyla kayıttan çok eski bir yemek programını seyrediyoruz. Meksikalı aşçılardan birisi taco’nun tortilla’sı sebebiyle eleniyor. Kendime, senin ne işin var burada kızım diyorum. Hakikaten, senin burada ne işin var? Kendimi limonlu soda içerek Meksikalı aşçı Angel için üzülebilecek bir noktada görmem beni şaşırtıyor. Hayır, hayır, Angel denedi ama olmadı. Jürinin dediği gibi, “(tortilla’sını) bu kadar basit tutacaksan, kusursuzlaştıracaksın”. 

Evet diyorum, basit tutacaksam, kusursuzlaştırmalıyım. 

Kusursuzlaştırmalıyım.

TrackLab’in groove’u…. Etrafta şöyle bir salınıyorum. 

Biraz yorulmuşum. 

*

Güzel bir günışığı.

*

Bu şehirleri geçmiştim, şimdi geriye doğru bir tur daha geçiyorum. Flashback’ler, ani hatıralar, Roma rakamlarından oluşan dövmeli barmenleriyle gece treni bistrosu... Yapış yapış bar masaları, sırtçantamı dayadığım tekli boş koltuk, eve geç döneceğim erkeği’nin evdeki mutsuz karısını arama isteğinin hala gelmeyişi, iyice ısınıp tadı kaçan limonlu soda ile birlikte ucuzlaşan, homurdanarak sallanan eski trenin içindeki gece sessizliği...  Hep birlikte geriye doğru tekrar yaşıyoruz ve tekrar, tekrar... Asla bitmeyecek bir döngü bu diye düşünüyorum bıkkınlıkla; şehirlerin arasında, ülkelerin arasında, gezegenlerin arasında sonsuza kadar bitmeyecek bir yolculuk. İçimden kendime, acaba bu yemek programı kaç senelik diye soruyorum, 80’lerin aşırı abartılı tepkiler veren stüdyo kalabalığı, bu da minimum 30 senedir buradayım demek mi olur... 

Roma’lı barmen eski sevgilisini düşünüyor, oysa bir Temmuz akşamı ılık bir duş almak...

Şimdi bir sigara yakmayı ne isterdi, yatmadan önce alınan ılık duş...

Gözlerinin içine bakarak hangi Timbaland’e Nelly Furtado’luk yapmıştır, ayaklara değen soğuk su ve tatlı ürperme...

*

Groove.

Olduğum yerde hafifçe sallanıyorum. Biraz yorulmuşum.

Geçtiğimiz her kasabada biraz daha boşveriyorum, her istasyonda biraz daha, her tren düdüğünde biraz daha... 

Yerime geçerken kırık kapısını zorladığım her vagonda biraz daha...

Çarptığım her bavulda biraz daha...

Öylece boşveriyorum.

GÜNE DÜŞÜLEN NOTLAR

10:56

Hayatı biraz, biraz, yavaşlatmak istediğim, kendimde özlediğim her şeye kavuşmak istediğim bir dönem... Malum, bir de eski kafalı bir blog yazarı olduğum için son zamanlarda bana en çok keyif veren şeylerden biraz bahsetmek istedim.

2018 yılında en çok dinlediğim şarkı Olafur Arnalds ve Nils Frahms'ın Trance Frendz albümündeki, gece 03:06'da çalmalarına binaen adı da 03:06 olan şarkıydı; bu aralar yine çok dinliyorum. Ruha dokunan, arkadaşlığın sıcaklığı ile sarıp sarmalandığımı hissettiğim pür-ü pak bir Ada şarkısı. Akşam güneşine karşı yürüdüğünüzde burnunuzun üzerini hafifçe pembeleştirerek sizi mutlu edecek bir şarkı...

Bu şarkı bana Olafur Arnalds'ı ne kadar sevdiğimi de tekrar anımsattı. Olie... Ardından geceleri balkonda ayaklarımı uzatarak KEXP performanslarını yeniden dinlemeye başladım. Keyifli bir dinlence... Austin'e gittiğimde dinlemek üzere bir konseri denk gelse efsane olmaz mıydı, Mellow Johnny'nin bisiklet mağazasında hem de... Yere oturur ortada bisikletlerin asılı olduğu kolonlardan birine yaslanır, ayaklarımı da uzatırdım. İşte diye düşünürdüm sanırım, dünya bu kadardı, bitti...

Silmarillion'a tekrar başladım, nereden nasıl esti bilmiyorum... En son ne zaman okuduğumu da hatırlayamıyorum, çok şey unutmuşum ve bunun mükafatı olarak çok heyecanlanıyorum okurken. Şu anda Beren ve Luthien'deyim, ilk okuduğumda en abartıldığını düşündüğüm hikayede bile aldığım zevk bambaşka... Kralın Dönüşü'nün sonunda Aragorn ve Arwen'in nasıl tanıştığını anlatan bir ek bölümü vardı, orada Aragorn, Arwen'i ilk gördüğünde ona "Tinuviel! Tinuviel!" şeklinde sesleniyordu. Çocuk halimle okurken o sahneyi gözümde nasıl canlandırdıysam, Beren efsanesini okurken aklıma hep o an geliyor. Sanki yaşamışım da, bir anımı hatırlıyormuşum gibi. Güzellikler...

Yeni makinemi kurcalıyorum, yıllarca Sony diye "fangirlling" yapıp (bunu Türkçe'ye nasıl çevirmek gerekir?) gidip Fujifilm almak tam bana göre bir karar alma davranışı... Makine, eski analog makinelere benziyor, hatta Zenit'ime benziyor. Güzel fotoğraflar çekiyorum ancak henüz paylaşma isteğim hiç yok, fotoğraf çekmeyi de yeniden keşfediyor gibiyim. 35mm, diyaframı 1.4 olan bir lens var üzerinde. Bokeh'lere yeniden aşık oluyorum. Yaz akşamları trafikte çektiğim fotoğrafları hayal edebiliyor musunuz... Tam benim fotoğrafım olmaz mıydı?

Bu aralar pek çok el işine giriyorum, girmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz günlerde kendime yeni bir fotoğraf arka planı yapmıştım, ardından armut kurutma işine girdim, komik ama gerçek. Armutları öğlen sıcağında oturup soymak, tek tek dilimlemek, ardından ipe geçirmek, asmak... Ve tabii ki yemek. Tüm bunları yaparken ilk yayınlandığı sırada üniversite hazırlıkta, yurtta kalırkenki zamanlarımı hatırlatan How I Met Your Mother'ı seyretmek... Ki bunu diziyi seviyor da değildim ancak armut soyarken yanınızda arkadaşlarınızın olması gibi bir şey bu. 

Ahh, resmen yaşlanıyorum.

Anlatacak çok şey var, sizleri ise çok sıkmak istemem... Burada yeni bir yer keşfettim, daha doğrusu yeni açılmış bir cafe var. O kadar sevimli ki. Sahipleri ile tanışma şansım oldu, beni iPad'de çizim yaparken görmüşler ve kendi çizim gruplarına davet ettiler. Çizim yapmakta o kadar kötüyüm ki, inanamazsınız, o kadar kötüyüm! Belki bu çizim grubu (Urban Sketchers) bana en azından birkaç doodle yapmayı öğretir. Kendimden çok büyük beklentilerim yok, ama bir gün burayı yiyecek illüstrasyonlarıyla dolu bir bakery bloguna çevirirsem de alınma, gücenme olmasın...


Şimdilik, durumlar böyle.

Bu yazı böyle biraz benden haberler verip sizden de yeni haberler duyma yazısı olsun istedim. Bir sonrakinde görüşünceye dek...

GÜNAYDIN!

09:49

Gündüzden geceye, geceden gündüze Haziran oluşuyor. 

Eski Haziran'lar gibiyiz: Bunu yazarken mutfaktan paskalya çöreği kokusu geliyor (belli ki mahlepsiz ancak şekeri o kadar kıvamlı ayarlanmış ki tatlı kokuyor) ve birbirimize yaslanmış Brooklyn Nine-Nine seyrediyoruz. Bu benim, sonrasında hatırlamak için kaydetmek isteyeceğim, özlediğimde tekrar geri çekilmek isteyeceğim “basitlik”. Pek çok güzel basitlikten birisi, sabah uyandığımda “günaydın!” deyip karşılık bulduğum zamanki gibi keyifli bir basitlik, dizime kadar ıslanmış halime bakarak kahkahalarla güldüğümüz zamanki gibi bir basitlik.

Biliyor musunuz biz bu basitliği hep beraber oluşturduk: Hep beraber olduğumuz için her şey daha da güzelleşti. Şafak sökerken yaşadığımız bir zaman vardı, ellerimizde sodalarla (evet, gerçekten!) mükemmel bir manzaraya karşı oturmuş ayaklarımızı sallayarak inanılmaz bir sessizliği sindirmeye çalışıyorduk. Bir süre sonra ayaklarımız yavaşlamış ve robotlar için yazılmış bir aşk şarkısı dinliyormuşçasına selvilerin hışırtısını dinlemeye başlamıştık. Ellerimizde sodalarla Sheraton'ın terasında gündoğumunu özümserken... 

Haziran pek çok anlamda basitti ve kolaydı, sürdürülebilirdi; Haziran bana çocukluğumun Haziranlarını anımsatırdı, gittikçe artan hava sıcaklıkları ve gündüzleri eve kapanmalar, polisiye diziler, nemlendirici kremler ve bembeyaz kıyafetler... 

Haziran incelenmesi gereken egzotik, hevesle tadılmayı beklenen ilginç bir meyve değildi, Haziran sadeydi; bildiğimiz, tanıdığımız bir yerdi. Haziran'da içinde tek tük yolcular olan gri-turuncu döşemeli metrolara binerdiniz; şehirdeki en uzak yerlere gider, üst katlara çıkar, çatı partilerinde dans ederdiniz.

Haziran'da eski spor ayakkabılarınızla yürüdüğünüz dar patikaların sizi yeni bir yere çıkarmasını beklemezdiniz: Siz değişirdiniz, yüzünüzde güneş yanıkları belirirdi, günlük işlerde çalışırdınız ve belki her gün yüzlerce kahve yapmanız gerekirdi ama eve döndüğünüz yol hiçbir zaman değişmezdi.

Evrenin bu kısmında her şey gevşer, salınır ve varlığını hep bildiği şekilde devam ettirirdi, gündüzden geceye...

VE HİÇ DURMAKSIZIN

14:27

Ne kadar iyi gidebilecekse o kadar iyi gitse bile... 

İşte yaz ortasına gelmiş birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. Mekan bükülüyor, bükülüyor, bir önceki bulunduğumuz yerde değiliz artık. Artık pek çok yaşantının içerisinden geçerek geldiğimiz yerdeyiz. Sanki hep beraber burada değilmişiz gibi, sanki hep beraber evde oturmamışız gibi kendimizi dışarıya attığımızda kollarımız açık bir şekilde sadece koşuyorduk koşuyorduk ve koşuyorduk. Biraz rüzgara bırakıyor ve biraz daha koşuyorduk; biraz daha anlaşılıyor biraz daha bakışıyor biraz daha yarışıyorduk...

Biraz daha koşuyorduk.

Bakmamayı öğrenmiştim uzun bir süre sadece bakmamayı, yazdığıma nasıl yazdığıma neyi yazdığıma neyle yazdığıma bakmamayı, bunlar küçük detaylardı bunlara takılarak ilerleyemeyecektim. Benim anlatmaya ihtiyacım vardı anlatmaya sanki bentlerinden aşan sular gibi atlayarak sıçrayarak ve kendisini aşarak anlatmaya...

Biraz daha koşuyorduk biraz daha koşuyorduk ve biraz daha...

Her defasında biraz daha yukarıya sıçrayarak ve tutturduğu ritmi bozmadan, bazen durup kendi etrafımda dönüp, biraz dans edip koşmaya devam edecektim, ben de bu hayatı böyle dizayn edecektim. Özlediğim her şeyi kendimi yargılamadan özleyecektim, severek ve düşünmeden yiyecek,
ve istediğim kadar su içecektim, doya doya, doya doya, doya doya. İşte burada birlikte oluşturduğumuz şey buydu, burada birlikte var oluşumuzu başlatmaya çalışıyorduk, biraz daha koşacaktık biraz daha biraz daha...

Tekli uzaya dair tüm sırları bilerek burada duruyorken bir baktım artık duramıyorum, burası derin bir evren değil, buraya sığamıyorum artık, burası bizim daha yakın durmamız gereken bir evren değil, burası bizim birbirimizi atlatmamız birbirimizin üzerinden atlamamız gereken bir evren. Bendlerinden aşan sular gibi coşkuyla ve karbeyazı pırıltılarını yüzümüzde taşıyarak atlatmamız gereken bir evren, işte bu yüzden biraz daha koşacaktık, biraz daha...

Her defasında biraz daha yükseğe sıçrayacak ve istifimizi hiç bozmadan devam edecektik, burası senin ve benim anlaşmamız veya savaşmamız gereken bir evren bile değil bunu anlayacaktık, burası dar, burası sıkışık, burası kollarımı sıkıca tutup üzerime yürüyen insanların evreni...

Biraz daha koşacaktık biraz daha, ta ki yeni bir şey olana yepyeni bir şeye dönüşene kadar, artık olduğumuz kişiler olmayana kadar, koşacaktık ve atlayacaktık ıslak taşların üzerinden; birbirimize karışacak karmaşıklaşacak bambaşkalaşacaktık.

İşte yaz ortası gelmiş birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz; içten gelen bir gülme hissini bastırarak ve birbirimizin etrafında dönerek; her şeyin en iyi gitme ihtimalinde bile burada birbirimize böylece bakarak geçirdiğimiz bir zaman vardı, tüm evrenlerde bu an vardı ve tüm ihtimallerde yaşanacaktı...

Ancak gözünün ucuyla yakalayabileceğin kadar hızlı, ancak pırıltılı bir yaz ortası güneşi kadar ılık, ancak senenin ilk karpuzunu ısırdığın zamanki kadar keyifli ve yerinde hissettiren bir an vardı ve evet, tüm ihtimallerde yaşanacaktı...

FAVIKEN'A ÖVGÜ

12:55

Faviken’da rüzgara karşı otururken, kalın montlar üzerimizde… 

Ne işimiz var bu köyde? Ne işimiz var?

Gece ışıkları oynuyor, buraya gelirken arabanın içerisinde klimayı en sıcak şekilde açmış ve birkaç kat üstümüzü çıkartmıştık, araba yuva gibiydi. Faviken…

Burada ne işimiz var?

Burası bizim kendimizi keşfetmek için çıktığımız yolun sonu: Evet evet, bizim yolumuzun sonu burası. Evrenin, evrenimizin sonundaki restoran… 

Bir akşam apar topar yola çıkmıştık, uyuyordun, ben birkaç cookie pişirmiştim. Levain cookie’ler. Tarifini Magnus’tan almıştım, sanırım. Telefon sürekli çalıyordu, sonsuz bir bildirim yağmuruna tutulmuştun bu yüzden ben de sesini kısmıştım. Kendi telefonumun da. Evde fırının uğultusunun arka planında kalan çok keyifli bir dinginlik oluşmuştu. Karanlıkta oturmuş tek başıma tadını çıkartıyordum ve keyifli bir sessizliğin uçtan uca her köşesini keşfediyordum… Bir an sonra bir film şeridi gibi pek çok şey yaşanacaktı: Sen uyanacaktın, telefonuna bakacaktın, bana seslenecektin, cookie’lerin altını hafifçe yakacaktım fırına koşmuştum, bir seslenme daha, “tamam kapattım”, fırın kapağının açılma sesi, seslenme, “aaah yanmışlar”, mutfak kapı ağzında bir siluet ve ardından “gidiyoruz, hazırlan”. Şehirden çıkabilecek miyiz demiştim, “ben seni geçireceğim”. Bir kağıt poşete (ki bu poşetle zeytinli ekşi mayalı ekmek almıştık ve tam 7 euro vermiştik, değmişti ama poşeti atamamıştım) cookie’lerin tamamını ve birkaç tane de köfte atmıştım. 

Burada ne işimiz var?

Burası bizim bir delilik yolunda geçen onca vaktimizin sonunda ulaştığımız yer. Faviken’a kadar gelmişiz. Yola çıktığımız zaman kıştı, artık bahara yaklaşıyoruz ancak hala akşamları sis çöküyor. Derin bir uğultu duyuyoruz yol boyunca. İlk başlarda camı açıp dinlediğim bir uğultu bu, sisin sesi… Ardından üşüyünce kolunun altındaki düğmelerden camımı kapatmaya başlıyorsun. Bu kadarı yeterli. Köfteler çabuk bitiyor, bir süreliğine yiyebileceğimiz en güzel ev yemeği. Bir noktada ormanlardan geçiyoruz, bir noktada McDonalds reklamlı üst geçitlerden, bazen ise yer değiştiriyoruz ve arabayı ben alıyorum. Her zaman bu yolun sonunun bizi nereye götüreceğinin endişesini yaşıyorum ancak bu üzerine konuşamayacağımız bir şey, köy gibi yollardan, maden ocaklarından, tundralardan geçiyoruz. Soğuk tundralarında geyiklerin koştuğu ülkeler… 

Faviken’a vardığımız zaman bir bahar günü, hava 2 derece, üzerimizde kalın montlar… Gülerek evrenin sonundaki restoran burası diyorum, burası bizim evrenimizin sonundaki restoran. Bir köşede, bir çite yaslanıp buraya gelişimin tam 27 sene alışını düşünüyorum. Tam 27 sene. Evdeyken, kendi evimdeyken akşamları oturduğum yerde boğazımı yakan tuzlu ılık deniz kokusunu anımsıyorum. Kuşların cıvıltısı, asla ses çıkmayan sokağımız, karşı binamdaki tarçın rengi kedi, kitaplarımın arasında bulduğum flixbus biletleri… Ondan önceki evimde, dünyanın en güzel süzme yoğurduna her akşam aynı mesafede olabilmek… Akşamları elimde bir ayva ile eve geldiğimde hissettiğim muzır mutluluk… Sonra taşınmalar, seri evler, seri kilim sermeler, seri limonlu kek kokusu, arkadaşlara her defasında ayrı bir evi gösterme… Hızlı bir şekilde 27 yılı düşünüyordum, her gün çok ama çok su içmelerim, neden bu kadar susuyorum, neye bu kadar susuyorum, an’lar, gece yolculukları, Levain cookie’leri ilk yaptığım akşam, Magnus’la ne zaman tanışmıştık hatırlayamıyor oluşum, arabaya oturup kemerin tıkırtısını duyunca oluşan şimdi ne olacak hissi, an’lar…

Faviken, bizim buluşma yerimiz. O sabah rüzgara karşı, kuzey gökyüzünün altında yeni bir hikaye yazmak ne kadar zor olmalı diye düşünürken rüzgar kapüşonumu atıyor. Sakinleşiyorum, burası artık teslim olduğum ve rüzgarla savaşmayı bıraktığım yer. Savaşmayıp ne yapabilirim ki diyorum, o kadar çıplağım ki, zihnim o kadar çıplak ki. Bomboşum artık, kollarımı açtığımda varlığım titreşiyor adeta, burada durmaya, burada kalmaya ne kadar çok çalışıyorum. Bıraksam uçuşacağım, kaybolup gideceğim. Bıraksam hiç var olmamışımcasına usulca silineceğim. Nasıl olacağını düşünürdüm bilmiyorum, birkaç kere rüyamda boğulduğumu görmüştüm. Boğulma rüyaları gibiydi, tüm bilincim koyu mavi bir derinliğe doğru gidiyordu. Süzülüyordum, bilincimin her bir noktasına kadar hafiflemiştim.

Burada ne işimiz var diye düşünüyordum, neden buraya kadar geldik? Seni ne için aramışlardı?

Fävikens Egendom, 830 05
Jarpen, Sweden.