TIPKI ESKİSİ GİBİ / EKŞİ MAYA ANKARA

08:45


Tıpkı eskisi gibi.


Geride bıraktığımız masaya bakıyorum, tabaktaki kırıntı peçetedeki iz çay bardağındaki soğuduğu için içilmemiş son yudum, yerinden oynamış sandalye... Hepsi birer birer, keyifli bir sohbetin şahitleri haline gelmiş biz oturduktan sonra. Ne kadar oldu, 1 sene mi, daha fazlası mı, epeydir görüşmüyoruz. Şimdi burada, tıpkı eskisi gibi dingin bir beraberliğin, birbirimizi uzun zamandır tanımamızın ve birbirimizin burnu dahi akarken silmemizin getirdiği, o bildiğimiz dinginliğin tadını çıkartıyoruz. Burası bana şöyle bir his veriyor, öncelikle Türkiye’de bir yerde değiliz; daha çok nasıl desem, bir Orta Avrupa şehrindeyiz mesela, hatta soğuğundan ötürü Viyana ya da Stutgard’dayız ve pazar sabahı buluşup tote çantalarımıza haftaiçi kahvaltıları için zeytinyağında kızartmalık birer baget ekmek atmadan önce güzel bir kahvaltı yapmaya karar vermişiz. Soğuk Orta Avrupa şehirlerinin ortak noktası olan o tenha ama yokuşsuz sokaklardan buraya gelmişiz (oysa Tunalı Hilmi bunun ne de tam zıttıdır!). Yine de kruvasanlar için yeterince geç kalmış durumdayız, badem ezmeli kruvasan alabileceğimiz söyleniyor ancak ben marzipan sevmediğimi söylüyorum, B. gülüyor. B.’nin tanıdık gülüşü, tanıdık ses tonu, uzaktan tanıdık insanlara dair yeni hikayeler... Artık farklı hayatlar yaşıyoruz bu bir gerçek, aslında artık o eski üniversite arkadaşlarımın tamamıyla çok farklı hayatlar yaşıyoruz. B., mesela, en son beni robot-insan etkileşimi deneyine katılmam için Bilkent’e götürmüştü, ardından Hollanda’ya gitmişti, büyük pandemi patlamadan hemen önce de mucizevi bir şekilde dönüvermişti. Artık bu şehir bizim buluşma noktamız, ona şu anda bulunduğu yere ilk giderken söylediklerimi hatırlıyorum. Sonrasında ben, ben biraz değişmişim mesela onun beni en son görüşünden sonra tam 10 kilo vermişim bu ilginç bir şey. Eskisi gibi yürüyorum ve bu bana iyi geldi diyorum, iyi geldiği kesin diyip gülüyor. Trüflü parmesanlı omlet söylüyoruz yanında da ekşi mayalı ekmekten tostlar...



Sanırım hayatın durgunlaştığı, olumsuz anlamda değil, daha öngörülebilir olduğu bir yaşa geldiğimi bu şekilde anlıyorum. Bir şey olabilmek, bir yere gelebilmek için kimsenin ona sağlam bir dal uzatmadığı; karşısına çıkan her şeye “atılma” tarzıyla var olmaya çalışan insanlar haline geliyoruz vakit geçtikçe. Uzaktan masamıza baktığımda gördüğüm şey bu: Her duyguyu yaşayarak, her duyguyu anlamlandırmaya çalışarak ve tüm bu süreci birbirimize anlatarak ulaştığımız “şeyler”iz biz. Zaman geçtikçe de böyle insanlar toplanıyor etrafımızda, bir yandan da ne kadar az olduğumuza hayret ediyorum. Hayata atılma dediğim zaman ailemden ilk kez ayrıldığım zaman koskoca bir IKEA masası tablasını otobüsle eve götürmeye çalıştığım zamanı hatırlıyorum her defasında. Sökülü bacaklarını mavi IKEA çantasıyla omzuma asmış, 180’e 100 santim masanın tablasını bildiğiniz kucaklama usulü ile taşıyarak 30 km ötedeki evime otobüslere in bin yaparak kendim götürmüştüm. O gün o otobüste kendime şunu dediğimi hatırlıyorum, bak bunu bile yaptın. Fiziken değil belki ama, ruhen bu kadar güçsüz olduğun zamanda bunu bile yaptın. Ne kadar basit değil mi?


Sanırım hepimizin ihtiyacı olan şey bu, yani hayata atılırken ve tabii ki bazen yere çakılırken, hafifçe koluna girecek, belki ellerini tutacak, belki parmak uçlarına hafifçe dokunacak, “hadi birazcık daha” diyebilecek bir ses, bazen kendimiz bazen bir başkası... Sıcacık yatağında, güvenli ve sessizlik içinde yatarken kendini kaldırıp hazırlayabilecek, giyip dışarıya çıkartabilecek bir “kaynak”, bir başlama noktası... 

Ne diyorduk, tıpkı eskisi gibi... 


Ekşi mayalı tostlar bizi erkenden doyuruyor, trüflü omletin kokusu ise bizi epey güldürüyor, yiyemiyoruz. B., “bence bu omleti blogunda yaz” diyor, “hatta yazının başlığı bile hazır ‘the day with the truffee omlet’”. İşte ben o trüflü günü yazıyorum.



Havanın soğuk olduğu, hatta gerçekten düpedüz soğuk olduğu bugün bir bakeryde, buna fırın ya da kafe demek istemiyorum bildiğiniz bakery’de, birlikte yapılmış bir kahvaltıya uzaktan baktığımız zaman gördüğümüz şeyler... Kullanılmamış çay kaşıklarının kenara atılmışlığında oluşan bir şey, düşünülmemiş bir hareketsizlik. Farkına varılmamış bir unutuş...


Bir Pazar sabahı mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusu, çatal bıçağı bırakıp alırken oluşan tıkırtılar, insanların mırıltıları ve hafif çiseleyen yağmur... 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder