Son
dönemde (tamamen tesadüfen) taşınmakla ilgili birkaç arkadaşımla konuştum,
İstanbul’da taşınsam nereye taşınırım, bundan sonrasında neresi olur şeklinde.
Nedense İstanbul’da bir kere daha taşınmama hiç imkan vermediğimi fark ettim,
sanki şu anki evimden çıktıktan sonra bu eşyayı Ankara’ya götürürmüşüm gibi
hissediyordum. Belki bu inanmak istediğim bir düşünceydi, belki de taşınmanın
aşırı derecede zahmetli bir iş olması sebebiyle öyle bir ihtimali hiç
oluşturmamıştım bile. Belki de, İstanbul’da taşınacak daha iyi bir yer
olmayacak olması olabilirdi… Bu fikir aklıma geldiğinde önce duraksamış,
sonrasında kendi kendimi buna ikna etmiştim. Yoksa ben, 3 senedir oturduğum bu yerde, zaten İstanbul’da
yaşanabilecek en lüks hayatı mı yaşamaktaydım…
Bu
yazıyı yazarken epey gülüyorum kendi kendime çünkü evime taşınma hikayem
aslında bir kurtuluş hikayesi: İstanbul’da ilk işe başladığımda, Ankara’dan
belgelerimi teslim etmek için geldiğim zaman sağlık raporu için işyeri
hekiminin yanındayım, doktora orada çalışanların genelde nerede oturduğunu
soruyorum çünkü Perşembe günü, haftaya Pazartesi işe başlayacağım ve tamamen
evsiz ve ne yapacağımı bilmez haldeyim, doktor bunu neden sorduğumu merak
ediyor, birkaç gün sonra işe başlayacağımı ancak kalacak yerimin olmadığını
söylüyorum, biraz dışarıda bekle diyor, sonra birkaç gün sonra ev arkadaşım
olacak kızla tanışıyorum, ayaküstü 10-15 dakika konuşuyoruz, aynı gün benden
birkaç saat önce doktorla sohbet ederken ev arkadaşı aradığını söylediğini
iletiyor, doktor da ilahi bir müdahale ile bizi buluşturuyor. Tek nefeste
anlattığım bu hikayenin sonu, hiç tanımadığım bir kızın evine, daha doğrusu bir
odasına yerleşmemle son buluyor. Ev, Tuzla’da bir sitede. O zamanki işyerime
çok yakın ancak medeniyete çoooook uzak. Ankara’dan İstanbul’a gideceğim diye
yola çıkıp İstanbul’un en İstanbul olmayan yerinde kendimi buluyorum. Günü
gününe tam 1 sene yaşadığım bu evle ilgili hikayeleri farklı bir yazıda ayrıca
anlatmak isterim, üzerinden 3 sene geçtikten sonra dedikodu yapmak apayrı bir
keyif de verir eminim ki. Ama o evde yaşadığım son günlerde artık gerçekten
tükenmiş, bıkmış, kendimi beni sürekli içine çekmeye çalışan devasa bir su
kütlesinin üzerinde tutmaya çalışmaktan bitap düşmüştüm. Ev arıyordum. Canhıraş
bir şekilde, ev, arıyordum…
O
dönemde çalıştığım arkadaşlarım bu durumu bildiği için, bana sürekli olarak şu
anki yaşadığım mahalleyi söylemeye başladılar. Çoğu zaten komşumdu, bir
keresinde saymıştık yaklaşık 10’a yakın bizzat tanıdığım arkadaşım vardı bu
mahallede oturan. İş çıkışı Maltepe civarında ev bakmaya başlamış ve gördüğüm
bazı evlerden kaçarcasına uzaklaşmışken, o kutlu günde (hahaha), yani 2019’un
Kadir Gecesinin olduğu gün, işten çıkıp arkadaşlarımla dışarıda iftar açmadan
önce Küçükyalı’ya ev bakmaya gelmiştim. Mesai sonrası, oruç etkisi, korkunç
İstanbul sıcağı ile bir araya gelince emlakçıda oturmuş, bana ev bulun diye
yalvaran gözlerle bakmaktayken adam beni aldı, bu mahallede ev bulmanın
imkansız olduğunu, kiralık ev bekleme sırasının olduğunu ama bugün kendisine
gelen bir daire olduğunu, hazır buradayken bakabileceğimizi söyledi ve beni şimdiki
yaşadığım eve getirdi. Arabayla gelmiştik, gelirken emlakçı bana “metroya 5-6
dakika, Hilltown’a 5 dakika mesafe” demişti. Eve ilk girdiğimde “off benim evim
burası olmalı” hissi alacağım bir güneş ışığı salonu dolduruyordu, ev yepyeni,
dubleksten bozma bir , mutfağı küçücüktü ancak benim için problem değildi. Her
şeye rağmen evin kirasının bütçemin üzerinde olması beni kahretmişti.
Emlakçıdan kartvizitini almış, kendisine dönüş yapacağımı söyleyip iftara doğru
bitkin adımlarla yol almaya başlamıştım. O gün öylece geçmişti, Kozyatağı Hacıbaşar’da
6-7 kişi nefis bir iftar yapmış, ardından Cadde’de bir tur atıp evlere
dağılmıştık…
Ertesi
gün, annemlerin tamamen farklı sebeplerle İstanbul’a gelmesi ve beni Tuzla’daki
evden almasıyla, kendimi bir anda babama Küçükyalı’daki bu evi tarif ederken
buldum. Arabayı evin oraya park ettik, sonra beraber mahalleyi gezdik, babamla
birlikte metroya kadar yürüyüp geri geldik. Tam apartman kapısına vardığımız
zaman telefonum çaldı, kayıtlı olmayan numarayı açtığımda emlakçı arayıp evi düşünüp
düşünmediğimi sordu. Babama baktım, durumun şaşkınlığı içerisinde emlakçının
aradığını söyleyince çağır kızım gelsin dedi ve ardından evi gezme, emlak
ofisi, ev sahibiyle pazarlık, vs vs derken evi tuttum. Çılgınlık… Emlakçı,
nasıl olur da oraya gideceğimizle ilgili hiçbir bilgisi yokken biz tam evin önünde
dururken arayabilmişti? Çılgınlık…
Evi
tuttuğumda o kadar sevinmiştim ki, annemler eski yatağını Ankara’dan
gönderdiklerinde poşete sarılı yatağın üstünde Mayıs güneşinin altında bomboş
evde biraz yatmış, bu huzur ve sessizlik hissi için içimden uzun uzun dua
etmiştim. Ne elektriği, ne suyu olan, içinde poşete sarılı eski bir yataktan
başka bir şey olmayan evin bir insanı bu kadar mutlu etmesi inanılmaz bir
şeydi… Annem hep şey derdi, “hiçbir şeyim olmasın, üzerimde kendime ait bir
çatım olsun”. Gerçekten de öyleydi… Sonrasında bu çatı ile ilgili çok şey oldu, yerleştiğim ilk sene evi çatıdan su bastı, bir kış evde tavan döküldü ve daha pek çok hikaye... Ama burası işyerime yürüyerek 10 dakika süren, bazen kulaklık bile takamadığım, sahile bir koşu gidip gelebildiğim, sabah erken çıktığımda hemen yandaki ekmek fabrikasından gelen sıcacık ekmek kokusu ile her şeyin birbiri içine girerek, üzerine bir de kedi eklenerek kendi evrenimi oluşturabildiğim bir yer haline geldi.
Mahalleden
bahsedecekken konu eve geldi ama her şey bu hikaye ile başladı.
Tuzla’da
otururken neredeyse her hafta Ankara’ya gidiş gelişlerim, Tuzla’ya her
dönüşümde yaşadığım yere hayret edişim, Tuzla'da beni ziyaret eden arkadaşlarımla yaptığımız doğum günü kutlamaları ve pazar sabahı pankekleri, Tuzla’daki mahalledeki bir daha hiçbir
yerde o kadar güzelini bulamayacağımı bildiğim süzme yoğurtçu, deri sanayinin
uzaktan gelen kokusuna asla alışamamak, Tuzla’daki evdeki odamı boşaltıp bizim
arabaya doldurma şeklimiz, arabada hareket edecek bir santim bile yokken
mutlulukla o siteden son kez çıktığını bilme hissi… Bir eve veda ederken başka
bir eve koşma…
Aşırı derecede uzun olmaya meyilli bu hikayeyi bir yerde durduruyor ve gerçek hayatıma, lazanya övmeye devam ediyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder