KUZEY YOLU III, Holbergsgade

11:53


Önünde 5 farklı ekran var, yanda bir Cisco cihazı, masanın üzerinde ekranların bağlı olduğu bir PC, bir laptop, iPad, Cisco'nun kontrol paneli, telefon da şarjda. Sabah karanlığında gelen ve akşam karanlığında çıkacak olan finansçı çocukların hepsi bir arada. Masanın üzerinde biraz jelibon var, tık tık atıştırıyor ve arkadaki pleksiglas tahtada yazılanlara anlam vermeye çalışıyorum. FX masalarında hareketlilik var: Bazen bazı kapılar hızla açılıp kapanıyor, telaşlı onaylar alınıyor ve bir gülüşle birlikte milyonlar kazanılmış olduğunu öğreniyorum. O kadar anormal bir para kazanma ki, neredeyse para kazanma bile değil. Görmediğim bir dünyada görmediğim bir alışveriş var. Biraz kedilerden konuşuyoruz… Tüm bu hareketliliğin içerisinde evdeki balkona yapılacak koruma çitinden konuşuyoruz. Her şeyi normalize eden, o insansı, basit şey...


O gün akşam eve gittiğimde doğru düzgün bir şey yemediğimi fark ediyorum, farklı ofislerde farklı kahveler içip durmuşum tüm gün boyunca ve bir şekilde geçiştirmeyi başarmışım. Telefonum çalıyor, hala ofisteler, saate bakıyorum, 20’ye geliyor. Hadi çıkın artık diyorum hadi. Arkada klavye sesleri, çıkır çıkır çıkır işlemler. Londra’yı mı bekliyorsunuz, gülüşmeler… Londra, sonra Amerika, sonra Çin… Akşam iyice geç olduğunda spora gidecek olanlar, ya da salonu kapatacak olanlar… Tüm gün evde yalnız kalan evcil hayvanına artık arkadaş arayacak olanlar… Ya da eve gidip kendisi kedi gibi uyuyacak olanlar… Böyle bir sıkışmışlık içerisinde Aralık ayına tutunmuş, ilerlemeye çalışıyorum… Kopenhag’da finans merkezinin dışında içeride yanan tek tük ışıklara bakıyorum. Buraya yürürken günler öncesinde Netto’dan aldığım bir yeşil elmayı çantamda bulup yiyorum, trafik ışıklarının yansımalarına dalıp giderken gözüm farkında olmadan binadaki insanları arıyor… Onları, trade masalarının destekli koltuklarının arkasına astıkları çok pahalı takım elbise ceketlerinden tanırsınız… Tom Ford, yalnızca onlar için çalışıyor gibidir...  


Ne diyordum, böyle bir sıkışmışlıkla… Aralık ayında kör topal ilerlemeye çalışıyorum. İşte sonuna kadar geldik. Cuma mesai sonu, aynı zamanda yılın da son iş günü. Birkaç ilaç içiyorum ve dışarı çıkmayı düşünüyorum geç olmasına rağmen. Aniden bir açlık geliyor ama aynı anidenlikle bunun ne yersem yiyeyim doyma hissi vermeyecek açlıklardan olduğunu hemen anlıyorum. Ellerime bakıyorum, ellerimde bir elektrik hissi var. Gece yatarken, ellerimde elektrik… Sabah işe giderken, elektrik… Durma bak diyorum kendime, çarpıntıları sen de göreceksin. Küçük elektrik çarpmaları. Küçük ışıltılar… Pirinç ışıklar gibi… Bu hissi biliyorsunuzdur, değil mi? Ellerinizde pirinç ışıkları varmış gibi. 


Ne garip… 


Ellerimde böyle doğaüstü bir şey yaşanırken Aralık ayında hızla ilerliyorum. Ofisler, çalışanlar, sonsuz ekranlar, kameralar, her yerde dönüp duran videolar, videolar videolar… Sıcak plazalar, kötü yemekler, güvenliği arttırılmış çalışan kartları ve yüz tanıma sistemleri… Tüm bunların yanından geçiyorum gece, gündüz, gece gündüz… Samsonite çantalar, sticker'lı arabalar, arabalardaki kirli spor kıyafetleri… Planlar, Outlook davetleri ve sıkışmışlığı oluşturan her şey özenle bir arada… O anda 5. katta birileri milyonlar kazanıyor veya kazandırıyor ama artık kazanma hissi yaşanmıyor bile. Kazanmak pek çok şey olabilir ama kazanmak bu mudur? Neyi kazanıyoruz? Netto’dan aldığım yeşil elmadan kalanları plazanın uzak köşesinde kalan bir çöp kutusuna atıyorum tuhaf bir kaçışma güdüsüyle. Yarın diye düşünüyorum, yine aynı masaya oturup aynı jelibonlardan atıştıracak ve muhtemelen aynı konulardan konuşacağız. Kedilerimiz, spor salonu ücretleri, belediyelerdeki yolsuzluklar… Çöp kutusuna attığım elma çekirdekleri, bu denklemin en organik bileşenleri... Sabahleyin neyi kazanmıştık, tam şu anda neyi kazanıyoruz? Hepimizin tüm bu çılgınlığa bulaşmadan önce istediği o küçük, güvenli arkadaşlık hissi değil miydi? O güvenli yakınlığa ulaşabilmek için kendimizi boydan boya halıfleksli plazalarda topuklu ayakkabılarla yürürken bulmuyor muyuz? 


Akşam ne yesem diye dolapları kurcalıyorum ancak canım hiçbir şey çekmiyor. Bu açlık anında bile ellerimde elektriklenme var. Belki de ben karmaşık sistemlerden oluşmuş tuhaf bir devreyim artık... Belki bir sistemin eski, düzgün çalışmayan bir yedeğiyim… 


Tekrar telefonum çalıyor ve sonrasında tekrar bir daha...

KUZEY YOLU II, VAGGVISA

10:06

*******


Bir yerlerde kayboldum. Çok iyi hatırlayacağımı düşündüğüm bir yoldu ama nedense, bir yerlerde kayboldum.


*******


Büyük bir grubun içerisinde dışarıdaki rüzgarı seyrederek dalmışım. Aniden adımı duyuyorum, birisi bir şey diyor. Efendim, duymadım? Neden bu kadar sessizsin bugün diyorlar gülerek. Dışarıda fırtına duvarları gümletiyor sanki ve hava çok kötü. Kapüşonumun içine iyice saklanıyorum, “Yoo iyiyim,” diyorum, “keyifler yerinde.” 


Neden bu kadar sessizsin?


Bir şeyleri hatırlamaya çalışıyorum çünkü o sırada. Bugün, çirkin bir hatıranın detaylarını ısrarla hatırlamaya çalışıyorum, bu biraz sinir bozucu ve biraz da meraklandırıcı. Neler olmuştu? İnsan yaşadığı her şeyi asla geçmeyecekmiş gibi yaşıyor ama öyle değil. Hatta insan yaşadığı her şeyi üzerinde iz bırakacağını düşünerek yaşıyor ama kafamızın içindeki eski karanlık makine her şeyi kayıt altına almama konusunda vergi kaçıran becerikli bir muhasebeci gibi. İsveç’te kaldığımız caddenin adını hatırlıyorum ama yaşarken bana krizler geçirten bir konuşmanın detaylarını, hayır… Neydi, neydi… Ani görüntüler çakıp çakıp gidiyor gözlerimin önünde. Unutulmayacağını sandığımız her şey unutuldu. Bize sadece meşum bir “bir şeyler olmuştu” hissi kaldı…


Bugün neden bu kadar sessizsin? 


Son günlerde aklıma şu anı gelmeye başladı: İstanbul’a ilk taşındığımda bir gün, kendime bir masa almam gerekmişti. Büyük bir masa. Ayaklarıyla beraber. 80x150 santimlik bir masa. Ne bir taksi ne bir servis olduğundan aldıktan sonra o masanın tablasını kucaklayarak önce durağa taşımam, ardından iki otobüse binmem, ardından eve taşımam ve sonrasında yine kendi başıma kurmam gerekmişti. Bir noktada şöyle düşünmüştüm: Bunu şu anda yapıyor muyum gerçekten? Boyum kadar masa tablasına oyuncak bir ayıya sarılmış gibi sarılarak 30 kilometre öteye götürmem gerekmişti. Hayret edilmeyeceği üzere, kimse yardım etmemişti. O gün bana neden yardım etmediniz? Bunun gibi pek çok şey vardı: Taşıdığım çok ağır eşyalar, bazen duygusal zorlanmalar, kilo aldığım dönem, kilo verdiğim dönem, kendi kendimi otopilota aldığım ve sadece belirli hayati işleri yerine getirdiğim dönem vs vs… Neden kimse yardım etmemişti? O gün o masayı taşırken zorlandığım çok belliydi, hiçbir genç kız boyu kadar masayı taşımak zorunda kalmamalıydı, hiçbir genç kız bu işi kolaylıkla yapamazdı da… Bu görülüyordu mutlaka. Tüm o insanlar zorlandığımı görmüş ve hiçbir şey dememişti. 


Eve geldiğimde kendi kendisine ilgi göstermesi gereken yine bendim. Kendim zorlanacak, kendim güçlü olacak, kendim o şeyi halledene kadar sabredecek ve sonra yine kendi kendimi teselli edecektim… Ve bunu seri bir şekilde pek çok şey için yaşayacaktım: Zorlan, sabret, hallet, teselli et. Sonra da tabii ki şükret, daha kötüsü de olabilirdi… 


Kafamın içindeki karanlık makine ağır, külüstür ve belli ki artık yaşlanıyor. Belli ki böyle olması da gerekiyor… 


Dışarıdaki rüzgarın ağaçları oradan oraya vurarak haşladığını görüyorum. Çok iyi bir yol arkadaşı değil… Kalabalıkta gülüşmeler, bazen kenarından duyup ben de katılıyorum. İşte hep birlikte olmanın böyle güzel bir tarafı da var: Bir gülüşe bir yerinden itibaren dahil olup onu sürdürebilirsiniz. Doğal bir gülüş hali insanların arasından akıp gider, siz de kuzu kuzu bir gülüşün peşine takılır bunu devam ettirirsiniz. Kuzu kuzu peşine takıldığımız gülüşler… 


Bugün neden sessizsin?


O sabah bir arkadaşımı görmüştüm ve biraz sohbet etmiştik. Bana, çok iyi bildiğimi düşündüğüm bir şeyleri tam da o anda yaşadığından bahsetmişti ve bir anda donakalmıştım. Hani bu yollar gittiğim yollardı ve bu yollar (güya) iyi bildiğim yollardı? Hani hep burada konaklayacaktım? Hani bu yol artık benim evimdi? O kadar sahiplenmiştim ki sanki buraya gelen geçene içecek sıcak bir şeyler verecektim, biraz dinlendirecek ardından yolcu edecektim. Tam olarak ne zaman o yolu bile değil, şehri geçmiştim de hiç haberim olmamıştı? Tam olarak ne zaman geride bıraktığım şeyleri hatırlamayacak kadar ileriye odaklanmıştım? İnsan hep birlikte olacağını düşündüğü hisleri sorgulamıyor bile… 


Sanki artık bambaşka insanların, bambaşka yaşamları bunlar…

KUZEY YOLU, Refshalevej 96

09:12



Bu akşam güneşine karşı elinde ne varsa dök ortaya!  Fethetmeye hazır, fethedeceğinden emin, fethetmek için teklifsiz. Kendi kendinin iddialısı, kendi kendinin meraklısı, işte akşam güneşi, dök içinde ne varsa! 


Artık tanıdık olan bu dünyadan uzaklaşıyor ve sade bir şıklık içinde kendi gemine binip uzaklaşıyorsun. Nasıl yani, beraber değil miyiz?


Buraya gelmemiz kolay olmadı, burası insanın karar alıp hop diye ulaşabileceği bir yer değil. Bak işte yürüyorum, her gün en az 10000 adım atarak 3 senede buraya kadar gelebildim, belki ben yavaştım, belki diğer her şey ağırdan aldı. Taşıdığım tüm o antik mühürlerle birlikte ben bu kadarını yapabildiğimde… sen kendi gemine atlayıp uzaklaşmıştın ve bu umurumda olamayacak kadar acelem vardı. Bir ritmi bırakmamam gerekiyordu, bir ritmi sürdürmem ve o hiç sönmeden kendi seviyesinde tutmam gerekiyordu. Aklımda hiçbir şey yoktu. tüm dikkatimle Goddard’ın akşam güneşine yürüyor ve kalan son parçaları elimden bırakmamaya çalışıyordum. Sen kendi gemine atlayıp kendi karmaşana doğru çekip gittiğinde biz sakinleşmiştik ve hayatımızda kötüye giden hiçbir şey olmamıştı. Görüyorsun ya, biz bırakmadık, bu nehirin bizi yatağına çalması da bizi yıldırmadı. Toparlanıp devam etmek için çok vakit olmadığını anlamadan çoktan ayaktaydık. Bırakacak değildik. Bırakmak, masada bile değildi. Etrafımızdaki tüm o insanlar, güzel arkadaşlarla, Kadıköy’de bir çay ocağında pek çok tabureyi küçük bir masaya yaklaştırıp oturmuştuk. Birbirimize anlattığımız tüm gerçeküstü hikayelerle birlikte ev yoluna geçtiğimizde saat geç olmuştu. Kendimi tekrar Kızılay’da Birsen Tezer dinleyerek dolaşan üniversite öğrencisi gibi hissettiğim birkaç an da yaşamıştım o günlerde… İster uykulu, ister uykusuz… Güzeldi. Kendime uzandığım zaman elini tuttuğum birisi vardı, o da oradaydı. Her zaman karşılık veren, her zaman sessizlik içinde dinleyen… İşte tüm bu hüznün üzerimden nasıl da kayarak gittiğine bak. Heyecanlı bir kanat çırpış, heyecanlı bir rüzgarına bırakılış. Biraz da tatlı yürüyüş… Çok uzun süre olmadı. Birer mühür gibi gururla taşıdığımız, annelerimizden kalan hatıralarla birlikte oturuyoruz burada... Bir çay ocağında pek çok tabureyi küçük bir masaya yaklaştırmışız ve pastane keklerinin kağıtlarını kıvırarak oturuyoruz... 



Kendini içinden çekip aldığın şeyler…


O günlerde, şefkatli bir iyilik halinin büyüsünü taşıyorum üzerimde. Bu iyilik haline aşığım. Kuzey yolu boyunca bu iyilik halini düşünerek yürüyorum. Sevimlilik. Sıcaklık. Tüm olasılıkları düşünerek içine kıvrılıyorum. Burası benim kurduğum bir yuva ve sen de hoş geleceksin. Kedi, mırıldıyor. Belki de, şimdiden hoş geldin bile. Sanki her şey mümkünmüş gibi, tüm dünyalarda her şey mümkünmüş gibi hissettiğimiz bir an yaşıyoruz. Mümkünmüş gibi. Bir büyüsü var bu anın. Bu anı seviyorum ama bu anın imkansızlığıyla bir daha büyüleniyorum. Efsunlu bir şey bu… Arkada, diğer insanların mırıl mırıl konuşmaları… Fark etmedikleri bir sahnede garip sözcükler fısıldıyorlar. Hangi alternatif evrende gerçek bu? Hangi dilde böyle bir şey var? Bilmiyorum… Bunlar, tüm bunlar anlamadığım şeyler… Belki unuttuğum,  belki de kafamda kurduğum şeyler… 


Kuzey yolu üzerinde uzun, soğuk bir yürüyüş… Bu yolu seviyorum. Bu yol bana bir kış akşamını anımsatıyor, Kasım sonu veya Aralık başında bir akşam... 






















Yeşil söğütlerin serin gölgesinden geçerken, dalların arasından aniden ortaya çıkan bir güneşle her şey mümkünmüş gibi olmuştu, bir an… O ses içimde kalk diyordu, kalk hadi. Muzaffer bir kumandana duyulan saygı gibi sözünden asla çıkmıyordum… Sadece bir kere raprap’lar bir kere tekler gibi olmuştu, o an bir sessizlik… İşte torunlarıma kadar anlatacağım uzun bir hikaye, sadece bu andan oluşmuştu… 


Oysa sen zaten kendi gemine atlayıp çoktan uzaklaşmıştın ve ben amansız bir çaba içerisindeydim, hiçbir şey umurumda değildi ve zaten olamayacak kadar hareket halindeydim, bit mek bilmeyen soğuk bir yürüyüş… Bırakmamam, kaçırmamam gereken bir ritm vardı, iflah olmaz bir ses beynimin içinde durmadan tingirderken…





SENENİN İLK HAVUÇLU KEKİNİ YAPMAYA KARAR VERDİĞİM O MÜŞFİK AN

09:19

Ekim sabahı bir kömür tozu gibi üzerimize yapıştığında ve kirli bir iz bıraktığında buradayız, senenin ilk havuçlu kekini yapma kararı aldığımızda, aynı fırının sıcaklığında balık bile pişirdiğimizde, bir anda kendimizi roof’ta komşunun çocuğunun doğumgünü kutlamasında bulurken veya kararsızlık içinde uyuklarken… 


Akşam trafiğinin güven verici ışıltısı.. Ehrling Laahge sessizliği anlatıyor, sonra masadan kalkıyorum. Bağdat Caddesinde intihar var ve bu trafik ondan… Biraz ileride Kale 1969’da ellerinde biralar ile camın dışından Fenerbahçe'nin maçını seyredenler… Tanıdık bir görüntü. Buradan eve yürüyebilirdim ama nedensiz tatsızlığım her şeyi önüne katarak coşkuyla vuku buluyor. Banliyö treninin rayda bıraktığı gıcırtılar ve eve dönüş trafiğinin bile azalmaya başladığı saatler… Her zamanki manzaraya bakarken bir neon lamba daha sönüyor ve bu lamba içimdeki “eve geç kaldım” hissini kesinleştiren son şey oluyor. Oldum olası hava karardıktan sonra dışarıda olmaktan hoşlanmayan saç tellerim adeta titreşiyor. Biraz hızlanıyorum artık… Bir yandan içimden eve gidince yapılacaklar listesi yapıyorum ve bunların içinde farklı listeler yapma görevi de var. Zihnimde bir alt başlık açıp "alışveriş listesi yap" da yapıyorum ve altına eklemeler: sünger, tarçın, soda ve buzluk için yeşil sivri biber… Altına başka şeyler ekleyeceğim görevini de ekliyorum, her şey birbirine giriyor. Ne yapıyorum ben ya? Yarın evi temizlemem gerekiyor her şeyden önce… Çok fazla dışarıda vakit geçiriyorum, evi temizle, evi temizle… 


İnanamıyorum bu senenin böyle geçtiğine, işte Ekim bitti artık ve zaten bundan sonra geriye evlerimize çekilip kışı geçirmek kaldı… Size ne anlatacağımı bilmiyorum bile, o kadar çok şey oldu ve hepsi olurken ben “akşam eve gidince yazarım” diye düşünüp sonrasında akşamlarımı kedi ile oynarken geçirdim ki. En son yorgunlukla ve gittikçe daha erkene gelen saatlerde uyudum ve bu döngü gittikçe sağlamlaştı… Bu sene yeni şeyler hayatıma girdi ve bunları çok fazla sorgulamadan kabul ettim: Bazı şeyler hayatımda kendisine zaman ayırma etkisi gösterebiliyorsa demek ki iyi geliyor bana diye düşündüm ve öylece akışa bıraktım. Bu sene çok fazla çıtır kuruyemiş yemedim, işte büyük bir değişim! Bu sene dışarıdan hiç yemek söylemedim ya da dışarıda tek başıma yemek yemedim. İşte büyük değişimler daha… Bu sene o kadar çok hareket ettim ki hayatımda ilk defa farkına varmadan zayıflamış oldum ve bu beni mest etti. Biraz daha hareket ettim bunun keyfiyle. Biraz daha… Bu hareket halinde olma hissinde bir şey buldum, bir canlılık hissi, bir keyif. Bir şeyleri ritmiyle yapmak önemli oldu ya da buna dikkat etmek benim için bir şeyleri güzelleştirdi. Aynı kalan şeyler de oldu, hep benzer country şarkılarını Spofity’da ısrarla beğenmeye devam ettim ya da aynı kot takımı bir yaz daha giymek konusunda bir şey yapmadım. Televizyonu ve Netflix’i tamamen kapattım ve bu epey doğal yollarla oldu, bütün pudralı makyajları ve güçlü ışıklarıyla ekranda yorulmak bilmeden konuşan ve hareket eden insanları kapatmak ilk başta sadece bir akşam için iyi bir fikirdi ve bunun devamı geldi… Bu sene, artık 29 yaşımda kendime ilk bulaşık makinemi almak için doğru bir seneymiş hissi verdi ve bunu başardım: 2 metrekare olmayan mutfağıma bir de makine girince oluşan kaosu yönetmeyi başardım. Bu küçücük mutfakla ağırlanan misafirler, yapılan yemekler, iş yaparken aradan çıkartılmış telefon konuşmaları, neler neler… Sadece mutfağımla ilgili bir yazı yazsam okunur mu diye düşündüğüm çok fazla an yaşadım... İsveç esintili bir, "accompany me by the kitchen sink, we talk about love, we talk about dishwasher tablets, and we dream about heaven..."


Bunların hepsi varoluşun tuhaf iplikleri ile birbirine bağlı farklı hikayeleri haline geldi... içimdeki alışveriş listesine yeni bir madde daha açtım: Mutfak havlusu... Nasıl unuturum...


Ne diyorduk, bu sene geçti. Henüz 2022'e veda yazısı yazmak istemiyorum, hayır hayır. Hayır...


Havuçlu kek yapmayalı uzun zaman olmuş, yemeyeli de... Neden bu kadar atladım bilmiyorum o an, aniden bir "aslında epey özlemişim" hissi bastırıyor. Madem yolu yürümeye karar verdim, içimdeki tarifle alışveriş listesini de çapraz kontrole tutuyorum. Tarçın, evet yazmıştım... Ceviz. Ceviz de yok, ama evde fındık var. Frosting için krem peynir, var... Bir an koşar gibi oluyorum heyecanla. Böyle şeylerin bir ritüel değeri yok mu gerçekten? 2 metrekare olmayan mutfağımda dünyayı kurtarıyorum, baksanıza... 

DİNLENCE

12:02


".. bir sonraki hayatımda bir hayvan olarak yeniden doğarsam, sen olarak doğmak isterim, eğer sen de bir insan olarak doğacak olursan, benim kızım olarak doğabilirsin, böylece birlikte yaşamaya devam edebiliriz." - Yan Lianke


Gar’da çelik yapı direklerinden birisine yaslanmış, alınmayı bekliyorum. Kedi gelene kadar uyumuş ve şeffaf çantasının içinde hala uyukluyor. Ona bir şey olmasına izin vermeyeceğimden bu kadar emin oluşu, ikonik… Ama şu an çantasıyla birlikte 4 kiloyu geçkin bu tatlı patatesi kucağımda taşımak beni biraz yoruyor… Gece taksisini süren bir kadın şoför; arabayı hışımla kullanmasından tuhaf bir zevk alıyorum. Buranın kendi şehri olduğundan emin oluşu, parmaklarının ucuyla direksiyonu tutmasından anlaşılıyor. Trafik ışıklarında hafif kaya kaya eve varıyoruz ama ev, bomboş… Şu fıkranın içindeyim, sanki evdeki her şey ve herkes taşınmış ancak bana haber vermeyi unutmuşlar gibi. Böyle şeyler insanın bir anda karşısına çıkmamalı. Hoş, son zamanlarda insanın karşısına çıkan ilginç şeylerin sonu gelmiyor. Galiba diyorum, bundan sonra hayatlarımız garlar, havalimanları ve metro istasyonları arasında yaşadıklarımızı anlamlı bir şekilde bir araya getirmeye çalışmakla geçecek, eski bir Singer makinede kenarlarını üst üste koyup dikermiş gibi. Sürekli dağılan, sürekli ellerimizden kurtarmaya çalışan evrenlerimizi bir arada tutmak için çabalamaya devam edeceğiz. Her şey zaten böyle olacaktı da biz mi uğraşmaya devam ettik, yoksa çalışarak her şeyi çok mu değiştirdik; bilmeden… 


Çok fark eder miydi… 


Serin bir Mayıs Cumartesi’sinde esen rüzgarların etkisiyle görkemli bir giriş sahnesi oluşmasını bekliyoruz, bir olayla kendisinden konuşturacak yeni bir yaşam ihtimali… 


Heyecanlan, durul, heyecanlan ve tekrar ayağa kalk. Bir kadınla tanışıyorum eski bir kabin memuru ve kedisi var, bana efsanevi bir hayat hikayesi anlatıyor, 29 yaşımdayım diyorum, Allahım 29 yaşımdayım. Çocukken hayatı sorgulayıp bir şeyler elde etmiş olma vaktimin geldiğini düşündüğüm yerde çantasında bir kediyle birlikte tuhaf istasyonlar arasında dolaşıp duruyorum. Hatta belki içimin boşaltılmasından korkarak kaçıyor da olabilirim, kendi kendimi yazdığım her satır için “bak bunu sadece sen yazabilirsin, devam et, sen olmasan oluşmayacak şeyler bunlar” diyerek kıvrandırdığım şeyler…


Gerek var mıydı…


Hafif yaz akşamı meltemi vücudumuza sarılıp gidiyor. Belki öpmüştür de… 


O gün milyonerlerin arasında geçireceğimiz bir gün (en azından ben öyle varsaymayı epey eğlendirici buluyorum), nereden biliyorum, Lounge’dayız ve burada insanlar terleme özelliğini artık geride bırakıyor. Milyonerleri topluluk içinde fark etmenizi sağlayan tek şey… Business çantamla ve 29 yaşımda Chuck 70’lerimle milyonerlerin arasında saçma bir yerde durduğumu hayal etmenin getirdiği muzır bir neşe yaşıyorum. Fırsat olunca bir kitapçıya gidip kendime fantastik bir roman alayım diyorum, kapağında ejderhalara binen elflerin ve cücelerin olduğu üçüncü sınıf serilerden birine kaptırmaya epey ihtiyacım var. Alakasız yerlerde ucuz zevklerime dair kendime içten içe verdiğim sözlerden birisi bu. Bir diğeri akşam eve gidince, gidebilince, Workin Mums seyretmek. Bunu da yapayım diyorum kendime şevklendirici bir şekilde. Kediye sarılma ve onun guruldama aşamasını bitirirken bir bölümü de aradan çıkartırım… İşte aynı anda sevdiğim iki şey birlikte… Bir bölüm önceki akşamdan kalma bulaşıkları yıkarken, bir bölüm çamaşır makinesi için çamaşırları ayırırken… Saat 2 olur, şöyle haberlere bir bakıp ardından uyurum… Lounge’da, ayaklarımda Chuck 70’ler ve elimde kırılmaz bükülmez bir Samsonite laptop çantası… Şimdiye kadar beni ayakkabılarım için uyarmamış bir tane bile müdürüm olmamış, bunu eğlendirici buluyorum. Demiştim, içten içe kendime verdiğim komikli sufleler….


24 saat kalıcı bakım kremlerinin de isyan ettiği o evden çıktığım 18. saate geldiğimizde artık kendimi iğrenç de hissetmeye başlıyorum. Tüm bu yollar sonrasında vardığım yer bazen annemsi “eve geç kaldın” tripleriyle kendisine gıcık ettiren bir kedi… 


Her neyse, söylemiştim, bir hostesle tanışıyorum, kahve sırasındayız. Havalimanlarında yeterince takılırsam karşılaşmayacağım kim vardır diye düşünmeye de başlıyorum aklımın diplerinde bir yerlerde. Sohbet bir anda değişiyor ve işte tekrar, şaşırılmayacak şekilde hostesin ne kadar efsane bir hayat sürdüğü konuşmasındayız. Galiba bu tehlikeli bir yaşa yaklaşınca otomatik olarak gelen bir güncelleme çünkü bir anda kendi efsane’lerimi düşünüyorum ama liste açıkçası çok kabarık değil, en azından onun kadar değil. Biraz sıkılıyorum. Hafızamı zorluyorum, bir şeyler çıkartacağım ama hafızamın performansı beni biraz daha mutsuz ediyor. Aklıma 1 saat at binebilmek için tam 7 saat yol gittiğimiz o saçma gün geliyor sadece. Keyifsizlik… Starbucks’ın Seattle Pike Place Market kahvesi, güzel bir kahvesin ancak ucuzsun ve şu an bana en çok yakışan şey de sensin. Sıradansın ve bunun farkındasın, çok bir iddian yok ama beline kemer takmadan asla dışarı da çıkmazsın. İşte bana dair her şey… Hostesle ayrılırken kısa bir telefon alıp verme yaşıyoruz, of, hani şu bir daha asla görüşmeyeceğini bile bile telefon alıp verdiğin anlardan birisi… Ama ilginç bir şekilde o gecenin ilerleyen saatlerinde hostes beni arıyor. Ben o an tabii ki bunu bilmiyor ve kendi kendime hayıflanıyorum…


Sonrasında pek çok şey oluyor ve ben o hostesin evinde annesiyle birlikte çay içerken yolda gelirken pazardan aldığım kirazlardan yiyorum ama tüm bunlar, hep başka anılar… 


Burada kalabiliriz. 


Dışarıda büyük bir fırtına yavaş yavaş kendini toparlıyor ve o an kendime haftasonu biraz geç kalkacağıma dair söz veriyorum. Eve giderken canım Amerika'da Diner denilen tarzda vagon restoran gibi bir yerde ıslak hamburger yemek istiyor. Hatta şöyle, hamburger ve normalde asla sevmediğim ama nedense bu gece bir anda canım çeken cam şişe Cola...  Kötü bir köftesi olan ıslak hamburger ama içine bolca ketçap mayonez sıkarak tam anlamıyla suçluluk yemeği haline geliyor ve kendisi kurtarıyor. Bu saatlerde Diner'lar daha yeni yeni müşteri çekmeye başlıyor ve orada da en az havalimanlarındaki kadar ilginç insanlarla karşılaşacağıma eminim ama evde, geç gelince trip atan bir kedi olduğunu hatırlıyor ve taksiciye acele etmesini söylüyorum. Evde beni bekleyen önceki haftadan kalma peste sosu, bayatlamış ekşi mayalı ekmek ve teneke kutu zeytin... Sizler beni yırtık ev pijamaları içerisinde de kabul eden biricik dostlarımsınız... 


Fırtına yetiştiğinde ve saat de artık iyice geç olduğunda holün ışığını açık bırakıp küçük odada biraz uzanıyorum. Kedi mahmur gözlerle ışıktan karanlığa geldiği ve oda değiştirmek zorunda kaldığı için keyifsiz ve biraz da kızgın, onu öyle görmek ise benim uykumu getiriyor. Ne kadar doğal bir ilişki diye düşünüyorum, yer yer birbirimize sataşsak da her akşam barış içinde uyumamız kaçınılmaz... Aklıma nedensizce Budapeşte'de kışın bir soğuğunda çimlerinde uzandığım o park geliyor. O kadar güzelliğin ortasında su toplamış ayaklarla yorgunluktan bitap bir şekilde durmaya çalışırken, ne olurdu şimdi evimde olsam ve şu an oturduğum koltukta yuvarlana yuvarlana dinlensem demiştim...


İşte şimdi biraz dinlenebiliriz...

BAŞKA DİLDE MASALLAR

03:35

Başka bir dilde anlattığım masallar... 


Bu şehirde karşılaştığım insanlar kadar karşılaşmadıklarım da etkileyici diye düşünüyorum. Oysa şehrin farklı noktalarındaki metro istasyonlarında aniden belirdiğim anlar hiç az değildi. Ama er geç taşınacağım buradan da, gideceğim. Ben taşındığım zaman şehrin toprakları rahat bir nefes alır, bastıra bastıra yürüdüğüm, gerçekten de yürüdüğüm yerler usulca kendisini bırakır. Belki yeşeren birkaç çim olur birkaç kedi üzerine kıvrılır. Kuş görünce totosunu sallayan komik kediler… 


Başka bir dilde anlattığım masallar bunlar. Karton kapakların içerisindeki resimlere bakarak işin aslını öğrenmeye çalıştığın… Öylece tahminler yürüttüğün her şeyin içinden çıktığım anlar vardır. Yoldan geçerken baktığın camekanların tamamında düşündüklerimi gördüğün zamanlar vardır. Nemli, hatta rutubetli bir ormanda koşarken tek bir hamlede elinden kayıp giden bir şey… Alice’in olduğum hikayelerin vardır. Alice, Alice! 


Başka bir dilde anlattığım masallar…


Tam bıktığın yerde, bıraktığın yerde karşına çıktığım zamanlar vardır. Şimdi düşündüğümde bu kadar yükü senin yerine, onun yerine, herkesin yerine alabileceğime nasıl inandığıma şaşırdığım zamanlar… Herkese görünür bir yolu inatla takip edermiş gibi kararlı olduğum günler vardır. Etrafımda savrulan siluetler arasında insan trafiğini aşmaya çalışırken ne kadar eminim her şeyden, ne kadar güveniyorum kendime, sana; sorsan, ne kadar biliyorum… Sınandığım zamanlar vardır. Sınandığım ve yaz sıcaklarında hareket edemediğim, kış soğuklarında kımıldayamadığım, bir süre, bir süre hiç uyanamadığım zamanlar vardır…


Başka bir dilde anlattığım masallar bunlar. Yabancı sözcüklerin arasından duyduklarımı seçip bir yere koymaya çalışıyorum büyük bir çabayla, oysa öteki tarafta masayı terk edip giden birisi var…


Taşındığım, ben de taşındığım zaman… Sanki kökleri tutan sadece ben kalmışım gibi geriye ya da direkt ben kök vermişim gibi… Burayı çok sevmiştim, burası benim için sevimli bir yuva ve sonbaharda yapraklarıyla savrulan uzun kavak ağaçları demekti. Kabarık eteklerini hızlı hızlı toparlamaya çalışan gelinler gibi tüm eşyalarımı toparlamıştım. Tüm eşyaları toparlamanın bu kadar kolay, bu kadar hızlı olması ne kadar inanılmazdı... 


Tüm köklerimi birbirinden nazikçe ayırmış ve kaldırmıştım… Bak bunlar, bunları belki hatırlarsın, belki… Hatırlar mısın? Bir pazartesi, iş yolunda sıkılırken… hatırlar mısın? Bir an, bir his geçip gider. Gitmez mi?


Başka bir dilde anlattığım masallar bunlar…


Tek tek elimden geçtiğinde tüm o çerçöp, kupa ve kot pantolonlar, artık hiçbir şey olmayacağını anlıyorum. Hiçbir şey kalmayacağını… Ne kadar kolaymış taşınmak ve ne kadar kolaymış geriye tek bir parça bile kalmaması. Yerinden oynatamayacağını düşündüğün tüm o ağır eşyalar, duygular ve kavgaları toparlayıp çıkmanın, üstüne girdiğin yeni evin kilidini değiştirmenin ve sonsuza dek artık farklı bir yerde olduğunu kendine hatırlatmanın... Bu kadar kolay olması...


Başka bir dilde çat pat anlattığım masallar bunlar...

BİR ÖĞLEN, BALIKÇI TABYASI'NDA

10:18


Hangi denizin balıkçısı,

Rüzgara karşı durduğunda "ben de esip dağılsam" diye düşünmüştür?

"Burası bir su kenti" diyor arkadan, belli belirsiz seçilen bir ses, 

Bir nehir balıkçısı, hangi teknesini tüm gücüyle karaya sürmüştür?

*

Balıkçı Tabyası'nda bir öğleden sonrası... Oraya gelene kadar 28 kilometre yol yürüdüğümüzü söylesem kim inanır? O kadar yorgunum ki tek bir adım daha atamadan nefis güneş ışığında kalenin karşısına çökmüşüm... "Ben senin için gözcü olurum, sen git." 

Gülüşüyoruz.

O an, bir ışık huzmesinin gözüme vurmasıyla birlikte birkaç gülüşmeden daha değerli olan ne var diye düşünüyorum... Tüm bu güzellikler, inşa edilmiş yeni bir evren, şehire karşı ihtişamlı kalelerini koyan krallar, devasa saat kulelerinde zamanı kovalayan dökme demir yelkovanlar, ağır çok ağır taşlardan yapılma şapellerin içine su şıpırtısı koymayı hayal eden zihin, çeliği demirle birlikte döverek yapılan görkemli heykeller... 

Kral Ferdinand'ı bir an görüyor gibi oluyorum, büyük, siyah bir Hun atının üzerinde, at huzursuzlukla kıpırdanıyor... Tavladan çıkmasına değecek bir hareket istiyor, guruldama, Danların vrinsk dediği küçük kişneme nefesleri... Heyecanlı, coşkulu, yerinde duramaz, hatta biraz sinirli... Tüm kaslarını açmak için sabırsız, sadece ufacık bir işaret bekliyor... Ferdinand tam karşısındaki esere bakıyor ve gururlu, yüzünde ufak bir tebessüm... 

Bunların hepsi bir gülücük için değil miydi şimdi diye düşünüyorum tabyaya karşı oturmuş... Bu düşünceyle biraz eğlenip kalkıyorum tekrar.

Gülücükmüş... 




ABORDA, ALABORA

04:26

Alkışlarla gelen… Ancak öyle gitmeyen...

 

Sadece yaşayan bir varlıkken hareket eden, kıpırdayan, titreyen bir varlığa dönüşen şeylerin hikayesi…

 

Bir süpervizyon değil, bir süperyolculuk ile karanlıkta karşılaştığımız ve birbirimize selam vermeye son anda karar verdiğimiz ben’ler arasında dolaşıyorum, dolaşıyoruz. Kim kimin elinden tutuyor ya da birisi gerçekten elimi tutuyor mu, istediğim ben’e istediğim şeyi söyleyebilir miyim, her ben burada mıdır, sadece ben mi varım… Korkunç sorulara basit yanıtlar… Sıra kime gelirse... 

 

Karşıma oturttuğum birkaç ben var, boş sandalyeyi sırasıyla onlarla dolduruyor ve evet diyorum, işte buradayım. 29 yaşında ben’in karşısındaki küçük ben’ler benimle hesaplaşmaya çalışıyor. Bu adil değil, bunun adil olacağını zaten kimse söylemedi de… Bir ben’i tutuyor ona karnından sarılıyorum, bir diğerinin saçlarını topluyorum, bir diğerine sadece gülümsüyorum, perde perde hepsi geçiyor. Kızabilecek enerjiyi bulduğum hiçbir ben yok, hepsine yaramazlık yapan çocuklarına karşı yorgun bir kabul edilmişlikle yaklaşan dişi kediler gibiyim. Bir ben geçiyor çok korkusuz, bir ben geçiyor anlamsız bir karanlıktan korkuyor. Bir ben geçiyor ürkek, bir ben geçiyor dünyalar onun olmuş ve bıraksan oradan oraya koşacak sevinçten… Bir tanesi gerçekte nerede olduğumu soruyor, bir tanesi o alışverişi yapıp yapmadığımı, bir tanesi annemi, bir tanesi hala bir haber bekliyor, bir tanesi uyumaya çalışıyor, bir tanesi havalimanında mutlu mutlu göz kırpıyor, bir tanesi akşam mesaiye kalmış ve ertesi gün Van’a gidecek çok yorgun… Hepsi bu karanlığa alışıyor.

 

Bir süperyolculuk ile kendisine gelen, ama gerçekten de kendisine gelenlerin içerisinden geçiyorum. Herkesin oturmuş karşısındaki boş sandalyeye baktığı mikro bir zaman yarılmasında seyahat ediyoruz birlikte. Bu biraz zor. Daha doğrusu bu imkansız. "Bu imkansız evrende ne diyebilirsin ki" diyen bir ben de, yılgınlıkla köşede oturuyor…

 

Arkamızdan yönlendirici bir ses bırakın diyor, denize attığınız çapaları çekmeye bile uğraşmayın, sadece bırakın pruva dalgalansın… Bu iyiymiş diyorum, bir de çapalarla mı uğraşacaktım… İnsanın kendisiyle uğraşması ne kadar zor, her yaştan ve her an’dan kendisine hesap vermesi ve tüm bunları yaparken aynı anda bunun kendisini daha mutlu edeceğine inanmaya çalışması, aborda, alabora… Arkamdaki ses gülüyor ve iyi gidiyorsun diyor… “Ben sadece pruvada sallanıyorum, artık gerçekten umurumda değil, tüm bu ben'lerle uğraşılmaz” diyorum… Bu sefer farklı insanlara ait gülüşmeler… 

 

Alkışlarla gelen, ancak giderken tam olarak öyle gitmeyen bir şey var aramızda. Bir süperyolculuğu bir performans gösterisine dönüştürmeye çalışanlar var; kendisine hayran kitlesi arayanlar, kendisine kaynak arayanlar, kendisine hazır cennet arayanlar, kendi cennetini bir başkasının cennetinde arayanlar.. Yoruluyor ve pruvamdan atlıyorum, o çok sevdiğim kıyılarım, güvenli değil artık. Artık pek çok zamanda olduğu gibi gücümü toparlayıp gitme vakti…

 

Hazırlanma ve yola çıkma vakti: Karaya bağlı olan tüm iplikleri saldırgan olmayan bir çabuklukla kesmek ve yelkenleri sonuna kadar açmak için. İnsanın bir kere içinde hissettikten sonra bir daha asla bastıramadığı o gitme güdüsü… Kıpırdadıkça yerinden oynayan, gittikçe büyüyen yeni bir macera arama hissi…

HİSLER (I) : "MAHALLE"

12:05



Şubat ayına ağır ağır giriş yapmış oldum, tam 9 gün yatarak! Artık 21 Şubat olduğuna göre vücudumun biraz kendine gelmeye karar vermesi gerekiyor diyerek ayaklanıyorum… Hasta olmadan önceki Cumartesi günü, önceden sezinlemiş gibi detaylı bir pazar ve market alışverişi yapmış, eve gelince hem haftasonu için hem de buzluğa koymak için nefis bir lazanya yapmıştım. Lazanya, mükemmel bir hasta yemeğiymiş meğerse… Hem doyurucu, hem mükemmel lezzetli, hem iştah açıcı, hem dondurucuda durmaya müsait olduğu için çok kolay. Bu blog yazarı, son dönemde sürekli lazanya övmekte…

Son dönemde (tamamen tesadüfen) taşınmakla ilgili birkaç arkadaşımla konuştum, İstanbul’da taşınsam nereye taşınırım, bundan sonrasında neresi olur şeklinde. Nedense İstanbul’da bir kere daha taşınmama hiç imkan vermediğimi fark ettim, sanki şu anki evimden çıktıktan sonra bu eşyayı Ankara’ya götürürmüşüm gibi hissediyordum. Belki bu inanmak istediğim bir düşünceydi, belki de taşınmanın aşırı derecede zahmetli bir iş olması sebebiyle öyle bir ihtimali hiç oluşturmamıştım bile. Belki de, İstanbul’da taşınacak daha iyi bir yer olmayacak olması olabilirdi… Bu fikir aklıma geldiğinde önce duraksamış, sonrasında kendi kendimi buna ikna etmiştim. Yoksa ben, 3 senedir oturduğum bu yerde, zaten İstanbul’da yaşanabilecek en lüks hayatı mı yaşamaktaydım…


Bu yazıyı yazarken epey gülüyorum kendi kendime çünkü evime taşınma hikayem aslında bir kurtuluş hikayesi: İstanbul’da ilk işe başladığımda, Ankara’dan belgelerimi teslim etmek için geldiğim zaman sağlık raporu için işyeri hekiminin yanındayım, doktora orada çalışanların genelde nerede oturduğunu soruyorum çünkü Perşembe günü, haftaya Pazartesi işe başlayacağım ve tamamen evsiz ve ne yapacağımı bilmez haldeyim, doktor bunu neden sorduğumu merak ediyor, birkaç gün sonra işe başlayacağımı ancak kalacak yerimin olmadığını söylüyorum, biraz dışarıda bekle diyor, sonra birkaç gün sonra ev arkadaşım olacak kızla tanışıyorum, ayaküstü 10-15 dakika konuşuyoruz, aynı gün benden birkaç saat önce doktorla sohbet ederken ev arkadaşı aradığını söylediğini iletiyor, doktor da ilahi bir müdahale ile bizi buluşturuyor. Tek nefeste anlattığım bu hikayenin sonu, hiç tanımadığım bir kızın evine, daha doğrusu bir odasına yerleşmemle son buluyor. Ev, Tuzla’da bir sitede. O zamanki işyerime çok yakın ancak medeniyete çoooook uzak. Ankara’dan İstanbul’a gideceğim diye yola çıkıp İstanbul’un en İstanbul olmayan yerinde kendimi buluyorum. Günü gününe tam 1 sene yaşadığım bu evle ilgili hikayeleri farklı bir yazıda ayrıca anlatmak isterim, üzerinden 3 sene geçtikten sonra dedikodu yapmak apayrı bir keyif de verir eminim ki. Ama o evde yaşadığım son günlerde artık gerçekten tükenmiş, bıkmış, kendimi beni sürekli içine çekmeye çalışan devasa bir su kütlesinin üzerinde tutmaya çalışmaktan bitap düşmüştüm. Ev arıyordum. Canhıraş bir şekilde, ev, arıyordum…


O dönemde çalıştığım arkadaşlarım bu durumu bildiği için, bana sürekli olarak şu anki yaşadığım mahalleyi söylemeye başladılar. Çoğu zaten komşumdu, bir keresinde saymıştık yaklaşık 10’a yakın bizzat tanıdığım arkadaşım vardı bu mahallede oturan. İş çıkışı Maltepe civarında ev bakmaya başlamış ve gördüğüm bazı evlerden kaçarcasına uzaklaşmışken, o kutlu günde (hahaha), yani 2019’un Kadir Gecesinin olduğu gün, işten çıkıp arkadaşlarımla dışarıda iftar açmadan önce Küçükyalı’ya ev bakmaya gelmiştim. Mesai sonrası, oruç etkisi, korkunç İstanbul sıcağı ile bir araya gelince emlakçıda oturmuş, bana ev bulun diye yalvaran gözlerle bakmaktayken adam beni aldı, bu mahallede ev bulmanın imkansız olduğunu, kiralık ev bekleme sırasının olduğunu ama bugün kendisine gelen bir daire olduğunu, hazır buradayken bakabileceğimizi söyledi ve beni şimdiki yaşadığım eve getirdi. Arabayla gelmiştik, gelirken emlakçı bana “metroya 5-6 dakika, Hilltown’a 5 dakika mesafe” demişti. Eve ilk girdiğimde “off benim evim burası olmalı” hissi alacağım bir güneş ışığı salonu dolduruyordu, ev yepyeni, dubleksten bozma bir , mutfağı küçücüktü ancak benim için problem değildi. Her şeye rağmen evin kirasının bütçemin üzerinde olması beni kahretmişti. Emlakçıdan kartvizitini almış, kendisine dönüş yapacağımı söyleyip iftara doğru bitkin adımlarla yol almaya başlamıştım. O gün öylece geçmişti, Kozyatağı Hacıbaşar’da 6-7 kişi nefis bir iftar yapmış, ardından Cadde’de bir tur atıp evlere dağılmıştık…  


Ertesi gün, annemlerin tamamen farklı sebeplerle İstanbul’a gelmesi ve beni Tuzla’daki evden almasıyla, kendimi bir anda babama Küçükyalı’daki bu evi tarif ederken buldum. Arabayı evin oraya park ettik, sonra beraber mahalleyi gezdik, babamla birlikte metroya kadar yürüyüp geri geldik. Tam apartman kapısına vardığımız zaman telefonum çaldı, kayıtlı olmayan numarayı açtığımda emlakçı arayıp evi düşünüp düşünmediğimi sordu. Babama baktım, durumun şaşkınlığı içerisinde emlakçının aradığını söyleyince çağır kızım gelsin dedi ve ardından evi gezme, emlak ofisi, ev sahibiyle pazarlık, vs vs derken evi tuttum. Çılgınlık… Emlakçı, nasıl olur da oraya gideceğimizle ilgili hiçbir bilgisi yokken biz tam evin önünde dururken arayabilmişti? Çılgınlık…


Evi tuttuğumda o kadar sevinmiştim ki, annemler eski yatağını Ankara’dan gönderdiklerinde poşete sarılı yatağın üstünde Mayıs güneşinin altında bomboş evde biraz yatmış, bu huzur ve sessizlik hissi için içimden uzun uzun dua etmiştim. Ne elektriği, ne suyu olan, içinde poşete sarılı eski bir yataktan başka bir şey olmayan evin bir insanı bu kadar mutlu etmesi inanılmaz bir şeydi… Annem hep şey derdi, “hiçbir şeyim olmasın, üzerimde kendime ait bir çatım olsun”. Gerçekten de öyleydi… Sonrasında bu çatı ile ilgili çok şey oldu, yerleştiğim ilk sene evi çatıdan su bastı, bir kış evde tavan döküldü ve daha pek çok hikaye... Ama burası işyerime yürüyerek 10 dakika süren, bazen kulaklık bile takamadığım, sahile bir koşu gidip gelebildiğim, sabah erken çıktığımda hemen yandaki ekmek fabrikasından gelen sıcacık ekmek kokusu ile her şeyin birbiri içine girerek, üzerine bir de kedi eklenerek kendi evrenimi oluşturabildiğim bir yer haline geldi. 


Mahalleden bahsedecekken konu eve geldi ama her şey bu hikaye ile başladı. 


Tuzla’da otururken neredeyse her hafta Ankara’ya gidiş gelişlerim, Tuzla’ya her dönüşümde yaşadığım yere hayret edişim, Tuzla'da beni ziyaret eden arkadaşlarımla yaptığımız doğum günü kutlamaları ve pazar sabahı pankekleri, Tuzla’daki mahalledeki bir daha hiçbir yerde o kadar güzelini bulamayacağımı bildiğim süzme yoğurtçu, deri sanayinin uzaktan gelen kokusuna asla alışamamak, Tuzla’daki evdeki odamı boşaltıp bizim arabaya doldurma şeklimiz, arabada hareket edecek bir santim bile yokken mutlulukla o siteden son kez çıktığını bilme hissi… Bir eve veda ederken başka bir eve koşma… 


Aşırı derecede uzun olmaya meyilli bu hikayeyi bir yerde durduruyor ve gerçek hayatıma, lazanya övmeye devam ediyorum… 

ÜÇ KERE İZLANDA

12:58

İzlanda, içimizden bir kere, iki kere, üç kere İzlanda… İzlanda, bu senin için. 


İzlanda, sen buraya uğradığında bu şehir, bu ülke, bu dünya böyle bir yok oluş görmemişti… 


Dar bir pencerenin önünde oturmuş martı seslerini dinleyip kar sisinin dağılmasını bekleyen kadınların yüzüne bir anlık, sarı bir ışık düşmekte... Güneşin okul sonrası biraz oyalanmak istediği kirpiklerle çevrili bir çift göz seçilir. Bültenlerde biraz, sadece biraz öncesini anlatan bir ses duyarsınız sonra, okyanuslardaki tedbirlilikten ve sahil güvenlikten bahseder, oysa sadece birkaç on metre uzakta sahile vurdukça ses çıkaran Akdeniz çakılları çoktan donmuştur… 


Bu dünya böyle bir yok oluş, kolay kolay görmemiştir. 


Dar bir pencerenin önüne oturmuş, gece çocuklarının neşeli seslerini dinlerken kedi kuyruğunu kıvırarak yanınıza kurulur, “bu sesler de nedir”. 


Vakit geldiğinde bozkırların üzerinde nasıl koşacağınızı düşünürsünüz, o sırada bir sincap hızlı hızlı söğüt köklerini kazacaktır; tam o sırada ağırdayan, gıcırdayan, eski ve bozuk bir şeyle karşı karşıya gelirsiniz. Sizin hızla yaklaştığınız, size hızla yaklaşmakta olan, ürkütücü bir karşılaşma anı vardır. Hiçbir, hiçbir şey tam da burada olduğu gibi kalmayacaktır; kar bulutunun içerisinden beyaz bir el uzanacak ve sizi çekecektir. Bir yavaşlatma büyüsü gibi etrafınızı saran, yoğun, çok yoğun bir doku tarafından yutulacak, kesinlik hali sizi usulca yere bırakacaktır... Ve bir süreliğine uyuyacaksınızdır. Bir şehir, işte böyle fethedilir.  


Her şey yumuşadığında ve güvenle geri döndüğünde, dünya elbette değişmiş olacaktır. Ağaç yapraklarının rengi değişmiş, yabani yabanmersinleri bayırlara keyifle yayılmıştır… 


Bu dünya böyle bir yok oluş, kolay kolay görmemiştir. 


Ani olmayan, sert olmayan, şiddetli olmayan, ürkütmeyen, aksine insanı sevimliliğiyle kandıran bir şeyin içerisine giriverirsiniz: Bu nedir bilmiyorum İzlanda, bu nedir? Gece olduğunda düşündüğün, hatta akşamdan suya yatırdığın, uyumadan üstünü kapattığın, sabah olduğunda verdiği sıcaklık ile kendini iyileşmiş bulduğun bu his, nedir?


Bu dünya böyle bir yok oluş, eminim ki görmemiştir…


Herkesin üzerine kazındığını düşündüğü kaderi nasıl da yumuşak bir şekilde çekip almıştın İzlanda. Hiçbir belirti gözetmeksizin, hiçbir mazeret dinlemeden, tüm yasal sınırların üzerinden kendini öylece bırakıp gitmiştin. Seni unutacağımız bir an olacaktı, bizi değiştirecektin ve seni kolaylıkla unutup devam edecektik…