SİERRALAR

08:01


Sierralar…


Cumhuriyet koşusu sarı, sapsarı bir toprak üzerinde… Buraya yasemin kokulu bir yoldan yürüyerek geldik. O yol bir umuttu. O bir hazırlanıştı. O bir hevesti. Eve… doğru… yaklaşan… yaklaşamıyorum… eve doğru… uzanı yo rum… 


Sanki söyleyeceklerini biliyorum, önceden çok öncesinden… O sadece seslendiriyor ve her şeyin canlı hale gelmesini sağlıyor, elle tutulur bir hale, elle boğuşulur bir hale getiriyor. Herkes gittikten sonra evi kapatacağımı düşünüyorum o sırada… kendi kendime, hayat zor konuşmalarla dolu; bu da onlardan birisi, dur ve gerçekleşmesini, sonra da geçip gitmesini bekle diyorum. İçinden geçip gitmesini... O konuşma bir şeylere çarparak ilerliyor. Yaşarken bir hasar bıraktığını anlıyorum ama o an buna dikkat etmemem gerekiyor. Köşeler ve kıymıklar. Hayalimde yaz adaları, sıcak iklimler. O konuşurken onu anladığımı biliyor, hayalimdeki yaz sıcaklarını, serin tentenin altındaki soğuk karpuzu düşündüğümü biliyor ve buna ortak olmayı isterdi ama ağzından çıkanlar, yalnızca kıymıklar ve köşeler… Bunlar olmak zorundaydı, bunlar her zaman olmak zorundadır… Gerçekleşmesi gereken onca şey… Pek çok zor konuşmadan birisi diye düşünüyorum yaz adaları hayalime içimden seslenerek. Olacak ve bitecek. Bedeller, yeni bedeller getirecek. Biliyorum, anlıyorum. 


Buradan gelip geçenler vardı. Yol üzerinde soluklananlar, mola verenler, devam edenler, onların yol arkadaşları… Bir araba geçerken şoför koltuğuna attığın bakışın bir saniye daha uzaması. Bir sa ni ye daha. Orada bulduğun bir şey, bir anlık eğitilmiş göz, alışmış göz. Yavaşça geriye çekiliyorum yavaşça. Herkes oradaydı. Sen oradaydın. Hep birlikte bir şeyi yaşadık ve geçirdik. Hiç gerçekleşmemiş olmasını istediğin o günler… Hep birlikte yaşadığımız, tanık olduğumuz bir şey, bir gün, tarihten bir sahne… Oradaydık. Sen de oradaydın. Sönük, pısırık, yok hükmünde. Oradaydın, u za na ma dığım bir şey olarak. Sıcak mevsimlerin, taş blokların arasında yürüyorum ve her adımda biraz daha dibini sıyırıyorum. Zamanla iyiye gidebilirdi. Ama kötüye gitti, bir anda. Kötüye gidemedi bile, kötü oldu, kötüleşti. Kötülüğün kendisi oluverdi. İşte... Kıymıklar, köşeler. Daha konuşurken konuşmanın arkasındaki fısıltıları duyuyorum. Bir ses orada arkadan sufle veriyor, bir ses üfürüyor, bir ses mırıl mırıl... Geceleri, gündüzleri... Bir ses orada fısır fısır tembihliyor, bir ses orada akıl veriyor, kendince... Kendi kendime "olacak ve bitecek" diyorum, bunu yaşamak zorundayız ve o bu konuşmayı yapmak zorunda. O kendisine tembihleneni sana tekrar edecek ve sen de buna isyan edecekmiş gibi yapacaksın. Bir oyun bu, bir şövalye kılıcını çekiyor ve tarihi bir düello sahnesi kuruluyor: Bir darbe, sonra bir darbe daha. Bir oyundan beklenmeyecek kadar kanlı ve acı verici oluyor ama her şey hala bir oyun. Herkes kendi rolünde ve herkes bu rolün hakkını vermeye çalışacak kadar birbirine saygılı. Ya da... Saygısız... Bilemeyeceğin konularda bilemeyeceğin sorular. Kılıç şıngırtılarının sesi artıyor ve kanlı oyun artık birbirimize tahammül etme ve bitene kadar sabretme eşiğini geçip acı çektiğimiz noktaya gidiyor. İçimden burada ölmeyeceğimi geçiriyorum, bu kılıç oyunu acılı bir oyun ancak ölmeyeceğim, bu sebeple devam edebiliriz. Olacak ve bitecek. Bazı bedeller diye düşünüyorum, ödenecek. 


Bazı bedeller ödenir, bazı bedeller beklenmedik bir şefkatle silinip gider. Bazı bedeller bir ödül haline gelir, bazı bedeller ise birer mucize... 


Sıcak mevsimlerin, ağır taş blokların arasında yürüyorum. Sierralar, bir sonbahar akşamının serin hayali... Eve doğru ağır adımlarla, ev, hep ulaşmaya çalıştığım ama bazen varamadığım... Ev kararlılık, ev du ra ğan lık... Uzanıp tutmaya çalıştığım. U za nıp kapıyı açıyor ve kendimi son bir güçle içeriye atıyorum... Olmak zorundaydı diyorum kapıda bekleyen kedime bakarken. Oldu, bir gün olacağını biliyorduk ve yaşadık işte. Şimdi, şimdi sen ve ben, birbirimizle biraz daha fazla vakit geçireceğiz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder