POILÂNE

21:34



Geçtiğimiz günlerde Ankara'da, yılbaşı tatili gecelerinden birinde, annemle geç saatlere kadar otururken aramızda aniden tuhaf bir konu açılıverdi. Aniden demek çok doğru olmayabilir, öncesi var: Ben bir kitap okuyordum, Psikosoybilim. Kitap aslında bildiğimiz aile dizilimi konusunun biraz daha bilimselleştirilmeye çalışılmış hali gibiydi, taa 2016'da almışım kitabı ancak bu gelişimde aile evinde boş bulununca resmen ayaküstü okuyup bitirme fırsatı bulmuş oldum. Kitaptan bahsetmeyeceğim ama genel olarak aktarılan aile hikayeleri ve aile üyelerinin hayat örgüsü ile ilgili insanda bazı algıları açmaya çalıştığını söyleyebiliriz, sanırım... Annemin geçen senelerde evde artık eskimiş kot pantolonları kare kare kesip biçerek yaptığı patchwork televizyon örtüsünün altında ısınırken ben de ona sormuş bulundum: Anne, bizim ailemizin kadınlarında nesilden nesle aktarılan bir şey var mı? Annem o kadar hızlı "var tabii" dedi ki sanki bu soruyu sormamı bekliyormuş gibi hissettirmişti. Üzerine sonrasında epey konuştuk...


Ben, bendeki ekmekçilik merakının annemden geldiğini biliyordum. Annem, nasıl desem, gerçek bir ekmekçidir. Şu anda bile evdeki tüm ekmekleri annem yapıyor, bir tane ekşi mayası var (ki adını annem hiç istememesine rağmen Ferhunde koymuştum çünkü aşırı arsız bir maya. Gerçekten bir mayanın ne kadar utanması yoksa o kadar utanması yok diyebiliriz. Gün içerisinde annemin bu maya ile maceralarını dinlediğimiz telefon konuşmaları yaşarız. Mesela kısa bir süreliğine annem mayayı beslemiş ve diyelim ki namaz kılmaya gitmiştir ama maya ev soğuk olmasına rağmen çıldırır ve bir anda kabararak taşıverir etrafa. Böyle böyle şeyler...). Ferhunde'nin arsızlığı sağ olsun annem çeşit çeşit ekmek yapıyor ama annemin ekmekçiliği ne kadar uygulamaya yönelik olsa da ben ekmekçiliğin bu milimetrik, neyin ne olduğu tarafı ile daha çok ilgileniyorum. Yani ekmeği neyin bu kadar kutsal yaptığı, neden tüm dünya halkları tarafından kutsanmış olduğu, her dinin kutsallarından biri olduğu, en ilkel metinlerden fantastik edebiyatta bile kendisine nasıl yer edinmiş olduğu gibi... Mesela annemin Ferhunde ile yaptığı ekmeğin bir çeşidi aslında muhteşem bir brioche ekmek ve french toast için inanılmaz bir performans veriyor. Annem onun brioche olup olmaması ile ilgilenmiyor, önemli olan onun istediği "ekmek" mahiyetinde olan bir ekmek olması. Annem bir Kıbrıs ekmeği yapıyor mesela ama onun Kıbrıs ekmeği olup olmaması da onu ilgilendirmiyor, hayalindeki o istediği ekmek görüntüsü, tadı ve dokusu ile uyuşuyorsa o ekmek olmuştur onun için. Peki ya annemin zihnindeki o "ekmek" nedir, değil mi. Yani annem "ekmek" denildiğinde neye referans veriyor aslında? Çocukluğunda, köydeki ekmekler. Annemin çocukluğundaki ekmekler, nasıl desem, benim hayalimde canlandırdığım şekliyle hepsi ayrı birer efsane haline gelmiş durumda. Çok garip değil mi? Annem çok fazla köy hikayesi anlatır, hatta muhteşem bir hikaye anlatıcıdır ve çocukluğumdan beri bu hikayeleri o kadar çok ve o kadar detayda dinlemişimdir ki ben her şeyi neredeyse yaşamışım gibi hissederim (kız çocuklarının annelerinin bir alternatif benliği olması konusunu da başka bir şekilde konuşabiliriz bence). O yüzden her şey çok canlı bir şekilde zihnimde duruyor. Annem çok küçükken anne-babası Almanya'ya göç ettiği ve babaannesi ve birkaç kardeşiyle beraber kaldığı, evin ve bahçenin tüm sorumluluğu ona geçtiği için ekmek yapma işi de tabii ki anneme kalmış. Annem diyor ki, köyde çok büyük kapları varmış ve tüm ekmekleri kendileri unlarını öğütüp yapıyormuş. Bu mısır unu öğütme kısmını ben de hatırlıyorum çocukluğumdan, ne zaman köye gitsek bir değirmene gitme olayımız mutlaka olurdu. O dönemde köyde kullanılan unun nereden geldiğini bilmiyorum ama şimdi artık antik diye tabir edilen unlardan olduğu kesindir diye düşünüyorum. Hayat çok garip, sonrasında ben bu ekmek işine çok merak sardığım için Fransa'nın meşhur ve çok ödüllü Poilane ekmeğinin Vakfıkebir ekmeği ile aslında aynı ekmek olduğunu görmemle şok geçirmiştim. Paris'te birkaç Poilane şubesi gezip oralarda da aynı şoku seri bir şekilde yaşamaya devam etmiştim. Bu durum beni hala şaşırtıyor: Başka bir zamanda, başka insanlarla, tamamen başka bir sonuç vermiş. İnsanlar Türkiye'den, hatta San Francisco'dan, Japonya'dan gelip ödüllü ekmeğinizi denemek istiyor, oysa bu ekmek benim annemlerin çocukken köyde yaptıkları ekmek aslında. Ama o dönemden geriye o kadar hiçbir şey kalmamış ki: Maya kalmamış, buğday kalmamış, fırın kalmamış. Ocaklar birer birer sönmüş evlerde. İnsanlar kendi çocukluğunu kendi evlerinde arayamıyorlar. Dağılmış ve bir araya gelmesi imkansız bir evren orası artık...


Düşünsenize annem 13-14 yaşlarında ve bir aileyi doyuracak ekmekleri büyük, bakır kaplarda ya da ağaç kaplarda yapıyormuş. Eskiden köylerde marangozlar varmış bu ahşap ekmek leğenlerini yapmak için. Bu ekmekler büyük ve çok doyurucu ekmekler. Artık hiç şaşırmayacağımız gibi, bu ekmekler bugünkü bozuk buğdaylarla yapılmadığı için öyle kilo da yapmıyor. Başka bir blog yazısında da yazmıştım galiba, Ekmek Barışı diyeceğim bir şey var; bu ekmeklerle de barışıksınız, size iyi hissettiren, sizi doyuran ve tok tutan, size enerji veren... sıcak, üzerine kendi ineklerinizin sütüyle yaptığınız boool yağlı kaymak sürüp yiyebileceğiniz ekmekler... Annem tüm buğday ekmeklerine biraz da mısır unu koyarmış, hatta şimdi yaptığı ekmeklere de mutlaka karıştırıyormuş biraz. Ben bunu bilmiyordum, bu yazıyı yazarken sordum, öğrenince şaşırdım da... Mısır ekmeği zaten bambaşka bir dünya ama buğday ekmeğine de mısır ununun katılmasının aromaya etkisini düşünsenize... Buğdayı kendileri yıkarlarmış ve kendileri öğütürlermiş (anneme buğdayınız nereden geliyordu diye soruyorum, tabii kökenini çok iyi bilemiyor ama Maçka'dan alırlarmış). Şimdi bu pek çok yokluk ve zorluğun içerisindeki hayata özenmeyecek ve sizi de özendirmeye çalışmayacağım elbette ama düşünsenize, dışı çıtır ve vurunca "tak tuk!" sesleri gelen ekmeğin içini kesiyorsunuz ve büyük baloncuklar sizi karşılıyor ve daha da önemlisi, içiniz rahat bir şekilde yiyebildiğiniz bir ekmek bu, süngerimsi bir un pişmiği değil. Annemle konuştuğumda mısır ekmeğini de o zamanki gibi sevdiğini söylüyor ama ben öyle değilim. Klasik mısır ekmeği de çok güzel ve tabii ki balık, karalahana çorbası ya da yemeğinin yanında muhteşem... ama mısır ekmeği bir o kadar da tatlıya yakışıyor. Amerika'da Southern diye tabir edilen cinsten, Teksas mısır ekmeği seviyorum ben. Tatlı, kekimsi, yanında mümkünse bir turşu ve acılı chili sosla sonsuza kadar yiyebileceğiniz, biscuit'i andıran, Türkiye'deki gibi çökük ve koyu kıvamlı değil, aksine "airy" ve hafif ekmek... Pamuksu... Öf! Bence burası artık yazıda susmam gereken o yer... 



Ne diyordum... Bu böyle insana akan bir şey, insanın içine bir şekilde gelmiş olan ve orada kendi kendisine var olan bir şey... Ben bunun annemden gelen bir tohum olduğunu zaten biliyordum ama bu kadar derinlere kök salmış olması beni de şaşırttı. Boşuna atalık denmiyor olsa gerek Anadolu'nun eski buğdaylarına... Adı üstünde. Psikosoybilim böyle açıklamıyor bunu ama ben kendi heyecanımda ve bu heyecanımı annemin normal karşılamasında, hatta belki de zaten bende bunu beklemesinde anlıyorum. Şeyh Galip'in en sevdiğim dizesi aklıma hep geldiği gibi yine geliyor; belki de biz, bambaşka bir delilik yoluna düşmüş garip yolculardık, kim bilebilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder