Bir anda durup hikayemde nerede olduğumu düşünüyorum, hayli
pahalı bir kahvaltının ortasındayız ve “yediklerimize dikkat etme” gerekçesi
altında sipariş edilen keyifsiz bir omletin üzerindeki soğuk brokoliyi
didikliyorum. Şu anda bu hikayenin neresindeyim diye düşünüyorum, şu anda
temponun yükseldiği yerde olmalıydık; kamera açısı hızla değişirken benim
olimpik atletler gibi engellerin üzerinden coşkulu bir şekilde atlamam
gerekiyordu, oysa bu Pazar günü oturmuş “elit” bir restoranda...
Hayır hayır, sizi biraz öncesine götüreceğim.
Kış günlerine.
Hava, yazının burasında bir anda soğuyor. Günler birbirinin
aynısı haline gelirken bir yandan erken kararmaya da başlıyor. Burada artık 1
haftayı x8 hızda görüyoruz: İnsanlar sözde “sabah” kalkıp işe gidiyor,
metrolar, tramvaylar ve pis otobüsler, evden çalışanlar üst pijamalarını
çıkartıp kahve makinesinin suyunu tazeliyor, 08:00’de 2 saatlik hastane vardiya
değişimleri, çalışma çalışma çalışma, akşam ne yemek yapacağım, ne yiyeceğiz
düşünceleri ve yine karanlık...
Tüm bu x8’lik kaydın içerisinde duraksadığım bir an var.
Bir an, bir an’lar dizisi.
Akşam koşusu yapanların arasında denize karşı duruyorum.
Rüzgar artık sert esiyor ama buradayım işte, buradayım, tam bu anda dururken beni
görebilirsiniz.
Rüzgar trençkotumu şiddetle savuruyor, “Geç oluyor” diyor, “eve
gitme zamanı.” Üzerimi düzeltip biraz daha vakit istiyorum: Fırtına gelirken,
evde ne yapacağız? Gerçekten, evde ne yapacağız? Daha fazla kitap mı, yumuşak
içimli kahveler mi, peluş kilimler üzerinde yayılarak dizi seyretmek ya da
yumuşatıcı kokan çamaşırların arasında kaybolmak mı? Hayır hayır diyorum, bu
kış evde olmayacağım. Bu kış, evde durdukça durduğum, oturdukça oturduğum ve
günlerin birbirine katıp karıştığı, bilincimi kaybetmişçesine tekrar tekrar
yaşadığım aynı eylemler dizisinden farklı bir şey olacak, farklı bir hikaye
yazacağım...
Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye...
İşte şimdi pahalı bir restoranda, haftasonu
kahvaltısındayız... Etraftaki mırıltıların içerisinde hevesli hevesli konuşanlar
var, keyifsiz bir omleti didikliyorum. Buradan çıktıktan sonra tahminen kaç
kilometre yürümem gerekecek hesabı yapıyorum, artık burada değilim çok
uzaktayım artık. Kendi yanıma 5 yaşımdaki ben’i, 15 yaşımdaki ben’i, belki 25
yaşımdaki ben’i alıyor anlatıyorum. Beni buraya getiren her kendim’e
anlatıyorum: Artık neredeyse 28 yaşındayım çok şey değişti. Kendilik ülkemin
sınırları genişledi, genişledi, ne kadar yayılabileceğimi görmek için bambaşka
bir şeye dönüştüm artık. Kendi içimde bir yerlerde özgürce dolaşıyor ve bu his
hakkında yazmak istiyorum. Burada
kimsenin dokunmadığı bir yerde, çayırların üzerinde vücudum genişliyor,
genişliyor... Bir şeyleri çözmüş gibiyim sonunda, bir şeyleri değiştirmiş gibiyim
bunu aynaya baktığımda iyiden iyiye sivrilen yüzümde bile görebiliyorum. Bir şeyleri anlamış gibiyim, sanki o her köşesini bildiğim şehre dönmüş gibiyim.
Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye...
Farklı bir hikaye, insanlar kendi rüzgarıyla içimden esip
gittiğinde öğleden sonra 16:30 güneşine karşı oturmuş Kasım serinliğinin keyfini
çıkarttığımda bulduğum bir şeydi. Çok sevdiğim şeyleri doğru şekilde
sevemediğim için onlara asla doyamayacağımı anladığım zaman yaşadığım bir
şeydi. Bir türlü bırakmak istemediğim, ayrılmak istemediğim şeyleri onların bir
gün biteceğini kabul ettiğim zaman yaşadığım bir şey. Her an aynı coşkulu
halimi özleyeceğimi anladığımda bundan sonra hep öyle olmaya karar verdiğim
zaman yaşadığım bir şeydi. O soğuk ülkelerin soğuk meydanlarında elimde sıcak
elma şirasıyla dolaşırken kendimde bulduğum ve adını sonunda burada koyduğum
bir şeydi. Her şeye rağmen akan yaşamın içinde olacaktım. Oradan oraya, şuradan
şuraya... Üşenmeyecek, sızlanmayacak, hep etrafta bir yerde olacaktım...
Yazın, kışın, geri kalan olası her mevsimde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder