GİTTİM VE GÖRDÜM: CASA COOKLIFE

12:10


Bu bloga en son ne zaman "Gittim ve Gördüm" yazısı yazdım bilmiyorum ama eh, işte yine buradayız...


Birkaç gün önce buluştuğumuz bir arkadaşım, "blog okumayı çok sevdiğim halde seni ben bile az okuyorum, iyice kayboldun gittin" dedi. O zamandan beri içten içe biraz sorguluyorum neden hala yazdığımı ama galiba burası kendi parçalarımı bıraktığım eski bir sandık olmaya devam edecek... En azından bir süre daha...


Casa Cooklife'a eskiden gitmiştim, Balat'tayken. Hatta orada inanılmaz güzel fotoğraflar çekmiş (ve tabii ki yine bir yerlerde paylaşmamıştım, ama gerçekten çok güzellerdi!) ve yeni yerlerine taşındıktan sonra yolumu hiç düşürememiştim. Hoş, yolun kolay kolay düşeceği bir yerde de değil: Şişli, Bomonti'de. Now Plaza'nın altında. Now'da Karaca'nın ofisi varmış öğrendiğim kadarıyla, Cooklife'ın sahibi de zaten Karaca'nın sahibinin oğluymuş. Balat'taki yerinde de harika bir tasarımı vardı ama daha da değiştirmiş, yarı Nordik yarı Japon diyebileceğimiz bir hale getirmişler. Her yerde doğal malzemelerin kullanılmış olması insana iyi hissettiriyor: Masif masa ve sandalyeler, banklar, doğal stoneware tabaklar, artık dünyada da Türkiye'de de tüm kafelerin adı-soyadı olan seramik Acme kupalar... 


Acme Cups ile ilgili şöyle bir anım var: İlk çıktıklarında fotoğraflarını çekmem için bana bir kupa seti göndermişlerdi bardak altlıklarıyla birlikte. Sanıyorum 4 tane farklı renkte kupa var, ancak hangisini denersem deneyeyim, kafelerde içtiğim zamanki keyfi alamıyorum. Daha doğrusu, kupalar hiçbir zaman kafelerdeki kadar "güzel" hissettirmiyor. Aslında Cooklife'taki misafirliğim boyunca bunu düşündüm: Evde buradaki tüm bu Kinfolk/Cereal dergilerinden var, kupalar da evdekinin aynısı, e evdeki seramik tabaklar da benzer... Ama yok, olmuyor! Cooklife, size bir atmosfer, eksiksiz bir yaşam tarzı sunuyor. İçeri adımınızı attıktan sonra farklı bir yere geldiğinizi hissediyorsunuz. Öğle arası geldiğinde bir anda kalabalıklaşıyor ve bir nevi üst kattaki plazanın kitchenette'i görevi görüyor, sonrasında tekrar güzel bir sakinlik, mutfaktan gelen hazırlık sesleri ve hafif müzik.


İstanbul'da kahve kültürü inanılmaz bir hale geldi, sürekli yeni bir yere gidiyor ancak asla bitiremiyorsunuz. Ben kafelerin müşterisine nasıl hissettirdiği kısmını önemsiyorum. Cooklife kendini bir materyal olarak değil, atmosfer olarak pazarlıyor. Kitlesinin güven verdiği hissini veriyor ve hiçbir masraftan kaçınmayarak kendi dünyasını oluşturuyor. Burada, buranın sahibi veya sahiplerinin bir şeylerin "bilincinde" olduğunu anlıyorsunuz. Bana biraz "Kopenhag" fısıldıyor. 


Biraz da bunu fısıldadığı için Norveç Egg Benedict istiyorum ve mükemmel çıkıyor. Uzun zamandır yaptığım en güzel kahvaltı.


Cinnamon Roll'unu açıkçası kuru buluyorum ancak diğer tatlısı güzel (Pata olabilir mi adı?). Sıcak yemek ve kahvaltı kısmı, Bakery'sine oranla daha iyi geliyor bana. Bakery'de tam olmayan şeyler var, insana yediği zaman "of, mükemmel bir şey yiyorum!"  hissini tam olarak vermiyor. Kahvesi güzel. Zaten, Acme'lerde gelen kahvenin kötü olduğu hiçbir zaman olmuyor. Gerçekten de bu kupalarda içindeki kahveyi eleştiriye karşı koruyan görünmez bir kalkan var. Belki de bu yüzden bu kadar çok tercih ediliyor...


İçeri ilk girdiğimde "etrafta birkaç fotoğraf çekebilir miyim" diye soruyorum, inanılmaz tatlılar. Sanırım nasıl bir canavarla karşı karşıya kaldıklarından o noktada habersizler. Hoş, herkes fotoğraf çekiyor. Tanıdık, tanımadık tüm sosyal medya yüzlerini görüyorum. 


Sanırım burayı güzelleştiren ve bu kadar çok "fotoğraf çekmeliyim!" hissiyatı veren şey, ışık. Işık, ışık, ışık. Türk mimarı ışığı ne zaman keşfedecek? Yumuşak, soft, insanı rahatlatan bir ışık var içeride. Siz de tam olarak bu sebeple aşağıda 500 tane fotoğraf görüyorsunuz...











PS. Bu gönderideki tüm fotoğraflar Fujifilm XT-4 ve 18-80mm lens ile çekildi.

GİTTİM VE GÖRDÜM: BOMONTİADA & BATARD İSTANBUL

16:00

 

Ne olacak bu Anadolu Yakasında oturanların Avrupa'ya geçince turist moduna geçme hali?!


Şaka değil, bu benim. Hayatı uzun zaman Anadolu Yakası'nda yaşayınca (Allah biliyor ya karşıya geçmeye hiç gerek duymuyorum, hatta arkadaşlar başka yer önermeseler Küçükyalı-Feneryolu arasından başka bir yere bile gitmeyecek gibiyim :( ) görünen o ki Avrupa'da turistliğim tutmuş bir sürü fotoğraf çekesim gelmiş... 


BomontiAda'ya ilk defa gittim ve içeride Mamut Art Project'in sergisi vardı. Sürekli olan bir etkinlik olup olmadığından emin değilim, bu yazıda hiçbir şeyden emin olmadığım gibi. Sergide, sizin de alttaki fotoğrafta tam karşıda göreceğiniz bir çerçeve vardı, inanılmaz etkilendiğim için bir tek onu göstermek istedim. Çerçeve şu: Karşıdan baktığınız zaman çerçevelenmiş bir kum olduğunu görüyorsunuz. Sanki farklı yerden edinilmiş ve bir çerçevede bir araya getirilmiş kumlar gibi görünüyor. Yakına gidip sergi notunu okuyunca ise şunu fark ediyorsunuz: Sanatçı, evdeki bütün ansiklopedileri yakıp küllerini bir araya getirerek böyle bir çerçeve oluşturmuş ve burada, içinde bulunduğumuz dönemde "bilgi"nin mahiyetini sorgulamak istemiş. 


Okuyunca durakladım, çerçevenin en dibine kadar gidip gerçekten de kum gibi görünüyorken bir anda kül şeklinde görmeye başladığım parçacıklardaki yazıları seçebilmeye başladım. İlginçti ama her anlamda ilginçti: Ansiklopediyi çerçeveleştirmek için yakmak ve bunun üzerinden mesaj vermek. Uf! Bu yüzden sanatçı değilim diyorum görünce...


BomontiAda sonrasında buraya kadar gelmişken bir de Batard yapalım fikri çıktı ve hooop, Batard'dayız.


Batard, övgüsünü çok duyduğum bir yerdi, sanırım yine gitmeyen arkadaşımın kalmadığı, bir yolum düşse de French Toast'larından yesem dediğim yerlerden birisiydi. Öğleden sonra gittiğimiz için French Toast yiyemedik ama menüdeki iki tatlıyı da deneme fırsatı bulduk, ikisi de mükemmeldi. Aşırı kalabalık olduğu için (sanırım günün her saati böyle bir yer. İstanbul'da bazı yerlerin "tutunca" tam tutması inanılmaz!) çok fazla fotoğraf çekemedim ama şu tatlıların tadı damağımda, French Toast'a geleceğim diye sayıklaya sayıklaya ayrıldım.


17/10/2021 - PAZAR

12:12


Evde kışlıkları saklandıkları yerden çıkartıp hafif bir ütü sonrası askılara yerleştirdiğimiz Cumartesi olur ya, o günün sonraki gün. Hani o meşum Cumartesi'nde camlar artık gündüzden buğulanmaya başlar, market alışverişine gidip eve bitki çayı stoklarız ve akşam arkadaşlarımızın evindeki oturmamız üşengeçlikten uzadıkça uzar. Kapıda ceket isteyişlerimiz, kapıda ceket bekleyişlerimiz, kapının dışına doğru evin yörüngesinden uzaklaştıkça insana gelen yorgunluk ve “evde bekleyen işler” hissi. Arabadaki akşam sessizliği, arabadaki tıkırtılar, sinyal sesi, gıcırtılar… 


Yurtdışına gitmeye hazırlanan arkadaşlara yapılan yarı üzgün motivasyon konuşmaları Cumartesi'si. "Emlak piyasası" deniyor, "İstanbul'da X ise, Amsterdam'da 2X kötü durumda, pahalı bile değil ev yok". Her ülkede "gelince bir eviniz olur" dedikleri evlerimizden epey var. Ben burada, bu şehrin sıcak çörekçisi gibi bir konumdayım daha çok: Evim tertemiz bir yolgeçen hanı, düzenli bir şekilde bir elimde un kabı diğerinde merdane, akşam gelecekler için tatlı çörek hamuru açıyorum. Küçücük mutfağımda beni görebilirsiniz, üç adımlık kapısız mutfağımdan servis penceresinin açıldığı salondakilere laf yetiştirmeye çalışıyorum, kedi de servis penceresinin pervazına oturmuş beni seyrederek uyukluyor. Sıradan...


Ne diyordum, Ekim ayıyla birlikte gelen arkadaş evi oturması Cumartesi'leri... 


Şöyle dışarı kıyafetleriyle de olsa rahat rahat yayıldığınız, çayı biten arkadaşınızın kendisine almaya giderken sizin bardağınızı da doldurmayı teklif etmesi, ocağın üstündeki hep sıcak, bazen çok taze çay. İthal bir çikolatanın mutlaka bir anda bir yerlerden çıkması, Nussknacker veya Ferrero Rocher'e doymamız. 



17/10/2021


Şöyle bir şey, pazar sabahı kalkıp yağmurlukları giyip Belgrad Ormanına gitmek, ama biraz erken gitmek ve sonrasında hopp diye Tarabya. Sabah kahvesi, yarım pain au chocolate yarım üzümlü kruvasan, sonra koşa koşa Orman. Orman’da 10 kilometre hissettiren bir 5 kilometre yürüyüş, çıkışta mükemmel bir granola, sonra koşa koşa ikinci kahve ve üçüncü kahvaltıya. Petra, eski kaşarlı monsiuer bir şey bir şey. Hopp, tekrar Köprü, biraz mağaza gezmesi, Chai Tea Latte rayihasının içerisinde biraz üniversite logosu baskılı sweatshirt modası... 










MARUS THE EMPRESS - II -

12:12



Maruş, (nam-ı diğer Maruşenko, Marusita, Maruşka) 5.5 aylık!


Hadi size biraz ondan bahsedeyim.


Maruş, aslında kardeşimin arkadaşı Eylül'ün kedisi Muçen'in kızı. İstanbul'da düzenimi oturtup burada kalıcı olacağıma kanaat getirdikten sonra epey bir yavru kedinin peşinden koştum, mahallede, sokakta, sahilde...  İnternette, hatta Sahibinden'deki sahiplendirme ilanları içinde... Sonra bir gün kardeşim, Muçen'in çiftleşme vaktinin geldiğini söyleyince Eylül'le konuştuk, Eylül bizi epey bir sınavdan geçirdikten ve kedi için o gelmeden süpürge bile aldığımı gördükten sonra bir şekilde sınavı geçtik ve sahiplenmek için beklemeye başladık. Annesi Gümüş adında başka bir kediydi ve Scottish cinsindeydi, biz Muçen'i çok sevdiğimiz için ona en çok benzeyen yavruyu almak istedik ve sonra insan bebek bekliyormuş hissi veren süreç başlamış oldu. Hamilelik, doğum derken epey bekledik. Elfçe'den Fince'ye kadar bütün olası kedi isimlerine bakarken o kararsızlık içerisinde 2 aylık olan kedicik sütten kesildi ve alıp eve getirme vakti geldi...


Maruş, tam 2 aylıkken Ankara'daki evimize geldiğinde mutfakta oturduk ve "10 dakika içerisinde bu kediye isim koyacağız, artık bu konu kapanacak" dedik. Böyle pofidik, grimsi, pamukçuk bir şey etrafta dolaşırken babam bir anda mutfağa geldi ve "ismini ben koyacağım" dedi. Şaşkın, ne olacak dedik: "Maruş olacak" dedi. 


Maruş, rahmetli babaannemin kendimi bildim bileli bana seslenme şekliydi. 


Ve tahmin edebileceğiniz gibi, rahmetli babaannem tüm hayatı boyunca onlarca kedi beslemişti. Hep, "Bir gün cennete gidersem baktığım kediler sebebiyle olacak" derdi, çok şaşırırdım. Ne zaman onlara kalmaya gitsek, sabahları beni bir yavru kediyi koynuma koyarak uyandırırdı, sonra alır yuvasına bırakırdık ve bütün günümüz yoğun kedi gündemleriyle geçerdi... 


Evet ne diyordum, babam geldi ve "Maruş olacak" dedi. İlk şaşırdık ve sanki çok olmaz gibi geldi, yani olmuştu ama bir garipti de. Ama Muçen gibi orijinal bir isimdi. Bir anda sanki dünyada başka hiçbir isim kalmadı ve kedicik böylece isimlendi, varlığına büründü...


Sonra şişe kapakları ile etrafta sürekli koşup oynadığımız için adı Maruşenko oldu... 


Sonra biraz büyüdü ve tam bir Lady moduna girmeye başladığı için adı Marusita oldu... Marusita'yı Eylül koydu. 


Sonra biraz daha büyüdü ve tam bir erkek delisi oldu! Abimin koynunda yatmayı çok sevdiği için Maruşka oldu... 


Benim için bazen "Şişko Patatesim" oldu, bazen "Pamukçuk" oldu, bazen de "Kızım" oldu. 


Biz böyle böyle 4 aydır birlikte yaşayan, ev arkadaşı olduk... 


**


Sonraki bölümde, "Maruş neden İmparatoriçe'dir?"