EVLER İÇİNDE EVLER İÇİNDE EVLER

09:20

Biraz doğruları konuşalım mı? 
Ürkmem gerekirdi. (Ürkmüştüm).
Zorlanmadan nasıl halletmiştim? (Zorlanmıştım). 
Bir otopark sohbeti yakınlığı. Sessiz bir arabanın içinde. Size bunu hissettirebilir miyim?
Ne kadar yorulduğumu bilsen şaşırırsın. Ama ben hep aynı kişiyim.
- Je suis toujours cette personne dont tu es tombé amoureux.
Tüm kararsızlıklarının adını ben mi koydun? 
- Je suis cette personne que tu essaies encore d'oublier mais que tu ne peux pas t'empêcher de regarder.

*

Artık bazı şeyleri varsayabiliriz...


Ben ayrı bir evim artık. Bu böyle insanın yüzüne aniden çarpan değişik bir gerçeklik. Ben bir evim. 


Bu evi dümdüz, sapsarı çayırların olduğu bir ovaya kurdum. Çulha kuşu gibi her şeyini içine kendim taşıdım, kattım karıştırdım, aldım atıştırdım. Tane tane, tomurcuk tomurcuk. Dal dal gezdim, diyar diyar gezdim, oradan bunu topladım, şuradan bunu topladım. Bir çekirdekken aldım, içine girdim, saniye saniye, dakika dakika, işledim, işledim, işledim. Ortaya bunu çıkardım. 


Bir zamanlar çok zorlanmıştım, bir zamanlar çok zordu. Evin her köşesine bir şey bıraktım, evin her köşesinden bir şey topladım, sildim, süpürdüm, ovaladım. Bir 80 metrekare nasıl sonsuz gelirse içinde o kadar dolaştım, dolaştım. O kadar zaman neyi aradım? Kendimi, bir evin içerisinde, bir yere koymaya çalıştım. Nerede otursam batar, nerede yatarsam uykusuz, nerede rahatsız, nerede huzursuz... Hepsini öğrenmek için adım adım arşınladım. Bir çulha kuşu gibi, küçük adımlarla, dolaştım, dolaştım, dolaştım...


Bu evin bir his verdiği bazı zamanlar yaşadım: İlk kitaplığımı alınca. Televizyonu alınca. Peri ışıkları. Sevdiğim halıyı alınca. Pek çok ama pek çok hisler içerisinde bir de Maruş'u alınca... Çulha kuşu ile kedi, artık bu evin tek sahibi... Evin dolduramadığım yerlerine, giremediğim tüm köşelerine, küçük jelibonlu patileriyle giren ve pembiş burnuyla koklayarak orayı da sahiplenen bir arkadaş... O sırada ben çulha kuşu olarak taşımaya devam ettim: Yeni malzemeler, yeni eşyalar, yeni insanlar... Ev bir çekirdekken kedinin tüm evreni oldu, ben onu bir kedinin evreninden bir insanın evine yaklaştırdım. Evde zamanla yepyeni bir canlılık, bir ekosistem oluştu. Birbirimize bağlandık: Kedi böcek ve sinekleri avlamayı ve ayaklarımda yatmayı sevdi, ben kedinin totosuna vurmayı sevdim, bunu sevdiğimi insanlara anlattıkça insanlar da eve gelip kedinin totosuna vurmayı sevdi. Ev kalabalıklaştı ve kendisine diğer insanların hayatı içinde de bir yer oluşturdu. “Burası dinlenebileceğimiz bir yer” dediler, salonda uyuyakalan oldu, benim yatağımda uyuyan oldu, yerde uyuyan oldu, oldu da oldu. Sabah erken gelen oldu, gece geç giden oldu. Sonunda herkes gittikten sonra geriye ben kaldım ve evin diğer sahibi. Evi baştan sona temizledim, o evi baştan sona tekrar kokladı. Rutine hızlıca dönmeye çalıştık: Bizim bir yaşam şeklimiz vardı. 


Bir çulha kuşunun çalışkan olmama şansı yoktu. Kim kimi koruyordu, ben bu evi koruyabiliyor muydum ya da herhangi bir şeyi gerçekten koruyabilme diye bir şey var mıydı? Evden çıktığım zaman, bıraktığım gibi bulabilecek olmanın o kadar şüpheye düşüren bir tarafı vardı ki… Oysa evde olsam ne olacaktı? Şöyle olmaya başlamıştı: “Ben şimdi gidiyorum, sen de ben de Allah’a emanetiz”. 


“Sen de ben de Allah’a emanetiz ve şimdi evden çıkıyorum.” Akşam eve geldiğimde bu evi neşeli, bu evi keyifli, bu evi sıcak bir hale getirmek de ikimizin işi olacak. Birlikte her akşam yeniden bir ev oluşturacağız. Şimdi dinlen… 


Her akşam yeniden oluşturduğumuz o huzurlu ev hissi… İnsan bu hissi oluşturmaya bir gün bile ara veremiyor, yaşam boyu üzerinizde olan dramatik bir görev… Huzurlu ev oluşturma görevi… Huzurlu ev görevinde başarılı olmalısınız çünkü olmalısınız işte, bunu sizin için kimse yapamaz. Siz içinde yaşadığınız bu mekana zorundayken ve belli ki başka kimsenin evine bunu hissetmek için sığınamazken... Sığınsanız, kimsenin evine sığamazken... Siz bambaşka bir evi sırtlanan, hatta artık bambaşka bir evin ta kendisi olmuşsunuzdur artık. Evler içinde evler… Sınırlar ufak ufak kaybolmaya başlar. Sonra kedi size bir de şunu öğretir: Farklı yerlere birlikte gittiğinizde o sizin en yakınızdadır: Zaten dokunur halde değilse bile dokunacak mesafede. Bir varlığın evi siz olursunuz, yolda, izde, her yerde… O size yuvalanmıştır artık. Birine nasıl yuvalanılır?


Bir çulha kuşunun yuvası aslında neresidir? Bu ev midir benim yuvam? 


Ellerime bakıyorum, kendime bakıyorum. Nasıl da her şey için uğraşmıştım… Eve taşıdığım onca eşya… Aldığım, para harcadığım, kendimi iyi hissetmek için uğraştığım, bazen çok kolayken bazen çok karıştığım… Salonda müzikle neşe içinde parende atmaya çalışırken de, uyumaya giderken ışıkları (gece başka kimsenin açmayacağını bilerek) kapatırken de… “Hastalıkta, sağlıkta.” Mutfağa bulaşık bırakırken ama sonra nasılsa yine ben temizleyeceğim diyerek hemen kaldırırken de… Ütü yaparken mola verip biraz deli gibi dans edip sonra devam ederken de… Acil durumlar için buzluğa hazır yemek koyarken de… Şu duvara da bisiklet mi assam diye düşünürken de… Nasılsa bu kararı ben veriyorum özgürlüğü ile mutluluk içinde bir şey yapmaya gerek bile kalmadığında… 


“İyi günde, kötü günde.”


Ev neydi, ev kimdi? 


Bakıyorum ki ben, sınırları kaybolmuş bir evim artık… Bir eve ihtiyaç duyarken evin ta kendisi haline geldiğim…

HERKES HALİNDEN MEMNUN GİBİ - 2 -

09:23



Yeni bir yaşamın ihtimali ile kapıyı aralamak. Büyük bir adım. 


Bazen ise sadece evden dışarı çıkmak çok büyük bir adım. Bazen yerinden kalkabilmek. Hatta belki yerinden kalkabilme ihtimali. Düşüncelerimizde heveslerimiz. 


Herkes halinden memnun gibi. 


Herkes tuhaf bir groove oluşturmuş ve sallanıyor. Neşeli, yükselmiş bir kalabalığın içerisinden çıkıp kiralık aracın serin güvenliğine geçiyorum. Açıkça, iğrenç bir hava var. Lafı fazla uzatmaya gerek bile olmayan, Mayıs ayına hiç yakışmayan, nereden geldiği belirsiz tuhaf bir hava. Önceki gün 40 derecelik havadan sonra 8 derecelik bu menem atmosfer beni sarsıyor. Neyse ki arabanın kliması ideal bir sıcaklık ile orta yolu buluyor. İşte bak, anlaştık bile…


Bir yola giriyoruz, şöyle, havalimanı terminalinden bir otoyola çıktık ve araba devrini sabitlemeye çalışarak hızlanıyor. Çok iyi bir arabada değiliz. Ama şoför, tıpkı babam gibi, Toyota’lar öngörülebilir diyor. Bir süre elektrikli araçlar üzerine konuşuyor ve her cümle başı ve sonunda adımı söyleyerek beni de konuşmaya dahil etmeye çalışıyor. Arabanın motoruna bir öfke duymaya başlıyorum çünkü boğuluyor. Bu yolun çok daha iyi bir araba istediğini tüm benliğimle ben bile fark ediyorum. Oysa içinde bulunduğumuz araba sarsılıyor, çok ses alıyor ve öfff, devri bir türlü düşmüyor. Hızını aldığında daha iyi olacağız. Evet, hızımızı almak için biraz yolu heba etmemiz gerekiyor. Üzücü. 


Dışarıyı biraz izliyorum, herkes gerçekten halinden memnun gibi. Bir yere gitme hissini seviyorum, hareket halinde olma hissi. Birlikte yaşayacağımız bir his bu. Şoför, bir yerde durup kahve almak ister misiniz diye soruyor. İsterim ama duramam. Duramayız. Bu arabayı durdurursak ve tekrar hızlanmaya çalışırsak çok yol kaybederiz ve ben buna dayanamam. Bir groove’un içerisindeyiz ve ona tutunmaya çalışıyorum, araba 130 kilometrelerde 3000 devirin altına nihayet yavaş yavaş düşüyor. İçimden, bu şekilde nereye kadar gidebileceğimi planlıyorum. Sıkılmadan mesela. Tek nefeste Ankara’ya kadar gidebilirim. 450 kilometre. Orada durup bir ayaklarımı açmak isterim, şehir merkezinde biraz dolaşır ve yemek yeriz. Şoför yine doğrudan bana hitap ederek, motor hybrid olduğu için 80 kilometrenin altında hiç ses çıkartmıyor diyor ve o der demez bunu trafiğe girdiğimizde tekrar edeceğinden de emin oluyorum. Çok güzel, hadi biraz daha sessiz sessiz oturalım ve benim Ankara sonrası nereye kadar daha bu keyifle gideceğimi hesaplamaya çalışalım... 


Araba artık 160 kilometrelerde ve içeride uğultu var. Üzerimde tropik bir yorgunluk var: İşte söylemek için tamı tamına 24.000 kilometre gitmeniz gereken bir cümle. Ayaklarımda rahat bir ayakkabı olmamasını dert etmiyorum çünkü araba hızını almış ve tatlı bir noktadayız. Hani bazen araba sürerken gaza basarsınız ve araba adeta tırmanır ya. Hatta şöyle diyelim: Araba leopar gibi kendisini ileriye atar ve pençelerini sadece daha da hızlanmak için kullanır. Ardından yavaş yavaş bu his stabilize olur ve kendi ritmini bulur. Birlikte buradayız. Şoför sesizleşiyor ve o da bunun tadını çıkartmak istediğimden artık emin. Bazen bazı insanların çok rahat araba kullanıyorum oturuşu olur. Nasıl tarif edilir bilmediğim bir oturuş şekli. Artık güzel bir yerdeyiz. Araba tatlı tatlı gidiyor. Herkes halinden memnun gibi. 


Bu his, benim evim. Hareket halinde, güvende, ılık. İlerleyen, tehlikede olmayan, tempolu. Kaybetmeyen, kazanmayan ama bir duruşu korumaya çalışan. Yorgun ama yılgın olmayan, rahat ama uyuklamayan, dinç ama kendi içinde aylak. Yarışın içerisinde ama hırslı değil, iddialı ama zararsız, kıvrak ama etrafı korkutmayan… İşte birlikteyiz.

SELAYAN CITY GOLF CLUB, SKYE 57

08:56


Bazı şeyleri market rafında bulamayacağımızı anlamak için neleri heba ettik biraz konuşalım. Önce sen airline pilot ceketini giy çünkü siz birlikte iyi bir takımsınız. 


Güney Jakarta’da lüks bir golf kulübündeyiz ve pazar sabah. Güney Yarımküre’de sonbahar başlangıcı. Her şey nefis bir güzellikte: Çimler, sonsuz havuz, Tory Burch SS23 terlikler, bakımlı kadınlar, poodle köpekleriyle birlikte sosyallaşebilen remote çalışanlar ve Güney Doğu Asya’nın zengin çocukları… Özenle oluşturulan bu ekosistem içerisine kırmızı haplarımızı alıp giriyoruz. Bir köşede baby shower yapılıyor, havada süzülen Çince ve İngilizce kelimeler arasından kapabildiğimi alıyorum. Senayan City’de sıradan bir haftasonumu. Yeni Çağ Alman şairlerinin burayı görmemiş olması acıklı çünkü üzerine koskoca bir edebiyat inşa edebilirlerdi. Werther intihar etmezdi ve peşinden bir sürü genç daha. Tüm paramı bu iddia üzerine yatırırdım. Burada gençler hayatını yaşıyor, Almanya’daki junkie’ler kendi dünyalarını yarattıklarını sanarken… 


O anda keşfedilen yiyecekler ve golf court’ında beyaz takımlarıyla neşeyle gülüşenler… Anlamını bilmediğimiz şeyler. Top bir delikten bir deliğe aheste aheste yuvarlanıyor. Neden sayı olma çabası içerisinde olsun ki? Ya da, neden uğraşsın? Kahve bile içilmiyor burada, kahvenin seviyesizliği gündem bile değil. Bazen bir golf topu bile hayatın akışını yorumlayabilir. Bir de böyle deneyeyim der gibi süzüldüğünü uzaktan görüyorum. Acelesi yok, amacı yok, arkadaşı yok. Bu halinden çok memnun. Tek başınalığın elitliği. Uzaktan bebeğin kız olduğu haberi geliyor ve top buna karşı da tepkisiz. Sevinç nedir, heyecan nedir ve benim buna ayırmaya vaktim var mı… 


Tüm bu lime’lı tropikal içeceklerden başım dönmeye mi başlıyor? Yeni biçilmiş çimlerin üzerinde küçük ırk köpekler birbirlerini kokluyor ve kokularını bırakıyor. Mutfak yavaş yavaş servise kapanıyor, artık son siparişler… Kuralları olan bir dünya. Coconut dragon siparişi veriliyor arka masadan… 


Pazar brunch’ından sonra biraz alışveriş ve sonra SKYE’da akşam yemeği… Ateşle oynayan suicchef’lerin arasından geçip terasa geçiyoruz. Terasta muhteşem bir hava. Ahh, burası bir illüzyon. Arkada Tiesto tüm mixleriyle birlikte bizimle. Lychee içeceklerimizi alıp yine, yeniden bir havuz başında oturuyoruz. Set harika. İçeceklerin tamamı alkolsüz ama ortam alkol olmasına gerek de bırakmıyor. Bir bulanıklığın içerisine süzülüyoruz. 57. Kata çıkarken özel bir asansör kullanmış ve bu zifiri karanlık asansör içerisindeki disko ışıklarıyla asansör süresini dans ederek geçirmiştik. Size buranın bir illüzyon olduğunu söylemiştim. Burası evrende bir delik ve Alman gençlerin kırık kalplerinden oluşuyor. Sanırım artık hiçbir şey düşünmüyorum, hiçbir şey anlatmıyorum, hiçbir şey hissetmiyorum. Bazen birbirimizin gözlerinin içine bakıp bu gerçek mi diye soruyoruz ama bunu kim bilebilir ki? Ufak ufak sallanarak oluşturduğumuz bir bulanıklık var. Gece gökdeleninde kırpışan ışıklar, havalimanına yaklaşan uçakların sıcak havada oluşturduğu dalgalanma, devasa reklam neonlarının şehre giydirdiği renkli ceket… 


Belirli bir saatten sonra plaza önünde bir taksi ve araç kuyruğu olur ve Asya’nın son model lüks arabalarının kendilerini göstermek için yarıştığını görürüz. Lüks bir trafik içerisinde bir yerlerde müziğin sesi devam eder. Tiesto gecenin tek aklı başında olan insanı olarak herkese hükmeder ve kimsenin bununla sorunu olmaz… 


Bazı şeyleri market rafında bulamayacağımızı anlamak için gece olmasını beklemek gerekir. Yanımızda züppe zenginlerin telefonları elinde… Türkçe şöyle bir şey duyarız aşağı yukarı: “Felekten bir gece çalmaya karar verdim, sonra konuşuruz.” Derin dekolteli bir Thailand’lı ile eğlenmeye gelmiştir ama nedense tadını bir türlü çıkaramaz da. Ufak ufak kıpırdanmaya devam eden çekik gözlü kadınlar arasında bir görünüp bir kaybolan takım elbiseli erkekler ve küpeli barmenler… Aşağıda araçların sonsuz kuyruğu uzamaya başlamış ve bir sonraki istasyon için Louis Vouitton clutch’lar ellerde… Zifiri karanlık asansörün içerisinde aşağıya inerken biraz daha dans eder biraz daha kendimizden geçeriz…



Lychee içeceklerin kadehleri masalarda tepecik oluşturmaya başlamadan el çabukluğuyla toparlanır. Karanlık asansör. Tatlı Lychee. Işıklar. Doların geçmediği bir yer… Buranın para birimi nedir diye düşünüyorum bir ara. Acaba bunu düşünen ben miydim? 


Bir sonraki istasyon neresi tahmin etmek imkansız. Her şey ters, trafik ters, araçlar ters, hayat ters. Yolun solunda araç bekliyoruz veya yanımızdan geçen lüks araçlara bakıp gülüşüyoruz. Mermerin üzerinde hafif bir nem, tenin üzerinde hafif bir nem, ellerde yapışkan pis bir his. Umursamıyoruz, zaten bu his gerçek mi. Bundan emin olmak da mümkün değil. Sweatshirt nedir? Terlik nedir, pijama nedir? Tiesto sanki hepimizi tek bir düğme ile kontrol ediyor ve hepimiz bundan tuhaf bir sevinç duyuyoruz…

ANİDEN KALKIP JAKARTA'YA GİTTİM VE HER ŞEY EFSANEYDİ!

09:54

Hahah, başlığı okudunuz değil mi? İşte benim son 1 haftada başıma böyle bir şey geldi. 


Her şey çok hızlı oldu: Burcu'dan telefon geldi, "Hazırlan, Jakarta'ya gidiyorsun!" dedi. Hahah. Neden gülüyorum, çünkü her şey o kadar saçma bir hızda oldu ki. Vallahi komik. Nasıl yani dedim, ee fuar var, sen de görevlendirildin dedi. Ne zaman dedim, haftasonu dedi. Nasıl yani bu haftasonu mu dedim. Evet dedi! 


Hahaha. Salı günü biletim alındı ve Cuma günü Jakarta'ya giden uçağın içindeydim. İnsan bu kadar süre içerisinde tamamen farklı bir iklime nasıl hazırlanır? Ben size söyleyeyim: Hazırlanamaz. Hahaha. Valizde bir terlik, bir de spor ayakkabı yedeği ile düştüm yollara. Ne giyilir bilmem: Herkes çok sıcak diyor ancak yağmur da var. Böyle bir mevsimde ne giyilir? Bot olmaz, terlik olmaz. Sandalet al dediler. Sandalet bakıyorum, e sandalet de sanki pek olmaz gibi geliyor. Aman, en eski spor ayakkabımı yağmurda çok kötü olursa ve kurumazsa atarım diyerek giydim. 


12 saatlik uçak yolculuğundan sonra Jakarta'dayım. Böyle bir şey olunca insanın beynindeki kendi konum servisleri çalışmıyor., hahah. Ben şu an dünyanın neresindeyim diye bir düşünüyorsun. Ekvator'a -6 derece bir yerdeyim. Güney Yarımküre'de şu anda sonbahar ama havalimanından çıkınca öyle bir sıcak vuruyor ki yüze, üfff. Nemli, acayip bir sıcak. Nefes alamıyor insan ilk birkaç saat. Sonra alışılıyor. Böyle şapır şapır terletmiyor, derinizin üzerinde hafif nemli bir tabaka oluşturuyor. 40 derece ve %6 nem böyle bir şey oluyor. Eh bunu da yaşadık ama ne güzel yaşadık.


3 gün yenilecek her şeyi nasıl yedim, Endonezya nasıl deli bir yer çıktı, bunların hepsini size zamanla anlatacağım ama ben de hala sindiremedim. Ne yediklerimi, ne yaşadıklarımı. Şimdilik tre makasi. Görüşürüz! 

30 YAŞIN İLK YARISINA ÖVGÜ

09:37

Bir anda gelen 30 yaş övgüsünün sebebi Starbucks'ta baristanın birinin bana abla demesi. Şöyle söyleyeyim: Bulunduğum yaş var ya, efsane. Efsane deyip çok değersizleştirmek de istemem. Muhteşem ötesi. Artık buna nasıl bir isim verilirse. 


Yukarıdaki fotoğraf bana Köln'de hediye edilen doğumgünü pastam ve kahvem. Bu ufak tatlı o kadar iyiydi ki fotoğrafını çekmiş ve onu hatırlamaya değer pek çok şeyin arasına koymuştum. O andan itibaren beni mutlu mutlu hissettiren şeyleri not almaya başlamıştım. Şimdi size 30 yaşın şimdiye kadar neden muhteşem olduğunu 100 küsür madde ile kanıtlıyorum, buna hazır mısınız?


1. Maruş’un patisini gıdıklayınca parmaklarını açması.

2. Büşra ile 12 senelik arkadaş olduğumuzu keşfetmemiz.

3. Büşra’nın İstanbul’a gelmesi.

4. Almanya vizesini alabilmek. 

5. Birinci ders döneminin bitirmek - sırada finaller var 

6. Okul sonrası Kadıköy’de dolaşıp günlük 10 bin adımı tamamlayabilmek. 

7. Morn coffee’deki breakfast brioche bun kokusu. 

8. İyi ki kahve makinesi almışım dediğim her kahve yapışım. 

9. Maruşka’nın sağlıklı bi kedi olması. 

10. Ahsen’in gece 3’e kadar oturması. 

11. Kızlarla doğumgünü kutlaması yapmamız (Ceyda’nın evinde!)

12. Patatesli pay efsane bir lezzet. 

13. Ankara’ya bilet almak.
14. Patoloji ve bdt sınavlarımın iyi geçmesi ve hocayla sohbet. 
15. Kyk borcunun bitmiş olması. 
16. Bulaşık makinesi harika bir şey adeta minnet duyuyorum.
17. Köln!! 
18. Köln’e sıkıntısız gidip gelmiş olmak. 
19. Köln’den iyi ayakkabı ve sınırsız çikolata almış olmak. 
20. Köln ve Safa…
21. Safa’nın yol arkadaşlığı. 
22. Ayakkabı aldığımız Sidestep’teki tatlı satış görevlileri…
23. Almanya’nın gülümseyen insanları. 
24. Akşam yorgunlukla otelde erkenden uyuyakalmak. 
25. Yolda izde Game of Thrones…
26. Çokça bakery gezmek ve canının istediğini tatmak. 
27. Canının istediği şeyi tadabilme özgürlüğü. 
28. Bu imkana sahip oluyor olmak. 
29. Yüksek lisansın ilk dönemi bitti!!!! Hepsini geçtim!!!!! 
30. Maruş’u çok özlemek. Tatlı Maruş. Sana asla kıyamıyorum. 
31. Abimin ben Almanya’dayken hasta olmasına rağmen Maruş’un yanına gitmesi. 
32. Anneme Almanya’yı getirmeye çalışmak.
33. Maruş’la kavuşmak. 
34. Bir anda gelen artık 30 yaşındayım ve hiç öyle hissetmiyorum hissi. Pas geçmişim gibi. 
35. Safa ile serserilik.
36. İyi bir maaş zammı. 
37. Ankara’ya gelmek. 
38. Ankara’da sabah trafiği. Maxfm. 
39. Ankara Plaza’nın güven verici sıcaklığı. 
40. Kakule. 
41. İstanbul’a dönme ihtimalinin güzelliği. 
42. Ev özlemi. 
43. Uzun bir deprem arasından sonra iyi hissettiğin ve yaşadığın her şeyi daha güzel sindirdiğin anlar. 
44. Annemin İstanbul’da olması. 
45. Kurtuluş!
46. Yeni bir ütü almak. Yeni bir ütü almanınn ve taşımanın zorluğu. 
47. Bakırköy yolları korkutuyor. Önlük almak zorunda kalmak ise iyi hissettiriyor. 
48. Yeni dönem ve yeni kitaplar. 
49. Biraz uzaktan eğitimin işimi çok kolaylaştırması. Teşekkür ederim. 
50. Kurtuluş… 
51. Viggo Mortensen’li filmler kuşağı. 
52. Tekrar yürüyüş yapabilmek. Of. Harika. 
53. Remzi’de yemek kitabı karıştırmalar ve eve dönüş yolları. 
54. Cruffin yapmayı öğrenmek. Youtube algoritmalarının cruffinle dolup taşması ve evdeki yaş mama. 
55. Maruş!!!!! Bir hafta arayla kızgınlığa girdi. 
56. Nurevşan’ı evde misafir etmek. Her zaman tatlı bir kız. 
57. Büşra’nın Almanya’daki evine aldığı demlikler. 
58. Anne masajı. 
59. Evdeki fazlalıklardan kurtulmak. 
60. Sevimli birkaç cümle. Bakırköy ilginç bir hikayesin. 
61. Bakırköy!
62. Peşpeşe 1 hafta atılmış en az 10 bin adımlar. 
63. Leo’nun eve gelme ihtimali. 
64. Ütümün efsane olması!!! 
65. Nefis havuçlu kekim ve filtre kahve ile uykusuzluk. Gece sevimlisi. 
66. Yatınca Maruş’un direkt ayaklarımın oraya kıvrılması. 
67. Bir mesajla nerede olduğunun sorulması ve kararsız yürüyüşler. 
68. Eskiden çok sevilen bir şarkıyı yine çok sevmek. 
69. Okula gidiyorum!
70. Bakırköy’e 2 kere sorunsuz gidip gelmiş olmak. 
71. Nurevşan’ın evine gitmek ve evindeki polaroidler. 
72. Kuskus salatası!!!
73. Pazar banyosu pazar çamaşırı pazar marketi 
74. Fazla kilolarından güven içinde konuşabilmek. 
75. İşyerinde içilen o günün lattesinin ayrı bir keyif vermesi. 
76. İşteki deprem psikodestek eğitimi…
77. Deprem psikoeğitiminde yaptığım çizimi yırtıp atabilmek. 
78. Kliniğe gittiğim her gün. 
79. Kliniğe gittiğim her günün mutluluğu. 
80. Sevde’nin düğün fotoğraflarını planlamak. 
81. Maruş’a dair her şey. 
82. Gidip lavabo contası almak! 
83. Bir tam günü kitap okuyarak geçirmek ve bunun getirdiği akış hissi. 
84. Kızlarla birlikte kaçamak geceler. Jumbo!
85. Ramazan’a az kaldı heyecanı. 
86. Sultan’la konuşmak ve bir iftar planı yapmak. Geleneksel bir iftar…
87. Babamın İstanbul’a gelmesi. 
88. Babamın İstanbul’daki evimin ışıklarını yapması. 
89. Babamla ekmek almaya gitmek ve aldığım ekmeği çok beğenmesi. 
90. Maruş’un ameliyatı…. Ve hep beni yanında istemesi. 
91. Maruş'un ameliyatı sonrası yaşananlara rağmen birlikte bir takım olmamız.
92. Anneannemin cenazesine giderken Mücahit’in beni havalimanından alması. 
93. Delikanlı çocuklar…
94. Merve ve Feyza ile birlikte uçakla dönmek. 
95. Kulaklarımızın çok hasta olması ama en azından beraber olması ve bunu paylaşmak. 
96. İyi ki Didem abla var (Maruş’u bıraktım ona)
97. Annemi cenazede görünce çok üzülmek. Annemin çok üzüldüğünü görünce gelen korkunç üzülme hissi. 
98. Akşam olunca… Maruş’a kavuşmayı beklemek. 
99. Islak ayakkabılarla uçağa binmek ve uçakta ayakkabının kurumasına sevinir hale gelmek. 
100. Uzun bir süre boyunca Maruş’la ilgilenmek. Maruş’un iyi olduğu her an. 
101. Reyhan’ın yardıma gelmesi. 
102. Abimin yardıma gelmesi. 
103. Probnp, 847.
104. Vizeyi sorunsuz geçtim. 
105. Sevde, Sevde, Sevde! Bizi oradan oraya taşıdı, tüm yüklerimizle birlikte.
106. İtalya bileti. Yepyeni bir motivasyon.
107. Ankara’ya gelebilmek. 
108. Ramazan’ın sağ salim bitmesi. Mustafa abiler geldi. 
109. Ramazan’da yediğim her tavuklu pilav ve ekşili salata. 
110. Cookie tarifimin artık kesinleşmesi. 
111. Ankara’da Safa’yla takılmak. 
112. Anneme sarılmak. 
113. Annemin kucağına yatmak. 
114. Anne anne anne anne. 
115. Ankara’da Prime Starbucks’ta filtre kahve ve kitap…
116. Bakery Plus fuarına denk gelmek. Bu bir işaret mi? 
117. Safa ile John Wick 4.
118. Prod'da filtre kahve.
119. Marvel filmlerini her akşam ailecek seyretmek. 
120. Maruş’la İstanbul’a dönerken trende mışıl mışıl uyuması. 
121. Evde olma hissinin bir de bu versiyonu. 
122. Burgain is sunnah. 
123. 12 saatlik Endonezya yolculuğu. 
124. Jakarta Skye.
125. Jakarta Golf Club.
126. South Jakarta.
127. Jakarta yağmurunda ıslanmak.
128. Jakarta'nın güzel yeşilliği.
129. Yalnız kalmamak ve gülmek.
130. Beni kollayan olur hissi.
131. Burada tanıdığım insanlar arasındayım hissi.
132. Eve gitmeye çalışmak çünkü evde Maruş’un beklediğini bilmek. Zilliş beni eve görünmez zincirlerle bağlamış ve bundan şikayet de etmiyor gibiyim.
133. Jakarta taksi yolculukları. "Brother, uncle."
134. Jakarta'da kızlarla çektiğimiz selfie'ler.
135. Pasaport görevlisi ve temizlik görevlisi bu ülkenin bana tatlı bir şakası.
136. Big boy’u oradan oraya taşımak. Başımıza bela olan koca standın artık bir adı var.
137. Babamla mesajlaşmak. Dünyanın en basit mutluluk sebebi ve tuhaf...
138. Eve gelince zillişin kapıda karşılaması ve çok mutlu olması...
139. Jetlagin verdiği ufak sarhoşluğu ertesi gün hala atamamış olmak ama biraz da toparlanıp kahve yapmak. Kahve makinemi özlemişim...
140. Beyoncé ile bu yazıyı yazmak ve Büşra'nın nikah elbisesini konuşmak... WHIP, WHIP...

HERKES HALİNDEN MEMNUN GİBİ

01:43


Yavaş yavaş terk edilmiş lüks alışveriş merkezlerinin bomboş katlarında tıkır tıkır kendi topuk seslerimi duyuyorum, içimde heyecanla koşar gibiyim neredeyse. Arabayı otoparka bırakmıştım, evet artık böyle bir şey de var, lüks alışveriş merkezi artık bu konumunu daha çok otopark olmaya bırakmış ve yer bulmak çok zor. Ben bulmuştum ve arabayı park edip biraz içeride oturup öyle çıkmıştım. Çok uzun süre geçmemişti de... Yürüyen merdivenlerden inerken sırasıyla bir baharatçı geçiyorum, bir lostra, bir süpermarket ve sonrasında bir de ilaçtan çok ucuz güzellik ürünleri satan eczanemsi bir güzellik merkezi... Vergisini zamanında ve dürüst bir şekilde ödediğinden asla emin olamayacağınız, sivilce ve kepeği mucizevi bir şekilde tek yıkamada geçirebileceğini iddia eden yerlerden birisi daha... Burayı en son hatırladığım zamana göre her şey ucuzlaşmış ve kalitesizleşmiş ama buna şaşırmayı uzun zaman önce bıraktık. 

Yanımdan mali müşavir olduğunu tamamen evrak çantasına bakarak tahmin ettiğim hafif orta yaşlı bir adam geçiyor. Muhtemelen aylık ziyaretini yapmış ve dönmek üzere otopark yolunu tutmuş, çok mutlu da değil. Zaten neden mutlu olsun ki? Hayattan böyle bir beklentisi olan kim kaldı? 

Birkaç kişi olmuş olabilir, ben de onları bulmak için büyük bir şirketin kampüsüne girip birkaç tanıdığı ziyaret edeceğim. Burası ülkenin en büyük mühendislik firması, diyelim. Ya da onlardan birisi... İlk defa giriyorum ve hoşuna gidiyor, benim uzun yürüyüşler yapabileceğim devasa bir alan ama muhtemelen çalışanlar bu şekilde bakmıyor. Görünen o ki, tahminim hiç de yanlış değil ve içeride sıkıntıdan kendi deyimleriyle geberen bir dünya mühendis var. Şok geçiriyorum ama nasıl... Kocaman bir mühendislik şirketinde kimse çalışmıyor ve herkes bütün gün alışveriş yapıyor. Kargo görevlilerinin vasıfsız sayılıp içerideki mühendislere hizmet ettiği ve onlardan daha çok para kazandığı garip bir düzen. Biraz daha bunalıyorum ve çok oyalanmadan ayrılıyorum. Geride bıraktığım sistemde her şey çok tıkırında ve öngörülebilir. Haliyle, herkes memnun. Sıkıntıdan geberiyoruz ama maaş aylık yatıyor ve güvencemiz var. Evet, başka ne isteyebilir insan?

Benimse, artık pek çok şey umurumda değil. Yeni dünyanın yeni düzeni. Belki bu da bir çeşit deliliktir. Arabanın termometresi dışarıdaki sıcaklığı -5 olarak gösteriyor, bu soğuk ve nemsiz havada nefes almak insana iyi hissettiriyor. Bir Rus romanında varoluşunu arayan yan karakterler gibiyim. Nereye gideceğini bilmeyen ama hep bir yere giden, gitmek zorunda olan... Sadece bu sefer karakterin modern bir arabası, topuklu ayakkabısı, Charlotte Tilbury ruju ve çekici marka etiketlerine sahip kocaman çantaları var... Bu ben değilim, ben bu karakterin de yan karakteriyim çünkü önemli birisi değilim. Basit düşünüyorum artık: Acıkınca ağzıma birkaç leblebi atıyorum, bolca su içmeyi ihmal etmiyorum ve bel ağrılarımla mücadele edemediğim için bir süreliğine çok fazla hareket etmiyorum. Gördünüz mü, çok kolay ve hiç kafa karıştırıcı değil...

Gün artık akşama döndüğünde benim içimde hala o mühendislerin sıkılmışlığının etkisi var. Kendi kendime nasıl ya diyorum nasıl, nasıl böyle oldular. (Nasıl mı oldular?) 

Böyle dramatik hikayeleri herkes gibi ben de seviyorum. Kafelerde gençlerin finallerine çalışırken akıllarına gelmeyen her türlü dramı içinde barındıran hayat gerçekleri bu hikayelerde insanın karşısına çıkıyor. Geleceğe dair o umutluluk hissi akşam anne-babamızın evine giderken titreşerek içimizde küçük ateşler yakmıyor muydu? Sevimli pırıltılar... Hepsi içimizde... Motivasyon, depresyon, depozisyon... Düşüncelere dalmışken tekrar acıktığımı fark ediyorum. Kendi kendime gülüyorum, listeye yeni bir ekleme, starvasyon... İşte burada hep aynı yerleri delice bir umursamazlıkla başa alıp alıp dolaşıyoruz... Sabah trafiği, öğlen trafiği, akşam trafiği boyunca. 

Bizimle birlikte tüm bu gizemli yerlerde bedenini bulmayı bekleyen hayaletler var, aniden bambaşka bir şehirdeyiz, aniden benzin istasyonundayız ve aniden otostop yapmaya çalışıyoruz, aniden oluyor her şey, aniden... Nefessiz kalıyoruz. Aniden. Bir şey başlıyor...