FRANZ LEO & COMP. (VE DİĞER TÜM KİTAPÇILAR)

09:32

Kitapçılarla aram oldum olası iyi olmuştur. 

Ben de şu ailesi büyük kardeşine okumayı öğretmeye çalışırken büyükten önce okumayı söken kardeşlerdenim, anneme göre bu dönem 3-3.5 yaş civarını kapsıyor. Haliyle okumayı öğrenme sürecimi hiç hatırlamıyorum, otobiyografik belleğime danışacak olursam doğuştan okumayı biliyormuşum gibi bile hissediyorum (bu bazı duaları çok erken yaşta öğrenmek gibi). Hoş, lisans tezimde otobiyografik belleğin okumayı öğrenme süreci ile ilintili olduğuna dair akademik veriler de okumuştum ancak şimdi bu konuyu kenara bırakalım.

Hatırladığım ilk kitapçı deneyimi, Mardin’den Samsun’a ilk taşındığımız zamana, 7 yaşıma kadar gidiyor. Gülten Dayıoğlu kitaplarının neredeyse tamamını okumuşumdur ama bu kitapları Mardin’deyken mi yoksa Samsun’dayken mi okuduğumu hatırlayamıyorum. Ama Mardin’deyken okuduğuma inanıyorum çünkü ilkokuldayken (2. sınıfa kadar orada okudum) sınıf kitaplığındaki her kitabı okumuş, öyle ki yokluktan o zamanlar olup artık çoktan maziye karışmış Belirli Gün ve Haftalar kitaplarını bile bitirmiştim. Komik şeyler. Ders kitaplarını kendimiz aldığımız dönemde her zaman edebiyat kitabını önceden alıyordum. Abimin Dil ve Edebiyat kitaplarını da okurdum. Hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle çok eski zamanlarda bu şekilde karşılaştığımı çok net hatırlıyorum. Kitabın içerisinde saat ve kuleli bir görselle beraber kitaptan bir okuma metni vardı. Neredeyse gözümün önünde.

Çok çok derinlere gittim ama gidesim varmış belli ki. Samsun’a taşındığımızda, ilk kitapçı anılarım Site Camiisinin altındaki kitapçılarda başlıyor. Biz 2000’de taşındık, anlayacağınız her açıdan kritik bir dönem: Harry Potter'ın kitapları, Yüzüklerin Efendisi'nin filmleri dönemi. Abime, aşırı ısrarları sonucu buradaki kitapçılardan Harry Potter'ın ilk 3 kitabını almıştık. Abim üçünü toplam 1 haftada bitirmişti, ki abimin 3 kitabı 1 haftada bitirmesi şimdi değil ama o dönemde hayli şaşırtıcı olmuştu bizim için. Sonrasında kitaplar bana döndü ve ben de okudum: Bayılmıştım. Bu dönemde bir başka kritik nokta 5. sınıfa giderken çok uzaklardan bir akrabamızın Yüzüklerin Efendisi’ni aşırı övmesi ve benim okumayı sevdiğimi bilmesinin sonucu olarak İki Kule kitabını ondan alıp okuyabilmem oldu (bu kitabın ondan bana geçiş süreci bile ayrı bir hikaye...). İlginç bir şekilde ben Yüzüklerin Efendisi ve genel olarak Tolkien dünyasını, ne filmlerden sonra, ne de ilk kitabı okuduktan sonra görüp sevmiştim. Genelde kimsenin beğenmediği İki Kule kitabından okumaya başlayınca adeta büyülenmiştim. Öyle ki Yüzük Kardeşliğini çok çok sonra okuyabilmiştim (o zamanlar bu kitaplar arasında en pahalı olan kitap ilk kitaptı, almam bu sebeple uzun sürmüştü. Önce ikinci kitabı, sonra üçü, sonra ilk kitabı okumuştum (üçüncü kitabı alışım da bambaşka bir hikaye, yine: Abim kendi Ateş Kadehi kitabını arkadaşının Kralın Dönüşü kitabıyla değiştirmişti sırf benim okuyabilmem için. Ateş Kadehi kitabı bir daha geri gelmediği gibi, ben de Kralın Dönüşü'nü iade etmedim, kimse de sormadı). İki Kule'de yazarın betimleme kabiliyeti beni derinden etkilemişti. Fangorn bölümlerini hala kendim yazmışım gibi hatırlarım. Tolkien dünyası ile ilgili konuşacak çok şeyim var ama bu yazının esas konusu, kitapçılar…

Samsun’daki kitapçılarla ilgili birkaç parça şey daha hatırlıyorum: Liseye giderken kimsenin kullanmadığı şehir kütüphanesinde Lale Müldür’ün Anemon’unu keşfedip şiirlerin güzelliği ile çarpılışım ve bir de tabii ki, Endülüs Kitabevinin açılışı… O sıralar Uğur Dersanesine gidiyordum, öğle aralarında bir arkadaşımla beraber gider orada kitap bakar, kitap okur, kitap alırdık. Ah, az kalsın unutuyordum, Samsun’daki kitapçılar deyince: Yeşilyurt AVM’deki D&R… En yakın arkadaşımla beraber para biriktirir biriktirir gidip kitap alırdık. Bu D&R’dan aldığım o kadar çok kitap var ki. CD’ler ve albümler de. Grangé’e sardığımız, daha doğrusu polisiye romanlara sardığımız karanlık bir dönem vardı. Sonra üniversite sınavlarına hazırlanırken abimin doğumgünü hediyesi olarak bana Psikoloji bölümlerinde ders kitabı olarak okutulan şu pembe kapaklı Kişilik kitabını hediye alışı… The Tolkien Ensemble albümlerini İstanbul’dakiler bulamıyorken benim Samsun’da bulmam…

Samsun’daki kitapçılarla ilgili son bir anı şöyle: Liseye giderken Türk-İş Meydanı dediğimiz bölgede bir Pınar Süpermarket vardı. Şimdi ne alaka diyeceksiniz ama bu marketin üst katında bir de indirimli kitap bölümü vardı. Sanırım tüm dünya klasiklerini buradan alarak okumuşumdur. Goethe’ler, Dostoyevskiler, tam metin halinde ve uygun fiyatlı olurdu. Burası hiç şüphesiz garip garip şeyler okumama da vesile olmuştu (mesela bir kitap vardı, adını şu an hatırlamıyorum ama hala kitaplığımda mevcut. Kitabın konusu şuydu: Freud’un eşi, Freud’un çalışma odasındaki Elektra rölyefine olan kıskançlığı üzerinden Freud’u anlatıyordu. İlginç bir şekilde Freud’u taa o zamandan çok iyi öğrenebilmiştim. Hatta, Viyana'daki Sigmund Freud müzesinde o rölyefi görmek beni lise ikinci sınıfa ışınlamıştı, gülümsemiştim). Pınar Süpermarket’i burada saygıyla anmasam olmaz, elbette.

Üniversite için Ankara’ya gidince ve ilk sene yurtta kalırken yurdum Kızılay’da olunca akşam yemeğinden sonra bir İmge, Dost yapmak benim için bir ritüel olmuştu. Sonrasında Evrensel’di, şu an adını hatırlayamadığım Sakarya’daki kitapçı ve Turhan Kitabevleri vs derken Ankara’nın bu yönünü oldukça sevmiştim. Üniversite sonuna doğru başka yerlerden de keyif almaya başlamıştım: Armada’daki Remzi’de, Cepa’daki Arkadaş’ta ve çok sonrasında One Tower’daki Arkadaş’ta çok çok keyifli vakitler geçirmiştim. İkinci el olarak Adilhan’lar, Tunalı’daki sahaflar, çizgi romancılar…

Şimdi İstanbul’da hala kafama göre kitapçı aramaya devam ediyorum ve hala bana çok tatmin veren bir yer bulamadım (Bağdat Caddesindeki Penguen buna biraz yaklaşıyor şimdilik) ama gittiğim, yurtiçi yurtdışı her şehirde kitapçı aramak, bulmak benim için hayatta en çok keyif aldığım şeylerden birisi. Bir şehre gitmeden önce muhakkak kitapçılarına bakıyorum. Kitapçılar, güzel dekore edilmiş olduğunda bir fotoğraf nesnesi olarak da çok güzel geliyor bana. Vintage tabelaları olduğunda, belirli oranda markalaştırıldığında (fazlası zarar ama. Mesela bu yazıda Franz Leo’ya kendilerine ait bir kimlikleri olduğu için bayılıyorken İstanbul’daki Robinson’u aşırı kurumsallaştığı için çok sevemiyorum, en azından yeni yerinde. Pandora, Mephisto da aynı şekilde).

Bu yazının esas konusu olan Franz Leo’ya gelene kadar tüm hayat hikayemi anlatmam gerektiği için üzgünüm ama bu kış akşamında, ofiste Donovan Frankenreiter’ın yeni şarkısı Amie’yi dinlerken biraz mazi yapmak beni çok çok mutlu etti. Hava erken kararıyor artık ve belli ki dışarısı epey soğuk, şimdi anlatmazsam sizi bir daha nerede bulabilirim…

Franz Leo. 

Burası, benim Viyana’ya gelmeden önce bildiğim, duyduğum bir yerdi. Elimde kışın kar yağarken çekilmiş bir fotoğrafı da vardı. Dikkatli okuyucu o fotoğrafı bu blogun derinliklerinde bulabilir de. Her zaman merakla gelmeyi beklediğim bu yer benim Viyana’daki ilk gidilecek yerlerimden birisiydi.

Küçücük, daha doğrusu küçük değil, daracık bir yer. Her tarafta çocuk kitapları, Christmas zamanı olduğu için advent calendar’lar, Christmas Carol temalı defterler, bez çantalar ve üst üste, dünya kadar Almanca kitap… Viyana’da bir kitapçı daha keşfettim, Freud Müzesine çok yakın ancak burası kadar tematik bir hissiyatı yok. İçeri girdiğinizde gerçekten de kitapçının açıldığı yıllara kadar gidiyorsunuz. Almanca bilmeyi dilediğim nadir anlardan biri: Çünkü içeride İngilizce kitap neredeyse yok gibi bir şey.

Eh şimdi madem alıp okuyamayacağız, neden bu kadar övüyorsun diye sorduğunuzu gibi oldum.  

Ve bu sorunun cevabını bildiğim de söylenemez.

Franz Leo, kış akşamlarında yolunuzu düşürmek için uğraşmak isteyeceğiniz, içerideki sıcak ortamda üstünüzdeki yünlü kıyafetleri çıkartıp saatlerce vakit geçirebileceğiniz bir yer. Eh bu da, yılın bu vaktinde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey değil midir?

Bu yazıyı yazarken şu şarkıları dinleyerek epey eğlendim:

1. Donovan Frankenreiter - Aime. TIK.
2. Tiesto - BLUE. TIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder