CAFE WESTEND: KÖTÜ BİR KAHVALTIYA DAİR

10:32


Kötü bir kahvaltıya dair pek çok şey anlatılabilir, ben burada sadece küçük bir kısmından bahsedeceğim. Keyifli bir anı olarak. 

Bu bir kahvaltıyı kutsama yazısı değil, siz değerli kahvaltı severler ve kahvaltısız güne başlayamayanlar tarafından bu şekilde yanlış anlaşılmayı kesinlikle istemem. Bir gün siz değerli okuyucularımla kahvaltıya dair neler düşündüğümü de uzun uzun paylaşmak isterim (bu blog neler neler gördü!) ancak bu yazı o yazı da değil. Bu, bildiğiniz kötü bir kahvaltı yazısı. Ve bu aralar sıklıkla eleştirildiğim şekilde uzun da olmayacak, kötü kahvaltının bir özelliğinin de kısa sürmesi olduğu gibi, bu yazıyı da kısacık tutacağım. Eh işte başlıyoruz.

Yer: Viyana. 
Zaman: 2019. 

Viyana'daki son günümüzde kendimize bir iyilik yapasımız gelmiştir ve Viyana'da en ama en çok önerilen tarihi brasserie'lerden birinde kendimize kahvaltı ısmarlamaya karar vermişizdir. O halde güncelleyelim:

Yer: Cafe West End, Viyana.
Zaman: Christmas, 2019.

Öncelikle burada bir menü yok, en azından o anda bize verilen bir menü yoktu ve genel olarak birkaç tip kahvaltı olduğu söylenmişti. Bu arada esas konumuz olan kahvaltıya geçmeden önce, mekan Christmas etkisiyle inanılmaz güzel süslenmişti ve Orta Avrupa'daki her tarihi ve "fancy" cafede olduğu gibi inanılmaz şık giyimli, yoğun Almanca aksanlı İngilizcesiyle ortama İkinci Dünya Savaşı'ndaymışız hissiyatı veren garsonlar etrafımızda dört dönmekteydi ve takdir edersiniz ki içeri girdiğimiz gibi bu durumdan etkilenmiştik. Biz bu garsonlardan birisine (bilmiyorum ki garson diyerek kabalık mı ediyoruz, eminim çok özel ve giyimleri kadar havalı ayrı bir isimleri de vardır, mesela Le Garsonneire filandır) kahvaltı olarak ne alabileceğimizi sorduğumuzda bize ilk etapta anlamadığımız birkaç şey sıralamıştı...

Ve her İkinci Dünya Savaşı zamanı cafe'sinde takılan gençler gibi kısa bir "wow" anı yaşamıştık. Gerçekten adam karmakarışık bir İngilizce ile konuşmakta ve bizleri sene 80'lere geldiğinde Adolf Eichmann savunmasını siyah beyaz televizyonlardan seyredecek çocuklarımıza bu anı anlatacakmışız gibi hissettirmekteydi. "Viyanadaydık..." diyecektik, "bir Christmas zamanı, etrafta Alman askerleri füme hindi eti yerken, dışarıda ayaz..."

Kendimizi toparlayıp Le Garsonneire'imizden menüyü tekrar söylemesini istedik, o anda yabancı olduğumuzu anlamıştı ve artık uzmanlaştığı o ihtişamlı ortama yakışmayacak derecede minimalist küçümser bakışını bize atarak klasik Viyana kahvaltısını alabileceğimizi söyledi. Klasik Viyana kahvaltısı deyince gözlerimiz ışıldamıştı, klasik'ler güvenliydi, belki milyonlarca kişi tarafından denenmişti ve tarihçenin getirdiği bir sırtını dayama hissi vermekteydi. Biz de coşkulu bir şekilde Klasik Viyana kahvaltısına tamam dedik, vakit öğlene yaklaşmakta, Flughafen Wien treninin kalkmasına git gide daha az kalmaktaydı...
Çok geçmeden, Le Garsonneire'miz masamızın üzerinde sunum şovunu yapmaya başlamıştı, son derece zarif peçetelerimizi koymuştu ve etrafı toparlamıştı; bir an Türkiye'de en son yaptığım kahvaltıyı düşünmüştüm, Beykoz'da denize sıfır bir yerdeydi ve soba yanıyordu, masanın ortasına hiçbir gösterişi olmadan demliği koyup gitmişlerdi. O zaman da mutluydum ama hayatı uçlarda yaşadığımı hissetmemiştim, ne bileyim Beykoz'daki o kahvaltı buraya yazılacak bir kahvaltı değildi mesela, o daha çok arkadaşın bir kahvaltı mekanı önermeni istediğinde sıralayacağın listedeki sıradan maddelerden biriydi. Yüzümü buruşturup Beykoz'u kenara bırakmış ve Viyana'da olduğumu kendime hatırlatmıştım, arkada Christmas'a özgü Jazz şarkıları çalmakta ve büyülü an, Garsonneire'mizin uzaklardan getirdiği sunum tepsisi ile iyice ışıldamaktaydı...

-tabağı masaya bırakma sesi-

..

-bakışmalar-

..

-devamı gelmeyecek herhalde anlamında sorgulayıcı bakış-

..

Evet.

Bu an, Klasik Viyana kahvaltısının bir soğuk kruvasan, bir yemek kaşığı ucu kadar ucuzluk marketlerde satılan tereyağı ve bir yemek kaşığı ucu kadar çok şekerli reçelden ibaret olduğunu anladığımız an. Bu an'da bir süreliğine durabilir miyiz?

**

Kötü kruvasanı (bundan sonra senin adın kötü kruvasan) servis ettikleri yemek tabağı o kadar boştu ki çatal bıçağı tabağın içerisinde servis etmişlerdi. Gerçekten yer kaplasın diye servis ettiklerinden o kadar emindik ki; o an hayata, evrene ve varlığa dair emin olduğumuz tek şey buydu. Bütün beyin kıvrıklarımıza kadar bunu biliyorduk. Girus ve silcuslarımız homurdanmıştı, beynimiz bu gerçekliği inkar etmekte ve bilişsel olarak çarpıtmaktaydı. Peş peşe görüntüler görmeye başlamıştım, Beykoz, serpme kahvaltı, -2 derecede Westend'in dışında bekleyenler...  

**

Tabii ki doymamıştık.
Ve bütün büyüsü bozulmuş, Matrix filmlerinde bir anda halüsinatif ilacın etkisinden çıkıp gerçekliğe dönmüş Neo gibi kalakalmıştık. Flughaven Wien treni saati gelmekteydi ve Christmas ruhu 2019 senesini terk etmişti, bir kötü-kruvasan kahvaltısına 39 Euro verdikten sonra dünyanın tüm renkleri solmuştu ve bizim artık kalkmamız gerekiyordu...

Westbhanhauf metro altındaki Ströck'ten doymayan karınlarımız için tazecik 3 euroluk sıcak sandviçlerimizi almış ve havalimanına doğru hızlı hızlı yürümeye başlamıştık. Bu konu, bir sessizlik yemini altında bir süre konuşulmayacaktı, hiç konuşmadan bu kararı vermiştik bile... 

TIPKI ESKİSİ GİBİ / EKŞİ MAYA ANKARA

08:45


Tıpkı eskisi gibi.


Geride bıraktığımız masaya bakıyorum, tabaktaki kırıntı peçetedeki iz çay bardağındaki soğuduğu için içilmemiş son yudum, yerinden oynamış sandalye... Hepsi birer birer, keyifli bir sohbetin şahitleri haline gelmiş biz oturduktan sonra. Ne kadar oldu, 1 sene mi, daha fazlası mı, epeydir görüşmüyoruz. Şimdi burada, tıpkı eskisi gibi dingin bir beraberliğin, birbirimizi uzun zamandır tanımamızın ve birbirimizin burnu dahi akarken silmemizin getirdiği, o bildiğimiz dinginliğin tadını çıkartıyoruz. Burası bana şöyle bir his veriyor, öncelikle Türkiye’de bir yerde değiliz; daha çok nasıl desem, bir Orta Avrupa şehrindeyiz mesela, hatta soğuğundan ötürü Viyana ya da Stutgard’dayız ve pazar sabahı buluşup tote çantalarımıza haftaiçi kahvaltıları için zeytinyağında kızartmalık birer baget ekmek atmadan önce güzel bir kahvaltı yapmaya karar vermişiz. Soğuk Orta Avrupa şehirlerinin ortak noktası olan o tenha ama yokuşsuz sokaklardan buraya gelmişiz (oysa Tunalı Hilmi bunun ne de tam zıttıdır!). Yine de kruvasanlar için yeterince geç kalmış durumdayız, badem ezmeli kruvasan alabileceğimiz söyleniyor ancak ben marzipan sevmediğimi söylüyorum, B. gülüyor. B.’nin tanıdık gülüşü, tanıdık ses tonu, uzaktan tanıdık insanlara dair yeni hikayeler... Artık farklı hayatlar yaşıyoruz bu bir gerçek, aslında artık o eski üniversite arkadaşlarımın tamamıyla çok farklı hayatlar yaşıyoruz. B., mesela, en son beni robot-insan etkileşimi deneyine katılmam için Bilkent’e götürmüştü, ardından Hollanda’ya gitmişti, büyük pandemi patlamadan hemen önce de mucizevi bir şekilde dönüvermişti. Artık bu şehir bizim buluşma noktamız, ona şu anda bulunduğu yere ilk giderken söylediklerimi hatırlıyorum. Sonrasında ben, ben biraz değişmişim mesela onun beni en son görüşünden sonra tam 10 kilo vermişim bu ilginç bir şey. Eskisi gibi yürüyorum ve bu bana iyi geldi diyorum, iyi geldiği kesin diyip gülüyor. Trüflü parmesanlı omlet söylüyoruz yanında da ekşi mayalı ekmekten tostlar...



Sanırım hayatın durgunlaştığı, olumsuz anlamda değil, daha öngörülebilir olduğu bir yaşa geldiğimi bu şekilde anlıyorum. Bir şey olabilmek, bir yere gelebilmek için kimsenin ona sağlam bir dal uzatmadığı; karşısına çıkan her şeye “atılma” tarzıyla var olmaya çalışan insanlar haline geliyoruz vakit geçtikçe. Uzaktan masamıza baktığımda gördüğüm şey bu: Her duyguyu yaşayarak, her duyguyu anlamlandırmaya çalışarak ve tüm bu süreci birbirimize anlatarak ulaştığımız “şeyler”iz biz. Zaman geçtikçe de böyle insanlar toplanıyor etrafımızda, bir yandan da ne kadar az olduğumuza hayret ediyorum. Hayata atılma dediğim zaman ailemden ilk kez ayrıldığım zaman koskoca bir IKEA masası tablasını otobüsle eve götürmeye çalıştığım zamanı hatırlıyorum her defasında. Sökülü bacaklarını mavi IKEA çantasıyla omzuma asmış, 180’e 100 santim masanın tablasını bildiğiniz kucaklama usulü ile taşıyarak 30 km ötedeki evime otobüslere in bin yaparak kendim götürmüştüm. O gün o otobüste kendime şunu dediğimi hatırlıyorum, bak bunu bile yaptın. Fiziken değil belki ama, ruhen bu kadar güçsüz olduğun zamanda bunu bile yaptın. Ne kadar basit değil mi?


Sanırım hepimizin ihtiyacı olan şey bu, yani hayata atılırken ve tabii ki bazen yere çakılırken, hafifçe koluna girecek, belki ellerini tutacak, belki parmak uçlarına hafifçe dokunacak, “hadi birazcık daha” diyebilecek bir ses, bazen kendimiz bazen bir başkası... Sıcacık yatağında, güvenli ve sessizlik içinde yatarken kendini kaldırıp hazırlayabilecek, giyip dışarıya çıkartabilecek bir “kaynak”, bir başlama noktası... 

Ne diyorduk, tıpkı eskisi gibi... 


Ekşi mayalı tostlar bizi erkenden doyuruyor, trüflü omletin kokusu ise bizi epey güldürüyor, yiyemiyoruz. B., “bence bu omleti blogunda yaz” diyor, “hatta yazının başlığı bile hazır ‘the day with the truffee omlet’”. İşte ben o trüflü günü yazıyorum.



Havanın soğuk olduğu, hatta gerçekten düpedüz soğuk olduğu bugün bir bakeryde, buna fırın ya da kafe demek istemiyorum bildiğiniz bakery’de, birlikte yapılmış bir kahvaltıya uzaktan baktığımız zaman gördüğümüz şeyler... Kullanılmamış çay kaşıklarının kenara atılmışlığında oluşan bir şey, düşünülmemiş bir hareketsizlik. Farkına varılmamış bir unutuş...


Bir Pazar sabahı mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusu, çatal bıçağı bırakıp alırken oluşan tıkırtılar, insanların mırıltıları ve hafif çiseleyen yağmur... 






KIŞA VE GETİRDİKLERİNE DAİR

10:00


Bir anda durup hikayemde nerede olduğumu düşünüyorum, hayli pahalı bir kahvaltının ortasındayız ve “yediklerimize dikkat etme” gerekçesi altında sipariş edilen keyifsiz bir omletin üzerindeki soğuk brokoliyi didikliyorum. Şu anda bu hikayenin neresindeyim diye düşünüyorum, şu anda temponun yükseldiği yerde olmalıydık; kamera açısı hızla değişirken benim olimpik atletler gibi engellerin üzerinden coşkulu bir şekilde atlamam gerekiyordu, oysa bu Pazar günü oturmuş “elit” bir restoranda...

 

Hayır hayır, sizi biraz öncesine götüreceğim. 

 

Kış günlerine. 

 

Hava, yazının burasında bir anda soğuyor. Günler birbirinin aynısı haline gelirken bir yandan erken kararmaya da başlıyor. Burada artık 1 haftayı x8 hızda görüyoruz: İnsanlar sözde “sabah” kalkıp işe gidiyor, metrolar, tramvaylar ve pis otobüsler, evden çalışanlar üst pijamalarını çıkartıp kahve makinesinin suyunu tazeliyor, 08:00’de 2 saatlik hastane vardiya değişimleri, çalışma çalışma çalışma, akşam ne yemek yapacağım, ne yiyeceğiz düşünceleri ve yine karanlık...

 

Tüm bu x8’lik kaydın içerisinde duraksadığım bir an var. Bir an, bir an’lar dizisi.

 

Akşam koşusu yapanların arasında denize karşı duruyorum. Rüzgar artık sert esiyor ama buradayım işte, buradayım, tam bu anda dururken beni görebilirsiniz. 

 

Rüzgar trençkotumu şiddetle savuruyor, “Geç oluyor” diyor, “eve gitme zamanı.” Üzerimi düzeltip biraz daha vakit istiyorum: Fırtına gelirken, evde ne yapacağız? Gerçekten, evde ne yapacağız? Daha fazla kitap mı, yumuşak içimli kahveler mi, peluş kilimler üzerinde yayılarak dizi seyretmek ya da yumuşatıcı kokan çamaşırların arasında kaybolmak mı? Hayır hayır diyorum, bu kış evde olmayacağım. Bu kış, evde durdukça durduğum, oturdukça oturduğum ve günlerin birbirine katıp karıştığı, bilincimi kaybetmişçesine tekrar tekrar yaşadığım aynı eylemler dizisinden farklı bir şey olacak, farklı bir hikaye yazacağım... 

 

Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye... 

 

İşte şimdi pahalı bir restoranda, haftasonu kahvaltısındayız... Etraftaki mırıltıların içerisinde hevesli hevesli konuşanlar var, keyifsiz bir omleti didikliyorum. Buradan çıktıktan sonra tahminen kaç kilometre yürümem gerekecek hesabı yapıyorum, artık burada değilim çok uzaktayım artık. Kendi yanıma 5 yaşımdaki ben’i, 15 yaşımdaki ben’i, belki 25 yaşımdaki ben’i alıyor anlatıyorum. Beni buraya getiren her kendim’e anlatıyorum: Artık neredeyse 28 yaşındayım çok şey değişti. Kendilik ülkemin sınırları genişledi, genişledi, ne kadar yayılabileceğimi görmek için bambaşka bir şeye dönüştüm artık. Kendi içimde bir yerlerde özgürce dolaşıyor ve bu his hakkında yazmak istiyorum. Burada kimsenin dokunmadığı bir yerde, çayırların üzerinde vücudum genişliyor, genişliyor... Bir şeyleri çözmüş gibiyim sonunda, bir şeyleri değiştirmiş gibiyim bunu aynaya baktığımda iyiden iyiye sivrilen yüzümde bile görebiliyorum. Bir şeyleri anlamış gibiyim, sanki o her köşesini bildiğim şehre dönmüş gibiyim.

 

Farklı bir hikaye, farklı bir hikaye...

 

Farklı bir hikaye, insanlar kendi rüzgarıyla içimden esip gittiğinde öğleden sonra 16:30 güneşine karşı oturmuş Kasım serinliğinin keyfini çıkarttığımda bulduğum bir şeydi. Çok sevdiğim şeyleri doğru şekilde sevemediğim için onlara asla doyamayacağımı anladığım zaman yaşadığım bir şeydi. Bir türlü bırakmak istemediğim, ayrılmak istemediğim şeyleri onların bir gün biteceğini kabul ettiğim zaman yaşadığım bir şey. Her an aynı coşkulu halimi özleyeceğimi anladığımda bundan sonra hep öyle olmaya karar verdiğim zaman yaşadığım bir şeydi. O soğuk ülkelerin soğuk meydanlarında elimde sıcak elma şirasıyla dolaşırken kendimde bulduğum ve adını sonunda burada koyduğum bir şeydi. Her şeye rağmen akan yaşamın içinde olacaktım. Oradan oraya, şuradan şuraya... Üşenmeyecek, sızlanmayacak, hep etrafta bir yerde olacaktım... 

 

Yazın, kışın, geri kalan olası her mevsimde...