BİR PATİ DOKUNUŞU

01:01

Gece kuşağı Karen Gillan korku filmleri, banka hesaplarındaki son kuruşları kontrol... Tüm gün Bloomberg arka tarafta açık kalmış ve bir saatten sonra televizyon kendi kendisini kapatmış... Bugün kendime yaptığım hiçbir çayı bitiremediğim aklıma geliyor, hepsi soğuyup kenara atılan kupa bulaşıklarından ibaret oldular ve akşam oflaya puflaya hepsini ovmak zorunda kaldım. Kaloriferin kenarına pısmış gece kuşağı korku filminin müziksiz, sessiz diyaloglarına kendimi bırakıyorum. Bu evi bir kediye hazırlamak gerekecek diye düşünüyorum. Kablolu yayında meteoroloji güçlü bir kar fırtınası uyarısı yapıyor ve film devam ediyor. Aynı sessizlik ve aynı olaysızlık... 


Bazen hayatımın böyle dümdüz devam ederken bir anda arkada başlayan vinyl bir kayıt eşliğinde değiştiğini hayal ederim. Düşünsenize cam açık kalmıştır, durağan görüntüye bir müzik girer ve değişim başlar... Hayat, pat!, öylece değişir. 


Daha ne olduğunu anlayamadan değişir, birkaç boyutta birden değişir, tüm paralel evrenlerde bir anda bir şey kayıverir ve işte, var olan eskisi gibi değildir artık. 


Ondan sonra düşmanınızı bilmediğiniz, görmediğiniz, hatta varlığından bile emin olamadığınız ama orada olmak zorunda hissettiğiniz bir savaş alanında bulursunuz kendinizi. Arkanızda parlak miğferlerinin en üstünde etkileyici bir kuzgun tüyü olan çevik bir ordu... Beklersiniz. 


*


Daha neyi beklediğini bile anlayamadan... Hiçbir heyecan duymadan beklediğimiz şeylerden birisi bu diye düşünüyorum. Bu ara ara görev bilinciyle merak ettiğimiz bir şey. 


Burası hepimizin içinde hissettiği ancak adını koymadığı, adını koyma gereği bile duymadığı ama yakalayınca bir yaşantı değeri olduğunu fark ettiğimiz şeylerin merkezi olsun istedim. Arka planda geçip giderken yakaladığımız ve kendimizi düşünseline bıraktığımızda keyifle guruldadığımız bir yer… Bir pati dokunuşu. 


Bir pati dokunuşu. 


Bir destek, bir ittirme... 



Genç kadınlar pazar alışverişlerinden sonra, ucuzluk marketlerin indirim köşesine bakmadan önce uğrayıp eczaneden Prozac’larını alıyor… Pırasa ve Prozac, aynı poşetin içinde… 


Sanki bunu gördüğümde kadın savaşçılardan oluşan ordumla birlikte yüksek bir bozkırda, büyük bir sessizlik içerisinde, hafifçe kımıldayan atlarımızın üzerinde bekliyor gibi hissederim. Rüzgar saçlarımızı yüzümüze getirir ama kimsede bir sabırsızlık belirtisi yoktur, hep birlikte tam da o anda bekleriz. Meşum bir sessizlik, bir istikbal anı. Bir zafer anı değil, bir öfke anı değil, sadece bir bekleme ânı. İçinizdeki ilkel bir ses o anda annenizi şöyle birkaç saniye bile olsa görmenizin iyi geleceğini söyler ve bunu bilirsiniz de, ama rüzgar hafifçe uğuldar…


Bir pati dokunuşu. 


Ağır kıyafetlerimizi giyip dirseklerimizdeki kuşaklardaki silahları evden çıkmadan önce birkaç kere kontrol ettiğimiz bir savaş... 


Birkaç boyutta birden oluşan ve kendisini her boyutta göstermeyi de başarabilen bir şey bu. Yatak odasında yerde oturur ve öylece boşluğu seyrederken yakaladığımız kadınlarda oluşan bir şey bu, annelerimiz kız kardeşlerimiz ve tüm kimliklerimiz. Her zaman giydiği kıyafeti giydiğinde aniden yakışmayan, her zaman yediği yemeği yediğinde aniden doymayan, her zaman oluyorken artık bir anda olmayan her şey… 


Bir pati dokunuşu. 


İşte o aynı parlak miğferlerimize girmişiz ve evden çıkıyoruzdur, zırhlarımızın üzerine işlenmiş birer yaprak arması ile şehir meydanına doğru yürüyüşe geçmişizdir. Bu ânı ömrümüzde belki yüzlerce, belki binlerce kez yaşamışızdır; toprak doğurduğu gücün karşısında hafifçe ürpermekte ve içten bir gurur da hissederek keyiflenmektedir. Yılın ilk kar fırtınası yaklaşırken oluşan sessizliği karşılayan şehirlilerin arasından geçerken tüm bedenlerimiz mağrur bir ifadeyle adeta meltemin esintisine göre kıvrılarak hareket etmektedir. Şehir sizi izler, siz şehirlilerin görmediği bir şeyi izlersiniz.  



Bu hepimizin savaşı olacaktır, mutfakta bulaşık yıkarken akan suya dalan annelerimizin kız kardeşlerimizin ve tüm kimliklerimizin… Artık pek çok şeyin imkansızlığını fark ettiğimizde… 


Artık gerçekleşemeyeceğinizi fark ettiğinizde… O an gelmişti ve artık hayatımızın böyle olduğunu kabul etmemiz gerekmişti. 


Bir pati dokunuşu ile ışınlandığımız o antik savaş meydanında yine karşı karşıyayız işte. Tüm o modern ilişki tavsiyelerinin, öfke kontrol yöntemlerinin, yeme bozukluklarının, psikiyatrik tedavilerin, yalnızlıkların, korkuların ve defalarca kilidi kontrol edilen kapıların, kişisel gelişim zırvalarının ve çift terapilerinin sonunda buradayız: Gerçek bir şafak vakti, miğferimizde etkileyici bir kuzgun tüyü….


Annelerimiz, kız kardeşlerimiz ve tüm kimliklerimiz. İşte burada, hepsi yan yanadır. Toprak hevesle kımıldanır, artık bir savaş beklemekte; vaktin çoktan geçtiğini düşünmektedir... 


SENE 2021, BU BLOG HALA NEDEN VAR

10:13

...ve neden ısrarla ısrarla ısrarla burada yazmaya devam ediyorum? 

Buraya yazacağım hiçbir şeyden emin değilim, ilk söyleyeceğim şey bu. Arada insanlar bana blogumu okuduklarını yazdıklarında ya da uzun süre yazmadığım zaman "hadi yaz artık!" dediklerinde o kadar şaşırıyorum ki. Bu blogu, böyle yazıp uzay boşluğuna bıraktığım yazılar gibi düşünüyorum kendi kendime. Bir kağıt parçasına birkaç şey karalamışım da uzay boşluğuna atmışım, bu görkemli bir saray olduğu kadar çöplük olarak da değerlendirilebilecek internet aleminde yok oluşa doğru giden cümle parçacıklarıymış gibi geliyor. Film sahnesi gibi gözünüzün önüne gelmiştir muhtemelen: Dünyada kalan son insan olarak ben, ileride belki birisi bulur diye olabildiğince çok iz bırakmaya çalışıyorumdur...

Bu blog varoluşsal bir sıkıntı, bunun farkındayım. Tüm iliklerime kadar farkındayım hem de. Benliğimin tıpkı yukarıdaki gibi kaybolmamak için, "ben de bu dünyadaydım, ben de yaşadım!" diyebilmesi için beni sürekli yazmak için telkin ettiğini alttan alta duyumsadığım bile söylenebilir. Hiçbir şey bırakamıyorum, düşünsenize, şimdiden dünya üzerinde 28 yıldır varım ve geriye kelimenin tam anlamıyla HİÇBİR ŞEY bırakamıyorum. Ne bırakmam gerekir, hoş onu da bilmiyorum ama rahmetli dedem ve babaannem bize meyve ağaçları bırakmıştı... Elime 5-10 lira geçince ağaç dikimi için bağış yapıyorum ama yok, olmuyor. Ellerimden hiçbir şey çıkmıyor. Ve bu her gün, gerçekten her gün "ne işim var benim burada?!" hissi yaşamama sebep oluyor. 

07:30'da mesaim başlıyor ve ne zaman bitti dersem o zaman bitiyor ve emin olun ki erken bitmiyor, sürekli bir şeylerle meşgulüm ancak ellerimde hiçbir şey oluşmuyor. Sıkıntılıyım, bu konuda çok sıkıntıdayım. Bu blog bana umut veriyor, sanki bir gün her şeyi bırakıp kendi yolumu çizebilmem (hoş bu da ne demekse) ya da yepyeni bir hayata geçebilmem için gerekli olan her şey buradaymış gibi. Aslında kendiliğimden parçaları her bir yazıda, her bir fotoğrafta buraya bırakıyorum. Bir gün kendime gelmem gerekirse, bir yerde gücüm tükenirse, kendimi unutursam, artık mahiyetime ulaşamadığım bir zaman gelirse buraya gelmem yetecekmiş gibi hissediyorum. Sanki babamın eviymiş gibi burası, her şeyin güvenli ve kontrol altında olduğu eski bir gelin sandığı gibi. Bu blog bana şu anlamda da umut veriyor: Baktığım zaman, arada dönüp eski bir yazımı okuduğum zaman kendi kendime bir güç veriyorum, cesaret verici bir şey yapmam gerekecekse bu yazıyı yazan kişi bunu yapabilir diye düşünüyorum. Çok ilginç değil mi? Benliğim bu blog sayesinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya sürekli oluşuyor: Burayı yazarken da değişiyorum, yazdıklarım da sonrasında beni değiştiriyor.

Evet bu blog varoluşsal bir sıkıntı... 

Günümün her anı bilinçdışımda ileriye dönük planlar yaparak geçiyor, sanıyorum bu benim en büyük huzursuzluğum. Hep yapmadığım, yapmam gereken bir şeyler var gibi. Nasıl yatırım yapmam lazım, paramı ilerisi için nasıl kullanmam lazım, neyi nasıl yaparsam iyi bağlantılar kurarım ilerisi için, of! Bu hesaplar hiç bitmiyor. Dönem dönem hayalini kurduğum şey değişiyor, şu an ileride bir fırın açmak istediğimi söylüyorum mesela ama bunda ne kadar ciddi olduğumu bile bilmiyorum. Eminim ki yakında fırından vazgeçip çok daha farklı bir şeye dadanır ona yönelirim. Ama bakıyorum, hep bir şeyler yapmak var; hep kendim için bir şeyler yapmak hep kendimi daha iyi ifade edebilmemi sağlamak, hep öyle hep böyle... Çoğu insan böyleyken aslında bunun gerçekten de varoluşumuza dair bir problem olduğunu biliyorum. Bu blog, bu blogda yazılan bir yazı geçici süreliğine bu kaygımı azaltıyor, sanki uzay boşluğuna öylesine atılmış yazı parçacıkları değilmiş gibi bir iz bıraktığım hissiyatı yaşatıyor.

Sanırım hep bu sebeplerden ötürü buralarda olmaya devam edeceğim, dedemin cennet hurmalarını dikerken içten içe hissettiği gibi, kendi kendime bir şeyler deneyerek bir şeyler karalayarak, herhangi bir şeyi başarma derdi olmadan tamamen özgür, safiyane...