BORİS, ALO BORİS

02:54

Her şey hızlıca olup bittiğinde bizler, yani siz okuyucular ve ben, kendim; yaşanılanları bir film gibi seyretmiştik...

Bir akşam Kadıköy sokaklarında konuştuğumuz şeyler. Anlatacağım.

*

Göğüs kafesimde, hasat zamanı gelmiş geniş ovalarda kuşlar uçuşuyor. Burası, ben ülkesi. İçimdeki ülke. 

Sen benim yağmurlu geceyarısı New York’um olduğunda benim kaçtığım yer burasıdır, bozkırın toprağına ayaklarımı çarptığım yer burasıdır, gözü alabildiğine sevdiğim ve sevildiğim yer de burasıdır. Uzandığımda ayaklarımı buğday başakları tırmalar ve fırından yeni çıkmış ekşi mayalı ekmek hayalini kurarım. Burası benim önbahçem, elleri nektari suyuna bulanmış çocukluğum ve yaz biterken yaptığım reçellerim; burası benim evimdir. 

İçimdeki ülke. 

Sen benim New York’um olduğunda senden tam 12 saat öteye kaçmıştım. Başımı kaldırdığımda yaptığım avarelikler ve yanlış seçimler mutluluk içerisinde gözlerime çarptığında... Sen inkar edilemeyeceğini düşünürken tundralarımda geyiklerin peşinden koşuyor ve ışık ve keyifle etrafa saçılıyordum. Uzun boynuzlu boz geyikler içimdeki ülkenin sulak alanlarına bayılmış ve hudutlara doğru neşeyle yayılmıştır. 

Sen benim yağmurlu New York’um olduğunda ben arabaya atlamış ve yola koyulmaya başlamıştım. Hız sınırı ihlalleri ve arka koltukta okul arkadaşlarım, gülerek geçtiğimiz şehirlerarası otoyollar... Bir göl kenarı dinlencesine varana dek sürecek ve en nihayetinde sazlıklar arasında senin yağmurunla ıslanmış üzerimizi değiştirecektik. İşte bir Ağustos yazında sıcaktan direksiyonu bile tutamazken içimdeki ülkede böyle dans edecektik. Kafamıza göre ve delirerek ve varlığı görmezden gelerek. İnsanlar uçakları pistlere inerken önce bizi görecekti.

Gece gündüz demeden çok kıvılcımlı bir ateşin etrafında birbirimizi bulacaktık. 

İçimdeki ülke. 

Geceyarısı New York'u, devasa gökdelenler ve kirli sokaklar... 

Kendin bile ne düşündüğünü bilmeden, bu trafikte fark bile edemeden, çoğu zaman anılarımıza erişemeyerek...

Sanki hiç gidemeyecekmişiz gibi geldiğinde bir süre daha beklemeye karar vererek...

Tüm planlar askıya alındığında etrafta serseri bir şekilde dolaşmamıza engel olan şeyi bilmeyecektim, belki biraz Melodie Gardot belki çektiğimiz fotoğraflar... Biraz acıktığımızda pesto soslu mozzarellalı sandviç yiyip çay içecek ve keyif içinde yerimizde kımıldanacaktık. Güzel serzenişler... 

Güzel serzenişler ve biraz da huzursuzluk... 

Sen benim yağmurlu New York'um olduğunda senden haberim bile olmamıştı, sıradan bir San Francisco sisi gibi arkadaşlarımla beraber üzerimize çökmüştün ve sahiden de bir an olsun anlamamıştık. Kucakladığımız saksılardaki barış çiçekleriyle eve yürüdüğümüz bir an vardı, bir an. Akşam. Kadıköydeydik, çizgi roman dükkanlarının önünden geçiyorduk. İşte kendimin en sevdiğim versiyonunu camında yansıma olarak gördüğüm dükkanlar...

O an bile, paçalarımızı kıvırmış halde JFK'in taksi pistlerinde sallanarak koşmaya hazırdık, kuledekiler delirecekti.

İşte, kendimin en sevdiğim versiyonunu camında yansıma olarak gördüğüm dükkanlar...

Etrafta Thule marka sırtçantalarıyla dolaşan beyaz yakalılar ve teknoloji şirketlerinin servisleri...  Sen benim yağmurlu geceyarısı New York'um olduğunda ve her şeyden umutsuzca şikayet ettiğinde içimdeki ülkede yılkı atları kanatlanarak koşmakta ve birbirleriyle oynamaktadır, şemsiyesiz, şemsiye nedir bilmeden, şemsiyeleri anlayamadan...

Arabalar ve trafik, sürekli sürekli kırmızı ışıklar...

Verandadaki karpuz lambaya tüneyen ateş böceği ve gece kelebekleri...

Avcılar ve takım elbiseleri içindeki hırslı avukatlar, kirli metrolar içerisinde birbirine sokulmuş paramedikler ve pis yağmurunla ıslanmış herkes... New Yorkcasına bir kalabalık içindesin ve ama içine seslendiğimizde yankılar...

*

Bir akşam Kadıköy sokaklarında konuştuğumuz şeyler. 

New York'tan dem vuruyoruz, Captain America'dan ve ucuz Marvel filmlerinden...

Bir telefon çevirme sesi,

+Boris
-Alo Boris?
...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder