28 YAŞ İÇİN 28 ŞÜKRAN

09:45

Doğumgünümü unutulmaz yapan S.'ye, seninle her şey x10 daha keyifli... ve komik!
Ailemin "çil çil" hediyelerine! :)
Gençtürk'ün inanılmaz sürprizli Belçika çikolatasına,
Ve tabii ki salonumdaki devasa çiçeğe...

ARTİSAN, ARTİSAN

12:02


Eski bir evi ziyaret ettik rüyamda, Cumhuriyet döneminden kalma, hatta ilk Başkent bölgesinden... hayaletler, içerideki hayaletlerden korkup 5 kat iniyorum, gözlerim kapalı tam 5 kat, uçar gibi bir iniş bu, her katta son 2-3 basamağı birlikte atlayarak, öyle bir kaçış... Aynı anda aslında o kapının aralık olduğunu ve içerinin tamamen boş olduğunu da biliyorum. Terk edilmiş bir ev orası artık, benim hayaletlerle doldurduğum aslında boş bir ev, hiçbir değeri olmayan bir ev. Oysa, böyle olmadığı zamanlar da vardı...


Sabah olduğunda her günkü sıkıcı kahvaltımı yapacağımı bildiğim için oyalandıkça oyalanıyorum. Ne de olsa beni bekleyen eski bir teflon tavada kızartılmış iki dilim atalık ekmeği, labne peynir, şekersiz şeftali marmeladı ve bir de az pişmiş yumurta var. Evde her şey bitiyor ama sanırım bunlar hiç bitmiyor ve hafta içi veya hafta sonu fark etmeksizin her gün uzak yoldan gelmişim gibi beni özlemle karşılıyorlar. Biraz daha sıkılıp öteki tarafıma dönüyorum. O günün yapılacaklar listesinde kıştan kalan lazanyayı hazırlayıp dondurucuya atmak var. Şimdiden üşeniyorum. Ansızın aklıma çok alakasız bir şey geliyor ya da beynimin çocuk kandırması bu: Küçükken 55 ekran tüplü televizyonda atari oynamak için saatlerimiz vardı, sanki dile getirilmeyen kurallardan oluşan saatler. Sabah kahvaltı vakti oynanmaz, ders vakti oynanmaz, babam işten geldikten sonra oynanmaz, yemek vakitleri oynanmaz... Acaba atari oynamaktan hevesimizi gerçekten almış mıydık? Atarimize sahi ne olmuştu, televizyonu kapma savaşından yorulmuş muyduk yoksa bozulmuş muydu, ördek vurmak için olan tüfek hep bozuktu ama kasetlere de mi bir şey olmuştu? 


Anneme sormam gerek, o her şeyi hatırlar. Belki de kalkmalıyım. 


Tam kalkayım derken aklıma o günler biraz daha düşüyor: Samsundaydık ve tabii mevsimler o zaman daha soğuktu, babamın işten gelmesi an meselesiyken TRT’de Vikingler çizgi filmi olurdu. Ne heves. Televizyonun evdeki çapraz köşesi, eski koltuklarımız, annemin salona serdiği pembe göbekli gelinlik halısı...  Bazen babam eve geldiğinde bir süre daha seyretmemize izin verirdi ve çizgi filmin bitmesini bekleyebilirdik, o zaman isimsiz Viking çocuk ile babasını bize bile benzetirdim. Babam çocukluğum boyunca pek çok baba figürüne benzemişti ama benim için Sylvester Stallone’ydi. Sahi babam gerçekten de Sylvester Stallone’ye dublöründen bile çok benzerdi. 


Kalkmalıyım.


Birazdan çay koymaya gidiyorum, çaydanlığın altını su doldurup ocağa koyma ve önceki günden kalan posayı temizleme ile başlayan kahvaltıyı hazırlama süreci... Bunu o kadar çok yapıyorum ki, hayatımı izleyeceğimiz filmde elimde demlik olan epey bir sahne var. Sıkıcı bir durum filmi bu: İlerlemiyor ama nedense seyrettikçe biraz da bağlıyor, insan sonunda ne olacak beklentisine kapılıyor ister istemez. Böyle bir filmin sonunda esas kızın dünyasının afilli bir şekilde değiştiğini görmeyi beklersiniz. Ya fantastikleşmiş ve sivri kulaklarıyla altın renkli bir saç buklesinin içinde yaşamaya karar vermiştir ya da hızlı arabalar kullanan Güney Amerika kökenli bol dövmeli karizmatik bir suçlu ekibinin arasına rastgele dahil olup kısa sürede vazgeçilemeyen bir parçası olmuştur.


Bu suçlu ekibinde hangi becerilerimle var olabilirdim? Geçtiğimiz günlerde tanıştığım birisi Japonya’dan 80’li yıllarda üretimi durdurulan motor parçalarının ithalatını yapıyordu. Böyle özel bir şeye ihtiyacım olacaktı. Bunu biraz düşünecektim.


Öğlen yer ısınmaya başladığında 7 santigrat derece. İnsanın üzerine çöken çiğ gibi ağırlık...


Caddedeki lüks mağazaların camekanlarının içindeki sıcak pirinç ışıkların büyüsü... Fotoğrafı karşıma çıkınca hemen hazırlanıp gitmek istiyorum, tam o an gitmek istiyorum. Yol boyunca pek çok insanın üzerinde iyi terzilik örneklerini görebileceğiniz, her şehirde olan o meşum cadde. Kayın ağacı masaların üzerindeki titrek mumlarıyla 19:17 kafesi. İçinde insanın zamanın içinde akıyor gibi hissettiği kalabalık, ışıltı... 


Miele’de elektrikli süpürge bakabiliriz. 

Solomon’da kışlık bot.

Artisan çikolatalar.


Bir an sonra dönüp baktığımda bu tatil sabahı üşengeçliğimi, bu sersemlemişliğimi de özleyeceğimi biliyorum, her şey yaşanıyor ve birbirimize hatırlattıklarımızla birlikte küçülüyor. Bir haftasonu sabahı polar battaniyeyi üzerimize sararak salonda Modern Family izlemeye gidiyoruz. Canla başla çalıştığımız onca şey hep bunun için: Yumoş battaniye, Netflix aboneliği, kendi evinde sessiz bir sabaha uyanma konforu, sıcak çoraplar... Akşam yiyeceğimiz zeytinyağlı bezelye ve o gün internetten sipariş edilecek mısır ekmeği... 


İnsanı korkutmayan ama içine de dokunmayan pek çok satırdan geçiyoruz sırayla: İnsana bir günde yürüyerek dolaşabileceği rüzgarlı bir adada olduğunu unutturan satırlardan geçiyoruz. Tempolu bir ritmle insanlardan da geçiyoruz. Kalabalık bir meydanda koşarken çarptığımız insanlardan çaldıklarımızla birlikte geçiyoruz. Bir üstünlük yarışı bu, çarpabildiğimiz kadar güçlü çarpıp, devrilenlerin üzerinden atlayıp koşmaya devam ettiğimiz ürkütücü bir hikaye...


Artisan korkuların içerisinden geçiyoruz; üzerinde nesillerce çalışılmış güvensizliklerimizle karşılaştığımız yer tam olarak burası... Bir anda Cumhuriyet döneminden kalma bir evde, elim pirinç tokmağın üzerinde öylece duruyorum. 


Şimdi bakıyorum, peki ya ben kimin hayaletiyim?