SICAK SULARA!

00:57

Büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum.


Son büyük kuşların kanatlarını esneterek gittikleri yerdeyim, büyük dağların güvenli gölgesinde. Güneşin doğmasına tam olarak 27 dakika var ve hava hafif üşütüyor. Yer yer arabalar geçiyor, bu saatte madenlerdeki vardiya değişim işçileri, kargo şirketi nöbetçileri, en yakın hastanedeki gece hemşiresi ve sen ve ben hariç herkes uykuda. Bu serin anı hep birlikte, güzellikle paylaşıyoruz. 


Sabaha kadar yürüdüğümüz ve mırıl mırıl konuştuğumuz şeyleri düşündüğünde işte buradayız: Ferah çayırlardan sıcak sulara koşup büyük, çok büyük bir kulaç atar gibi sarılıyorum. Biraz zahmetli bir yoldu, bazen bıkmıştım dönüp gidesim gelmişti, bazen kaçmasın diye garlarda kendimi beklemiştim, bazen ise hareket bile edememiştim... Dikkatsizleşmiş, sessizleşmiştim; bazen çok yemiştim bazen bir damla su içecek canım yoktu, bazen ağırlaşmış çoğu zaman daracık koltukta yayılmıştım...


O atalet hali, o hatırasızlık... 


Dağılarak ve yeniden birleşerek oluşan her şey gibi ben de kendimden beklenmeyecek bir güzelliğe kavuşmuştum: Kusurlu olanın güzelliği... Güneşin doğmasına 23 dakika kala oluşan, ufacık bir esse uçup gideceğim herhalde güzelliği... 


Yepyeni bir duyuydu bu, görmek veya işitmek gibi değildi bu içten gelen, insanı yukarıya çıkartan çıkartan çıkartan... Ayak parmaklarımı iyileştiren ve günün her saati, uyuduğum veya uyanık olduğum veya ikisi de olmadığım her saati içime yerleşip canlılık veren... Büyüyen ve genişleyen, bazen sığmayan, bazen durulmayan, bazen anlaşılmayan, bazen bazen...


İyi hissetmenin en güvenli hali değil mi bu, iyi hissetmenin en doğal hali değil mi?


İyi hissetmenin en yalın, en tek başına da var olabilen hali değil mi? 


Ferah çayırlardan, sıcak denizlere koşuyorum ama az bir koşmak değil bu, içimi açarak, sarılarak, kucaklayarak bir koşmak... Güneşin doğmasına 17 dakika kala beni hala ayakta tutan, hatta bütün gece heyecanla ertesi gün gidilecek semt pazarını, yapılacak erik marmeladını ve belki binbir daha basit şeyi düşünerek heyecanlandıran... İyi hissetmenin en sevilen hali değil mi?


İyi hissetmenin en yorulmuş hali bu değil mi: Comfy’de Nick Mulvey dinliyor güzel bir Cappucino içiyoruz, Cuma mesaisi bitmiş, çantalar etrafa serilmiş ve dışarıda bir hayat olduğunu iki günlüğüne tekrar keşfetmişiz; ışıkları iyice kısıyorlar, vaktin artık üşenme şansımız olmadığı saate kadar ilerlemesini bekliyoruz... 


Adımlayarak buraya kadar gelmiştik gerçekten de, günde 15 kilometre yürüdüğümüz zamanlar vardı ve hiç az değildi, bazen duracak gibi olduğumda içeriden gelen “hadi, hadi!”leri çok sevmiştim, denizin, güneşin, varlığın, başıboşluğun, aylaklığın, her şeyin içinden geçmiş... Bir noktada sersemlemiştim, iyi olmanın en dingin hali olmuştuk birlikte. İyi olmanın en dingin haline varabilmek için o kadar çok yol katetmiştik ki... O kadar çok, o kadar çok hareket etmiştik ki... İmkansız gibiydi. 


İmkansız olan her şeyin akıp gittiği, imkansız olan her şeyin Portland’ın sisli ormanlarına çöken ve Ford sileceklerinin asla yetişmediği yağmurları gibi yaşamlarımızdan akıp gittiği çok şey geçmişti. Bir süre sürer ve geçer diye beklediğimiz ancak uzun süre peşimizi bırakmayan tüm o imkansızlar... İmkansız gülüşler, imkansız Batı’ya sürüşler, imkansız pazar sabahı pancake’i... 


İyi hissetmenin en imkansız hali bu değil miydi: Kendini en sonunda sıcak sulara attığında ve arkana bakmadığında aniden artık korkmadığını farkettiğin, artık uğraşmadığını fark ettiğin, artık savaşmadığını fark ettiğin, artık artık artık... Güneşin doğmasından sonra yaşadığın bir sevinç hali bu, bir yeniden birleşme, genleşme hali, bir yeniden gerçekleşme hali... 


İyi hissetmenin, yemek kitaplarına konu olan hali...


Nesilden nesile, anlatılan hali... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder