HİSLER (I) : "MAHALLE"

12:05



Şubat ayına ağır ağır giriş yapmış oldum, tam 9 gün yatarak! Artık 21 Şubat olduğuna göre vücudumun biraz kendine gelmeye karar vermesi gerekiyor diyerek ayaklanıyorum… Hasta olmadan önceki Cumartesi günü, önceden sezinlemiş gibi detaylı bir pazar ve market alışverişi yapmış, eve gelince hem haftasonu için hem de buzluğa koymak için nefis bir lazanya yapmıştım. Lazanya, mükemmel bir hasta yemeğiymiş meğerse… Hem doyurucu, hem mükemmel lezzetli, hem iştah açıcı, hem dondurucuda durmaya müsait olduğu için çok kolay. Bu blog yazarı, son dönemde sürekli lazanya övmekte…

Son dönemde (tamamen tesadüfen) taşınmakla ilgili birkaç arkadaşımla konuştum, İstanbul’da taşınsam nereye taşınırım, bundan sonrasında neresi olur şeklinde. Nedense İstanbul’da bir kere daha taşınmama hiç imkan vermediğimi fark ettim, sanki şu anki evimden çıktıktan sonra bu eşyayı Ankara’ya götürürmüşüm gibi hissediyordum. Belki bu inanmak istediğim bir düşünceydi, belki de taşınmanın aşırı derecede zahmetli bir iş olması sebebiyle öyle bir ihtimali hiç oluşturmamıştım bile. Belki de, İstanbul’da taşınacak daha iyi bir yer olmayacak olması olabilirdi… Bu fikir aklıma geldiğinde önce duraksamış, sonrasında kendi kendimi buna ikna etmiştim. Yoksa ben, 3 senedir oturduğum bu yerde, zaten İstanbul’da yaşanabilecek en lüks hayatı mı yaşamaktaydım…


Bu yazıyı yazarken epey gülüyorum kendi kendime çünkü evime taşınma hikayem aslında bir kurtuluş hikayesi: İstanbul’da ilk işe başladığımda, Ankara’dan belgelerimi teslim etmek için geldiğim zaman sağlık raporu için işyeri hekiminin yanındayım, doktora orada çalışanların genelde nerede oturduğunu soruyorum çünkü Perşembe günü, haftaya Pazartesi işe başlayacağım ve tamamen evsiz ve ne yapacağımı bilmez haldeyim, doktor bunu neden sorduğumu merak ediyor, birkaç gün sonra işe başlayacağımı ancak kalacak yerimin olmadığını söylüyorum, biraz dışarıda bekle diyor, sonra birkaç gün sonra ev arkadaşım olacak kızla tanışıyorum, ayaküstü 10-15 dakika konuşuyoruz, aynı gün benden birkaç saat önce doktorla sohbet ederken ev arkadaşı aradığını söylediğini iletiyor, doktor da ilahi bir müdahale ile bizi buluşturuyor. Tek nefeste anlattığım bu hikayenin sonu, hiç tanımadığım bir kızın evine, daha doğrusu bir odasına yerleşmemle son buluyor. Ev, Tuzla’da bir sitede. O zamanki işyerime çok yakın ancak medeniyete çoooook uzak. Ankara’dan İstanbul’a gideceğim diye yola çıkıp İstanbul’un en İstanbul olmayan yerinde kendimi buluyorum. Günü gününe tam 1 sene yaşadığım bu evle ilgili hikayeleri farklı bir yazıda ayrıca anlatmak isterim, üzerinden 3 sene geçtikten sonra dedikodu yapmak apayrı bir keyif de verir eminim ki. Ama o evde yaşadığım son günlerde artık gerçekten tükenmiş, bıkmış, kendimi beni sürekli içine çekmeye çalışan devasa bir su kütlesinin üzerinde tutmaya çalışmaktan bitap düşmüştüm. Ev arıyordum. Canhıraş bir şekilde, ev, arıyordum…


O dönemde çalıştığım arkadaşlarım bu durumu bildiği için, bana sürekli olarak şu anki yaşadığım mahalleyi söylemeye başladılar. Çoğu zaten komşumdu, bir keresinde saymıştık yaklaşık 10’a yakın bizzat tanıdığım arkadaşım vardı bu mahallede oturan. İş çıkışı Maltepe civarında ev bakmaya başlamış ve gördüğüm bazı evlerden kaçarcasına uzaklaşmışken, o kutlu günde (hahaha), yani 2019’un Kadir Gecesinin olduğu gün, işten çıkıp arkadaşlarımla dışarıda iftar açmadan önce Küçükyalı’ya ev bakmaya gelmiştim. Mesai sonrası, oruç etkisi, korkunç İstanbul sıcağı ile bir araya gelince emlakçıda oturmuş, bana ev bulun diye yalvaran gözlerle bakmaktayken adam beni aldı, bu mahallede ev bulmanın imkansız olduğunu, kiralık ev bekleme sırasının olduğunu ama bugün kendisine gelen bir daire olduğunu, hazır buradayken bakabileceğimizi söyledi ve beni şimdiki yaşadığım eve getirdi. Arabayla gelmiştik, gelirken emlakçı bana “metroya 5-6 dakika, Hilltown’a 5 dakika mesafe” demişti. Eve ilk girdiğimde “off benim evim burası olmalı” hissi alacağım bir güneş ışığı salonu dolduruyordu, ev yepyeni, dubleksten bozma bir , mutfağı küçücüktü ancak benim için problem değildi. Her şeye rağmen evin kirasının bütçemin üzerinde olması beni kahretmişti. Emlakçıdan kartvizitini almış, kendisine dönüş yapacağımı söyleyip iftara doğru bitkin adımlarla yol almaya başlamıştım. O gün öylece geçmişti, Kozyatağı Hacıbaşar’da 6-7 kişi nefis bir iftar yapmış, ardından Cadde’de bir tur atıp evlere dağılmıştık…  


Ertesi gün, annemlerin tamamen farklı sebeplerle İstanbul’a gelmesi ve beni Tuzla’daki evden almasıyla, kendimi bir anda babama Küçükyalı’daki bu evi tarif ederken buldum. Arabayı evin oraya park ettik, sonra beraber mahalleyi gezdik, babamla birlikte metroya kadar yürüyüp geri geldik. Tam apartman kapısına vardığımız zaman telefonum çaldı, kayıtlı olmayan numarayı açtığımda emlakçı arayıp evi düşünüp düşünmediğimi sordu. Babama baktım, durumun şaşkınlığı içerisinde emlakçının aradığını söyleyince çağır kızım gelsin dedi ve ardından evi gezme, emlak ofisi, ev sahibiyle pazarlık, vs vs derken evi tuttum. Çılgınlık… Emlakçı, nasıl olur da oraya gideceğimizle ilgili hiçbir bilgisi yokken biz tam evin önünde dururken arayabilmişti? Çılgınlık…


Evi tuttuğumda o kadar sevinmiştim ki, annemler eski yatağını Ankara’dan gönderdiklerinde poşete sarılı yatağın üstünde Mayıs güneşinin altında bomboş evde biraz yatmış, bu huzur ve sessizlik hissi için içimden uzun uzun dua etmiştim. Ne elektriği, ne suyu olan, içinde poşete sarılı eski bir yataktan başka bir şey olmayan evin bir insanı bu kadar mutlu etmesi inanılmaz bir şeydi… Annem hep şey derdi, “hiçbir şeyim olmasın, üzerimde kendime ait bir çatım olsun”. Gerçekten de öyleydi… Sonrasında bu çatı ile ilgili çok şey oldu, yerleştiğim ilk sene evi çatıdan su bastı, bir kış evde tavan döküldü ve daha pek çok hikaye... Ama burası işyerime yürüyerek 10 dakika süren, bazen kulaklık bile takamadığım, sahile bir koşu gidip gelebildiğim, sabah erken çıktığımda hemen yandaki ekmek fabrikasından gelen sıcacık ekmek kokusu ile her şeyin birbiri içine girerek, üzerine bir de kedi eklenerek kendi evrenimi oluşturabildiğim bir yer haline geldi. 


Mahalleden bahsedecekken konu eve geldi ama her şey bu hikaye ile başladı. 


Tuzla’da otururken neredeyse her hafta Ankara’ya gidiş gelişlerim, Tuzla’ya her dönüşümde yaşadığım yere hayret edişim, Tuzla'da beni ziyaret eden arkadaşlarımla yaptığımız doğum günü kutlamaları ve pazar sabahı pankekleri, Tuzla’daki mahalledeki bir daha hiçbir yerde o kadar güzelini bulamayacağımı bildiğim süzme yoğurtçu, deri sanayinin uzaktan gelen kokusuna asla alışamamak, Tuzla’daki evdeki odamı boşaltıp bizim arabaya doldurma şeklimiz, arabada hareket edecek bir santim bile yokken mutlulukla o siteden son kez çıktığını bilme hissi… Bir eve veda ederken başka bir eve koşma… 


Aşırı derecede uzun olmaya meyilli bu hikayeyi bir yerde durduruyor ve gerçek hayatıma, lazanya övmeye devam ediyorum…