BAHSETMEYE DEĞER BİR GÜN - 21 EYLÜL 2024

03:00



Bir süre sonra Ankara'ya gitmek... Blogla aramızı düzeltmek için size bir günden bahsedeceğim, geçtiğimiz Cumartesi günü. 21 Eylül 2024.


Sabahleyin 06:11 treniyle Ankara... Bu bileti alırken ne düşünmüştüm bilmiyorum, biraz söyleniyorum kendime. Her gece 4:30 gibi mutlaka kalktığımdan Maruş gece uyanmamı umursamamıştı ilk başta ama evde harıl hurul işler yapmaya giriştiğimi duyunca dayanamayıp kalktı yerinden ve peşime takılıp ne yaptığımı anlamaya çalıştı epey... Kurutma makinesini çalıştırıp yatmıştım, onu boşalt, çamaşırları katla, yerlerine yerleştir. Yatak topla, mama kabını doldur, temiz suyu kontrol et, çıkmadan önce biraz da kediyi oynat derken çıkıverdim evden. Ne zaman böyle bir yere gidecek olsam Maruş'u evde bırakma düşüncesi beni hep dert sahibi yapar ama evden bir kere çıktıktan sonra onu (evden çıkmadan önce bütün bakımını fazlasıyla yaptığımdan emin de olduğum için) olabildiğince düşünmemeye çalışırım. Bu noktaya gelmek uzun süre ve pek çok kaygı atağı aldı ama başardım, artık evin kapısını kapatıp evi kilitlerken içimden şöyle düşünüyorum: "Sen de Allah'a emanetsin, ben de... Senin şimdi benimle gelmemen senin için çok daha iyi. İnşallah sağlıkla tekrar kavuşuruz." 


Sabah treni, uzun zaman sonra Eryaman YHT Gar'ı... Bir dönem Ankara Gar tadilattayken birkaç kere bu garı kullanmıştık ve o dönem de buna alışmıştık. İnsanda bir yerden bir yere giderken o yere "varma" hissi uyandıran şeyler oluyor. Eryaman YHT de Ankara için "ben geldim" vakti demek. İstanbul'da bu Gebze'ye varmak, öteki tarafta da Kadıköy'e varmış olmak... Ne diyordum, bu sefer abim aldı beni, yine rutin dışı işler... Ardından abimin evine gittik, günün kahvaltısı, bebişi sevmek. 


Gökçe'yi ilk doğduğu zaman görmüştüm, bir de şimdi görüyorum. Nasıl bir kız olacağını tahmin etmeye çalışmak çok garip ama esas garip olan, eve bir bebek geldiğinde herkese yeni bir rol yüklemesinin gelmesi. Ben bu dünyada Gökçe'nin haylazlık yapacağı o hala olacağım gibi duruyor. Hani bilirsiniz, işte kedisi olan, bolca gezmeyi seven, yeğenin gelip bakım malzemelerini kurcalayıp istediğini istediği şekilde alabileceğinden emin olduğu "The Hala"... Bilmem ki yeğenler halalarıyla bu kadar yakın oluyor mu? Benim halam olmadığı için o ilişkiden emin değilim ama neden olmasın diye düşünüyorum. Gökçe'yi kucağımda birkaç Tarkan şarkısı ile oynatıyorum (Maruş'la bunu sürekli yaparım ve zilli kedi öylece kucağımda etrafı seyrederek oynatılmanın keyfini çıkartır) ve görünen o ki bu kız da seviyor ve bir süre oynadıktan sonra kucağımda uyuyor... Bu zilliş kızların Tarkan şarkılarıyla oynama tutkusu gerçekten bir acayip, asla şaşmıyor. Evrende bulduğum tuhaf bir şifre gibi, bütün sorunları çözebiliyorum bu şekilde... Abime diyorum ki, biraz alıştırayım ileride diskoya götürürüm kızımı... Diskolar, partiler... Abimler gülüyor. Oysa bilmiyorlar ki ciddiy- ehem öhöm... 


Bugün başka bir şekilde de özel bir gün çünkü kardeşimin "işe girdim yemeği" var. Bu da başka bir dünya. İnsan bu tarz etkinliklerle zamanın geçtiğini anlıyor. Safa yemek ısmarlıyor ama içimden şey diyesim geliyor, "tamam ısmarladın ama artık paran cebinde kalsın, sen öğrencisin yeterli bu kadarı". Oysa bir şeyler değişti, değil mi? Çok çok ilginç bir his bu... Safa'nın ısmarladığı yemekteki lahmacunların güzelliğini sonrasında 2 gün anlatıyoruz ve muhtemelen bu dilden dile bu şekilde aktarılmaya devam edilecek... Bazen bir lahmacunun simgesel bir anlamı olur, anlatabiliyor muyum? Mesela ev taşıma lahmacunu, mesela buradaki gibi ilk maaş lahmacunu, gibi... Bu öyle bir şey oldu ve bundan memnunum. Lahmacun bu tarz etkinlikler için en iyi yiyecektir ve nasıl desem, üzerine ne kadar anlam yüklenirse yüklensin onu taşıyabilir. Varoluşçu bir şeydir, elitist değil. Kendisini her masada rahatlıkla ifade edebilir ve her kesimden bir şekilde sevgi görmeyi başarabilir. Geleneksel ve moderndir, kültürlerüstü bir değerdir... Gibi gibi... 



Biraz Bilkent tarafında takıldıktan sonra (ki Bilkent'teki camiiye ilk defa gidip b
üyüleniyoruz) akşam Bilkent Senfoni Orkestrası'nın the Lord of the Rings in Concert konserine geçiyoruz. Çocukluğumun hayaliydi Yüzüklerin Efendisi konserini canlı dinlemek. Sonrasında öğreniyoruz ki 21 Eylül Hobbit Day'miş aynı zamanda. Konserin gününün 21'i olması tevekkeli değil, kasıtlıymış. Bilkent Odeon'a biraz erken gidiyoruz Safa'yla, etrafta Gandalf kostümleri, elf kostümleri, silikon sivri kulaklarla dolaşan insanlar ve gülüşmeler... Bir salon dolusu geek. Görünce direkt akademisyen olduğunu anlayabileceğiniz insanlar aile boyu gelmişler. Herkesin modu, keyfi yerinde... İstanbul'daki gibi sonrasında ne yaparız düşüncesi hiç yok, bu da hissediliyor. Etrafta ne idüğü belirsiz, bakınca insanda tekinsizlik hissi uyandıran insanlar da yok, sanki herkes tanıdık gibi... Konser muhteşem ötesi. Ya o kadar iyiydi ki, bunu size anlatmaya doyamam... Bileti 15 Mayıs'ta, İstanbul'da Marmaray'dan çıkmış adeta bir yandan koşarken almıştım, hatta alıp almadığıma emin bile olamamıştık bir süre. Gidebileceğimizden emin de değildik ama işte... Böyle durumlarda şöyle düşünüyorum: Bu konsere gelebilmemiz için o kadar çok şeyin yolunda gitmesi gerekiyor ki, tüm bunların yolunda gitmesi ve bu planı gerçekleştirmeyi başarabilmemiz gerçekten mucize gibi... Sizlere başka bir yerde artık kaygılı bir insan olduğumu söylemiştim değil mi? Bu yüzden çok, çok mutlu oluyorum... 


Efsanevi güzellikteki konser bitince ve en son çalan the Battle of the Pelennor Fields'in de etkisiyle Mordor'un Kara Kapılarına dayanacak kadar enerjik hissederken çıkınca ne görüyoruz, daha doğrusu ne duyuyoruz? Yan tarafta bilkent center'ın orada Bedük konseri var ve Bedük, Oynayalım'ı söylüyor... İnanılmaz bir eğlenme sesi geliyor. Meğerse Ankara Kahve Festivali varmış, inanılmaz eğlenen bir grup var orada da... Bilkent'in içinde trafik oluşmuş ama sıkıntı etmiyor kimse, arabalarda kalanlar camları açmış Bedük'ü dinliyor, geride kalanlar yollarda... Biliyorsunuz Ankara biraz da Bedük demektir ve biz onu da tadımlık bir doz alıyoruz.   


Sonrası geri dönmek, annemleri almak ve eve geçmek şeklinde... Eve bir geliyorum, yatağımın üzerinde beni bekleyen hediye... Safa'nın ilk maaş için bir de hediyesi varmış, bana nefis bir gömlek almış. Böyle bir şey var mı ya? Uzun zamandır böyle bir gün yaşamamıştım diye düşünüyorum, etraftaki herkesin bir olup sizi iyi hissettirdiği günler olur ya, öyle bir şey. Hani hafiflersiniz ve içinizdeki o bunalmış, sıkılmış taraf iyileşir. Ya da iyileşeceğini bilerek kıpırdanır ve olduğu yerde sallanarak kendisine gelir... Ertesi sabah korkunç hasta uyanıyorum ama artık alacağımı da aldım ben buradan diye düşünüyorum... Bu sefer akşam treni, eve dönünce Maruş'a küçük bir öpücük saldırısı... Eve girince evet diyorum, şükürler olsun sağlıkla tekrar kavuştuk ve bıraktığımız yerden devam edeceğiz şimdi... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder