KIRÇİÇEĞİ CADDESİ'NDEKİ KEDİNİN ŞİİRİ

11:05

Senin onun başında sabırla onu beklediğini

Ona bildiren birisi var 

O gizli bir el aracılığıyla bunu hisseder 

Ve iyileşmek için biraz daha 

Biraz daha çabalar belki

Veya 

Biraz daha rahatlar 

Bazen kendini hepten bırakıverirsin başkalarının sana baktığını görünce

Ya da daha doğrusu 

Bakılacağından emin olunca 

Öylece bir bakış atarsın, öylece bir bakış:

“Ben senin hayatına ansızın girmişken

Sen benim aracılığımla bir şeylerden kurtulacaksın

Benim bundan haberim bile olmayacak ama

Sen iyi olacaksın”

**

9 Nisan 2024, Ramazan'ın son günü...

TÜBİNGEN'DE UYANMAK

09:43

Tübingen’e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakıyordum.


Şehre döndüğümde fırtına vardı. Uçak çapraz rüzgara karşı sallana sallana iniş yaparken ve tekerlekleri piste dokunduğunda içimden “başlıyoruz işte” demiştim. Hepimizi içine alan, hepimizi yutmaya çalışan, sindiremeyen, çıkarıp tekrar alan şehir… burası… Bir süre uzak kalmak iyi gelmişti ve dönüşte bunu düşünmeye başlamıştım. "En azından bunu yapayım" diyerek yaptığımız her şey bize dönüyor ve bizi bekliyor... 


Gece fırtınası devam ederken uçaktan inip shuttle’a koşuyoruz, kabin valizleri ağlak birer çocuk gibi ellerimizde sürükleniyor… Ne gerek vardı bunca şeye? Rüzgar esiyor, çarpıyor, hırpalıyor bizi. İşte kısa süreli beraberliğimizden sonra sayın yolcular, dağıldık ve evlerimize gidiyoruz. Hepimizin kafasında binbir düşünce…


Her şeyi sırasıyla yapacağım diye düşünüyorum e-pasaport sırasına girerken. Önce şu beyin sisi ve uyku halinden kurtulmam gerek. Veteriner. Sonra evdeki işler var. Ütü. İş için sunum hazırlamak gerek. Evin çamaşır işi. Evin süpürgesi. Tozu. Nevresimler. İşyerindeki sunum için ön taslak onaya gitmeli. Bu kafa karışıklığı içerisinde pasaporttan geçiyor ve pasaportu hala elimde tuttuğumdan emin olarak kalan birkaç gramlık dikkatimi vermeye çalışarak çantamın iç gözlerinden birine koyuyor ve pasaportu oraya koyduğumu kendime gerçekten "gösteriyorum". "Evet pasaportu buraya koydum, kaybolmadı, cüzdanımın yanına koymadım çünkü metro için kartımı almaya çalışırken düşüp kaybedebilirdim ama kaybetmeyeceğim, pasaport içerideki gözde... " Koşar adımlarla çıkışa giderken Sabiha Gökçen duty free'si hiç davetkâr olmayan ışıkları ve içeriğiyle hızımı biraz kesiyor, kenarından geçerken birkaç Toblerone indirimine göz atıyorum ve çıkışa yöneliyorum. Tez, tezi nasıl unuttum. Of! Rüyamda tez hocamın öldüğünü görmüştüm hatta. İşin en ama en acı tarafı bu tezle ilgilenme sorunumu çözmüyor AKSİNE daha büyük bir sorun oluşturuyordu çünkü artık yeni bir hoca bulmam da gerekecekti. Havalimanı çıkışından metroya kadar olan yolu bu düşüncelerle o kadar hızlı gelmiştim ki kendimi bir anda metroda oturuyor halde bulmuştum ve beynimdeki sis yoğunlaşmış, ağırlaşmış, beni tüketmişti...


Sabah uyandığımda Tübingen'e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakmıştım ve şimdi yapacak o kadar çok şey vardı ki. Maruş'un beni evde beklediği düşüncesiyle biraz neşelenmiştim, muhtemelen ben eve gelince sevinçte oradan oraya koşacak ve tüm balyanaklılığıyla beni mest edecekti. Onun peşinden koşarken hava kararacak ve ben valiz işlerini yaparken günü bir şekilde bitirmiş olacaktım. İnmeye birkaç durak kala aklıma yine tez hocamın öldüğünü gördüğüm gelmiş ve tadım bir daha kaçmıştı ve bu günden başka bir beklentim daha kalmamıştı. Tamam pes etmiştim...



Sabah Tübingen'e uyanmak ve senenin, hatta iki senenin ilk karını görmek tuhaftı. Gözlerimi açtığımda Suşi yukarıdan bana meraklı ve mesafeli gözlerle bakıyordu, daha önce de birkaç kere söylediğim gibi, rüyamda tez hocamın öldüğünü görünce bilinçaltım rahatlayacağımı sanmış ancak fena halde yanılmıştı. Çenem yine ağrımış, kollarım feci halde kasılmış, uyandığıma binlerce şükür edecek haldeydim. Suşi sanki neler yaşadığıma tanık olmuş ama hiçbir tepki vermeyerek öylece izlemekle yetinmişti. Gece bir ara yatağıma kadar gelmişti ama hareket edince korkup kaçmıştı. Bu yabancı ile daha da uğraşmayacaktı ve yerine geçecek, usulca gitmemi bekleyecekti. Ben böyle alışkın değildim. Ben evde bir eşkiya ile yaşıyordum, her sabah 6 buçuk itibariyle koğuş kalkmalıydı. Kalkmama şansın yoktu, kalkmamak azarlanmak demekti ve bu azarlanma seansı saatler sürebilirdi... Dışarıda Almanlar koşuya çıkıyor, ben o sırada radyatöre biraz daha yapışıyorum...


Sanırım sorumluluklarım var artık farkındalığı geliyor yine, kendi evinizden binlerce kilometre uzakta olduğunuz zaman hafifleyen ancak aklınıza geldiğinde hissettiğiniz bir şey... "Sorumluluk" gibi ağır bir sözcük değil de, mevcut düzeni devam ettirmeye dair tuhaf bir itki, "bu düzeni ayakta tutmam lazım, bu düzenin ortasındaki ana direk benim ve hepsi etrafımda dönüyor" ve "beni bazen bir vorteks gibi içine çekiyor olsa da bu düzenin böyle devam etmesini seviyorum"... Sonra şunu düşünüyorum, bu tuhaf sistem tamamen dağılsa ne olur? Muhtemelen başka bir şehirde hava yine çok soğuk olur ve bir akşam Ben Röhmer dinler ve ne yapacağımı düşünürdüm. Bir kere tek başıma kalmam gerekir. Çok tuhaf bir tek başınalığım olur benim: Kendimi gözden geçirmem, kendime dair bir hasar tespitinde bulunmam, kendimle konuşmam ve kendimi harekete geçirmem gerekir. Kilitlenip kaldığım zaman bile tutunacak bir şey bulmam gerekir, sistemin bazen böyle yapabileceğini hatırlatmam... Etrafımda birisini isterim ama sanki istemem de. Bu böyle gidip gelen bir düşünceler silsilesi olur, ta ki sabah olup yapmam gereken şeylerin yapılma vakti artık gelene kadar... 



Dışarıda köpeklerini gezdirmeye çıkmış, rutin hayatın tadını keyifle çıkaran insanlara bir göz atıyorum. Ocağın üstündeki demlikten tiz bir ses çıkmaya başlıyor. Hazır hissetmek için her şey hazır, tüm bu hazırların arasında durup tutunacak bir şey bulmaya çalışıyorum. Bir iddiam yok, bir bahanem yok, bir gerekçem de yok. Sadece, öylece. Duru...yorum...