Cuma.
Mevsimler yavaşça değiştiğinde ve bir anda günler öylesine kısaldığında… Kozyatağı haftaiçi akşamları git gide Almanyadaki kasabalara benzer ya da nedense ben öyle hissederim. Ayağımın altında kayan dünya, bana böyle bir his verir, Reutlingen’de kaybolmuşuz hissi. Her defasında ama her defasında akşam eve gidince yapacağım bir hamurişi olur aklımda. Çok garip değil mi, eve koşmalarımın sebepleri kendi içinde sıralıdır: Tabii ki küçük canavar, eve geçince kesinlikle yapacağım diye yola çıktığım ama çoğunlukla varınca bu kararlığın toz olduğu bir hamurişi, akşam uzanarak içilecek o sade soda ve sessizlik içinde dinlenme hissi. Sonbahar gelince buradaki rüzgar insana artık toparlanıp gitme hissi veriyor ve yeni bir ayakkabı alma hissi. Sonra nemli ve karanlık sokaklardan insanların yoğun olduğu metroya doğru geçiyorum ve bir anda dağılıyor her şey; o kendine yoğunlaşmış, içerilere kök salmış bakış değişiyor ve adımlarım hızlanıyor. Aylak aylak yürümekten artık yetişmem gereken bir yer var’a geçiş çok hızlı. Bir oluş yaşanıyor saniyeler içerisinde. Yeni bir varlık haline geliyoruz etraftakilerle beraber. Bu hissi seviyorum ama dünya bu hisle barışık değil. İsrail Lübnan’ı bombalıyor, memlekette göç krizi var, aylık ulaşım kartımın bakiyesi bitiyor ve her şey çok pahalı ve bu pahalılığın bedelini ödediğini düşündüğünüz bir güvenlik hissiniz asla olmuyor. Ülke ile sizin aranızda bir mutluluk çekiştirmesi var ve bu kumaş maalesef çekiştirdikçe sünüyor. Tüm bu düşünceler içerisinde vücudum hayatta kalma moduna alıyor kendisini ve bu stres içerisinde biraz daha sürünüyor. Ben biraz daha koşturuyorum; merdivenlere, metroya, sonra tekrar merdivenlere… Beat kuşağının keş yazarları gibi oradan oraya koşturuyorum bir zaman sonra. Ta ki eve varana kadar…
Cumartesi.
Sonra sözde sabah denen karanlık şey olduğunda ve ben gözümü Maruş’un kızgın miyavlamasıyla açınca günün ilk kahvesi ve lokumunun motivasyonuyla mutfağa koşuyorum. Kahve. Lokum. Saat o kadar erken ki sokakta çıt çıkmıyor, karşı apartmanda hep beraber büyüttüğümüz bebeğin annesinin sigara içtiğini anladığım çakmak sesi dışında… Hiç uyumayan bir daire orası. Uyku yaşayan bir varlık olarak o eve asla giremiyor. Ben kendi perdelerimi çekiyorum, birkaç ayak işini yapıyorum ve salonda biraz uzanıyorum. Yeterince uyudum mu, bence hayır. Bu saatten sonra uyuyabilir miyim, hayır. Vücudumun yorgunluklarını bir süre dinliyorum. Beni başlı başına taşımanın yorgunluğu. Yeteri kadar D vitamini alamadığı için ağrıyan her bir kemiğin verdiği flaş uyarılar… Beni her gün oradan oraya getirmek kolay mı… Çok hareket ediyorum gün içinde. Bu beyinin verdiği kararları yerine getirmek için muazzam bir denge ve hareket kabiliyeti sağlamaya çalışmasının yorgunluğu. İyi bir uyku düzeni, iyi bir bağışıklık, iyi bir hormonal düzen, iyi bir genel ruh sağlığı seviyesini tutturmaya çalışmanın yorgunluğu… Her gün Maruş’la oynamanın da getirdiği ek bir yorgunluk (premium pakette bu da var). Bir şeyleri oradan oraya çekiştirmenin, hep çok ağır bir şeyler taşımanın yorgunluğu; bunlar olurken dönem dönem yaşanan ekstra çalışmaların da yorgunluğu… Bir cumartesi sabahı uykumu tam da alamamışken bir kahve ve bir şerenkli lokumun geçirmesini beklediğim her şey… Kahve makinesinin demleme sesi duruyor ve kısacık uzanmamın ardından soğumadan içmek için kendime söylenerek tekrar ayaklanıyorum. Yeterince şükretmiyorum diye düşünüyorum mutfak yolunda kendime bakıp. Asla yeterince şükretmiş olamam çünkü bu kafanın yükünü taşımak ve ona böyle karşılık vermek kolay değil…
Saat biraz daha ilerliyor, bunu karşı komşudan gelen bulaşık makinesi sesiyle teyit ediyorum… Geceden hazırlanan makinenin yılgın mesaisi işte başladı... Tabaklara suyu hışımla çarpıyor. Hani sabahlıyorsundur ve uykun gelir ama o bir seviyedir, uyumadan o aşamayı geçebilirsen güzel bir noktaya gelirsin ve bir anda bir diziye, bir filme, bir kitaba, bir şeye sararsın... Ya da yanında birisi vardır ve uyuklarken birisi bir anda sohbet açıcı bir şey söyler ve o gözlerdeki uykulu ağırlık ayaklarını sürüyerek çekip gider. Sabah olunca gecenin son malzemesini de makineye koyar düğmeye basarsınız. Bulaşık makinesinin işini yapacağından emin ama makineyle belirli seviyede bir empati kurup ona cumartesi sabahki mesaisi için anlık bir noktada üzülerek…
Maruş etrafta artan tıngırtılarla mutlu olmuş bir şekilde koltuğuna kuruluyor. Kalan son kahveyi de içip evi havalandırmak için camları açıyorum…
Pazar.
Öğleden sonra yeni asılmış çamaşır kokusu haftasonunu iyiden iyiye müjdeliyor. Kendi kendime sokakların arasında son güneşleri ve kedileri takip ediyorum. Sonra ağaçları, sonra ilkokulları, sonra ilgi çekici sokak isimlerini. Bir ara pazar akşamı tatlısı için pastörize süt almaya gönderilmiş eşofmanlı çocukları… Evden çıkarken onları markete gönderen ablası ya da annelerinin zulmüne uğramış gibi yapıyor ama evden çıktıkları gibi sevgililerini arıyorlar ve hemen gülüşmeye başlıyorlar. Dönerken bu ifadeyi kapıda bırakıp tekrar mızırdanan hallerine dönecekler ve odalarında reels kaydırırken tatlının hazır olmasını bekleyecekler. Evrenin tüm sırlarını bu sokaklarda çözüyorum. Tüm gizli ilişkileri. Kendi gizli ilişkimi de çözüyorum. Bazı yollar Ankara hissettiriyor. Bazı yolların Ankara, bazı yolların Almanya hissettirmesinde tuhaf bir keyif buluyorum. Ankara’dayken de Ankara hissettiren sokakları arıyorum. Oysa İstanbul’dayım bunlar olurken… Bu hızla yürüyerek mahallemdeki tüm elektrikçileri görmüş, akşam eve gidince soğuk evi ısıtmak için turşu yapmam gerektiğine çoktan karar vermiş durumdayım. Merkezi sistemin hala çalışmaması ya da bu sene kışın erkenden gelmesi de bir Almanya değil mi? Yolda kocaman patileri olan, bana bir tane şamar atmasına içten içe çok güleceğim ama kararlı bir şekilde kendi yoluna giden beyazlı bir sarman ile karşılaşıyoruz. Bi pati çaksa yere devrilir miyim diye düşünüp eğleniyorum. Bu hoşuma giderdi ve uzun bir süre herkese anlatırdım. Ama o kadar umurunda değilim ki… Bu sarmanın beni asla tınlamayışı bende kendi evime gidip Maruş’un totosuna şapşap yaparak kedilerden bir intikam alma hissi oluşturuyor. Yolumu değiştiriyorum…
O sıralarda bir yerde Madrid’deki insanların günde ortalama 7 bin küsür adım attığını okumuştum. Kendi Madrid’ime çoktan varmış bir şekilde kendi Madrid’ine varmayı hiç düşünmemiş olanların sakin sokaklarından eve dönüş yoluna geçiyorum…