Dün depreme evde yakalandım, buzdolabına yumurta yerleştiriyordum. İlk geldiğinde dolabın üzerinde annemin gönderdiği turşular ve saklama kapları sallanıyor sanmıştım, sonra Maruş fırlayıp koşunca depremi anladım, İstanbul'da yalnız yaşayan herkesin kafasında olan o acil deprem planı için "evet bu an o an, hadi bakalım" diye anlık bir düşünce geldi. Maruş direkt çantasına. Cüzdan, anahtar, powerbank, Maruş'a az bir mama ve su. Hop dışarıdayız... Maruş'un çantası bacaklarımın arasında, kaldırımda oturuyorum ve hiçbir şey düşünmüyorum. İnsan ne düşünür ki? Hiçbir şey. Telefon çalıyor, konuşup kapatıyorum, tekrar çalıyor, şarjım bitmesin diyorum, böyle bir döngü. Bir şükür-haber döngüsü.
Sonra eve dönünce buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığını fark ediyorum. Ee diyetteyim ya. Saçma, çook saçma geldi. Diyet yapmak da bir lüks, güven lüksü. Güvenli bir hayata devam edeceğine ve o yemeğe her an ulaşabileceğine inanma lüksü... Evde hiç ekmek yok, abur cubur yok, bir bisküvi bile yok, bilmem ne zamandan kalmış yarım bir çubuk kraker var. Onu deprem çantama koydum. Çok saçma, her şey çok saçma. Hayat bizim için devam ederken yaşadığımız o illüzyonda oluşan çatlaklar... Bir güven illüzyonu... Anlık geçen bir sürü düşünce: Acaba ailemin yanına Ankara'ya mı dönsem? Ee Maraş depreminde Ankara'daydım orada da sallandım. Ee üniversite kaç tane terör eylemine denk geldim her zamanki güzergahımda? Ee Tusaş? Ee 15 Temmuz? Ee iş bulmak? Ee'ler çok fazla ve insanın kendisini ikna etmesi için bahaneler de bir o kadar çok.
Akşama doğru Safa da gelince markete gidip bir şeyler aldım
zorla, normalde kendi yoğurdumu kendim yaparım ama yoğurt yapmak için süt almak
istemedim. Çok garip değil mi: Markete gelecek kadar canlıyım ama birkaç
saatlik süreç olan yoğurt yapma işini düşünemiyorum çünkü o kadar yaşayacak
mıyım, o kadar süre evde duracak mıyım, gece ne olacak... İnsanın yoğurt yapmak
için olan sürede hayatta olup olmayacağını düşünmesinin gerekmesi çok tuhaf. Hayatta
böyle anlar var: Şimdi yoğurt yapmaya kalksam bu fazla cüretkar bir girişim mi
olur? Kışlık turşu bile değil; yoğurt, yoğurdun mayalandığını görecek vaktim olacak
mı? Aslında bu sorunun cevabı hayatın her anı için bilinmez ama bazı zamanlar
bu daha da bilinmez ve daha da kaygılı… Sonrasında bunu unutacağız -belki de-
ve bunu unuttuğumuza şükredeceğiz çünkü hayat başka türlü devam edemez.
İlerlemeye çalışacağız. Deprem Ağı bildirimlerini 4 altına kapatarak ve hatta
tamamen mi kapatsam diye düşünerek, normalleşmeye çalışarak, “bundan 1 sene
önce de bu deprem olabilirdi, 1 hafta sonra da deprem olabilir, şimdi de
olabilir” diye kabullenerek... Hayatın-devam-ediyor-oluşuna kızarak,
şükrederek, anlamayarak...
Ama arkada bıraktığı izleri takip ettiğimde hayatımdaki o büyük değişiklik için bir şeyleri düşünme cesareti bularak… Ne yapsam, klinik mi açsam… Acaba fırın mı açsam… Çantama protein bar’ları koyarken sönmesini beklediğim tüm panik duygularını önüme alıp onlarla konuşsam mı? Hayatın zorlamasına gerek kalmadan, ilk dalgasını kendim oluşturduğum bu akışa ayak uydursam… Bunu yapmak için ne gerekir ve bu şey her neyse, bende var mıdır? Belki de, bunu yapmak istiyor muyum? Bunu cevaplamak ne kadar zor. Nasıl yapmak gerek, önce hayal mi ediyor bunu yapanlar? Önce hayal mi etmeli yoksa direkt yola mı çıkmalı? Varacağın yeri hazırlamadan yola çıkmak nasıl olur? Oysa İstanbul'a gelirken de çok hazır değildi, hatta hiçbir şey hazır değildi. Ama yola çıkmıştım artık. İstanbul'a vardığımda bir enkaz gibi hissettiğim bir dönem yaşamıştım, bu blogda o kadar çok yazmıştım ki kendimi kıyıya çekmeye çalıştığımı. Aynı şeyi yaşamaktan mı korkuyordum? Aslında hayır. Olay konforunu bozmak mıydı? Belki. Belki değil, evet? Bir şeyler olacak bu hayatımda, bunu hep hissediyordum, olumsuz anlamda değil, ben bir şeyleri farklı olarak yapacak olan o kişilerdenim gibi hissediyordum. Çocukluğumdan beri her zaman bir şeyleri değiştireceğimi bilen birisiydim de bunun zamanı ne zaman, yeri neresiydi? Bu bir zamanı gelince anlama işi miydi yoksa komple delilik işi mi? Şimdiye kadar zamanı gelince anlayacağımı sanmıştım ama böyle bir zaman var mıydı, böyle bir an olacak mıydı? Bir çağrıyı duymak mı gerekiyordu yoksa bir çağrıyı beklemeden atlamak mı? O insanın içinde olan "bir hikayem olacak" hissine farkında olmadan her gün yaklaşıyor muydum? Bir hikayenin olması durumu idealize edilmiş bir şey miydi, bir kahramanlık kompleksi miydi? Bir, kitaplarda okuduğumuz hayranlık duyduğumuz o karakterlerin içselleştirilmesiydi de gerçekçi değil miydi? "Sıradanlık" başlı başına bir hikaye değil miydi, "sıkıcı" olmaktan mı korkuyorduk? Bir varoluş meselesi haline gelmesi mi gerekiyordu her şeyin? Bir yolculuk haline gelince hayatımızda ne değişecekti yaşanılan ekstra zorluklar dışında? Hayat hikayesi diye bir şey var mıydı, büyük bir "Grand Finale" ile bitecek ve bir şekilde dilden dile anlatılacak mıydı? İçten içe bunu istiyor olabilir miydik? Bu bir geride iz bırakma meselesi miydi?
Sorular, sorular... Soruların sisi içerisinde bir çift bal rengi göz masum masum bana bakıyor ve ne yaparsam yapayım onun da etkileneceğini bilip, onun için en iyisini düşüneceğimi de içten içe anlayıp... Kendi düzenime geri dönüyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder