NO: 37'NİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI

03:51


Çantamda kargocunun teslim ettiği iki tane büyük boy deterjan, iş yerindeki X-ray'den geçip ofise geçiyor ve kendi kendime mızırdanıyorum. Sabah çok erken kalkmış, evi güzelce temizlemiştim (hatta çift su bile yapmıştım, bu sıcaklarda kapıları hiç kapatmadığım için parkeler temiz görünse bile kahverengi bir su çıkartmıştı) ama banyoyu bırakmıştım. Banyo için bu kargoyu beklemeye karar vermiştim. Banyo... Evin en sevmediğim yerlerinden birisi. Hoş, uzun zamandır evin birçok yerini sevmiyorum ve bugün, inanmazsınız ama size bundan bahsedeceğim. Evet gerçekten de doğru anladınız, evimin en sevmediğim yerlerinden...


Bu eve ilk taşındığım zamanı size daha önce hiç anlattım mı bilmiyorum ama şöyle olmuştu: Evi bir Ramazan günü, hatta Kadir gecesi günü, inanılmaz bir şekilde bulmuştum. Korkunç bir İstanbul sıcağı, oruçluyum, o zamanki iş yerimin servisinden tamamen rastgele inmiş ve yine tamamen rastgele bir emlakçıya girmiştim. İftar için arkadaşlarla dışarıda yeme planı yapmıştık ve öncesinde de bakabilirsem birkaç ev bakacaktım ama ev bulacağıma o kadar inanmıyordum ki bir alışveriş merkezine yakın da olsun, biraz orada serin serin takılırım diye düşünmüştüm. Her nasılsa kendimi bir emlakçıda buluverdim. Aslında şöyle oldu, tamamen kendime ayıp olmasın diye emlakçıya girmiştim. Hani, bir emlakçıya da girmiş olmak için. Şimdi olsa hiç umursamam ama o zaman tek başıma, hem de kadın başıma bir emlakçıya gidip ev bakmak da tuhaf bir işti benim için. Gitmiş, emlakçıya tam anlamıyla "çökmüştüm". Emlak ofisi serindi ve benden önce bir kadın vardı, birazdan ilgileneceğiz demişlerdi, tabii tabii hiç sorun değil demiştim serinliğin tadını çıkartarak. Sonra sıra bana gelmişti. Şartlarımı söyleyince size göre bir ev var, isterseniz bakalım beraber demişti emlakçı. Eh iyi demiştim, ben yürüyerek gideceğimi sanarken bir bakmıştım adam arabayla gelivermiş yanıma. Çok tatsız. Yapmayı hiç sevmediğim işler... Bir şekilde kendimi zorlayarak binmiştim ve bu eve gelmiştik. Şöyle söyleyeyim, evin kapısından girdiğimde ve salona girdiğimde... Bomboş salona nedense ışık o kadar iyi geliyordu ki... Yumuşacık bir ikindi ışığı... Off ne kadar hoşuma gitmişti! Bir bilseniz. Ama bana metroya uzak gibi geldi diye bin bir kusur bularak bir şekilde çıkmıştım evden. Emlakçı telefonumu almış, düşünüp dönüş yapacağım demiştim... 


Kader ağlarını aynı annemin şıkır şıkır el işi yapması gibi hızlıca örer. O hızlı örülen şişlerin birbirine vurunca oluşturduğu sesi bilirsiniz... Bu, bir cuma günüydü. Hayatımda ilk kez tek başıma emlakçıya gittiğim gün. 


O sırada annemler de İstanbul'a gelmişti, abimde kalıyorlardı veya kalacaklardı ve haftasonu olunca beni Tuzla'dan almaya gelmişlerdi. O gün bana ev bakacaktık. Babam arabayı kullanırken onu yönlendire yönlendire şimdi oturduğum bu mahalleye getirmiştim. Baba dün ben burada bir ev baktım, mahalle güzel ama hem kirası fazla hem de bana metroya uzak gibi geldi demiştim. Babam arabayı apartmanın köşesine çekmiş, kızım sanki o kadar uzak değil gibi demişti. Uzak diye tutturunca gel bir yürüyüp gelelim bakalım kaç dakika tutuyor demişti. Beraber metroya yürüdük, sonra döndük. 6 dakika. Arabanın oraya geldiğimizde telefonum çaldı, bilmediğim numarayı açınca karşıdaki adam şöyle dedi: Maide Hanım merhabalar, ben X emlak ofisinden arıyorum, dün size evi gezdirmiştim. Düşünme fırsatınız oldu mu? 


Büyük bir şok yaşamıştım. Babama bakmıştım, emlak ofisinden arıyorlar deyince gülmüştü, gelsinler bir beraber bakalım demişti. Baktık. Beğendik. Pazarlık yaptık. En nihayetinde kiraladık. 6 sene oldu, tam... 


Sonra çok ilginç hislerle bu evi dayadım, döşedim, bir sürü şey yaşadık. Babamlar eski yataklarını ve çamaşır makinelerini gönderdiler Ankara'dan. Bir gün eve geldim, bomboş evde bir yatak, bir çamaşır makinesi. Başka bir Ramazan günü başka bir ikindi vaktinde annemlerin kalın naylonlarla kapladığı eski yatağının üzerindeki naylon sesine aldırış etmeden yatıyorum ve Allah'a şükrediyorum. Allahım diyorum tek başına bu yatak bile bana yeter. O kadar sakin, o kadar huzurlu ki. Ev. Evim. Benim evim ya. Oh. Kimse yok benden başka... Tuzla'da çok bunalmıştım, ev arkadaşımla aram iyiden iyiye tatsızlaşmıştı, keyifsizdi... 


Ama hiçbir şey orada o yatakla bitmedi. Hatta o yatağı da sonrasında değiştirdim ve o da çok ilginç bir hikaye oldu. Tek başına emlakçıya gitmekten daha kötü bir deneyim nedir? Tek başına yatak almaya gitmek. Daha doğrusu, tek başına çift kişilik yatak almaya gitmek. "Beyefendi neredeler?" "Komple yatak odası mı alacaksınız?" "Düğün ne zaman?" Ama bunu şimdi anlatmayacağım, o, bambaşka bir hikaye...


Evet ne diyordum, o yatakla bitmedi. Aldım ve aldım. Ama her şey çok sırayla ve çok yavaş oldu. Önce tabii ki bir kanepe. Bir masa. 2 sandalye, 2 iskemle. İskemleler oturulmadığında sehpa. Bir baba koltuğu. Bir halı. Bir kitaplık. Sonra bunlar çeşitlendi. Çok uzun zaman sonra bir televizyon. Abim taşınırken gelen diğer koltuk. Çook daha uzun zaman sonra bir gardrop. Sonra yatağı yenileme, birkaç kitaplık daha. Sonra mutfak eşyaları. Sonrası hep mutfak eşyaları... Ev böyle zamanla kuruldu, kendi kendisine yerleşti ve her şey kendi köşesini buldu. Bir noktada Maruş geldikten sonra bazı kararları onun vermesi gerekti. Bazı yerlerde tartıştık. Bazı yerlerde anlaştık. Bazı yerlerde ihtilaflar devam etti. 


Yaklaşık bir 5 sene sonunda evin o toz pembe "evim" algısı gitti. Nasıl oldu anlamadım, evin kusurları bir bir gözüme gözüme girmeye başladı. Evin mutfağının kapısı yok. Sürgülü olması gereken kapı yerinde yok! Mutfağın servis penceresi var salona doğru ama mutfağın dışarıya bakan ayrı bir camı yok? Doğru düzgün mutfak dolabı yok. Mutfak genel olarak o kadar küçük ki iki kişi aynı anda iş yapamıyor. Banyo dolabının altı kopuk. Tesisat facia. Tesisat o kadar kötü ki geçen sene korkunç bir şekilde elimi yaktım ve 1 ay sargılı dolaştım ve tesisata olan öfkem bir sonraki nesle aktarılacak kadar pekişmiş oldu. Ahh. Salonun tavanındaki su çekme sorunu. Asla bitmeyen bir sorun. Yaz kış, bu sıcakta bir gram su bile damlamazken nereden çekiyor bu suyu bilemiyorum. Bitti mi, bitmedi. Banyo. Banyonun hem yatak odamla hem de yan dairenin mutfağıyla duvar komşusu olması. Bir banyo için olabilecek en korkunç yerlerden birisi, ne diyebilirim ki... Ve tabii ki karşı apartmandaki çıplaklar sorunu... Yaz kış, karda kışta, sürekli açık pencerelerin içinde dolaşan yarı çıplak adam... 


Diyorum ya aniden evim eskisi gibi toz pembe bir ev değil de, her şeye rağmen sevdiğim bir ev haline geldi. Çok garip değil mi? Sanırım ilişkimiz artık gerçekçi bir zemine oturmuş oldu. Aslında bir nevi, "evlilik" oldu. Eminim evlilik de böyle bir şeydir, bakın harika bir yere ulaştım. Kusurlarını görüyorum ama sen benim evimsin ve sana iyi bakıyorum, sana iyi bakmaya, elimden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğim. İşte bu yüzden sana en iyi deterjanları aldım ve akşam eve koşa koşa gidip bakımını yapmak için sabırsızlanıyorum. Duşakabindeki su lekeleri bir gün bile tamamen geçerse bu beni mutlu eder. Bir yaz daha biterken halıları yıkamaya veririm, camlardaki kirliliğe söylenir, yerleri tekrar tekrar tekrar süpürür ve silerim. 


Burada pek çok şey yaşadım ve kapısını kapattığımda içeride ben ve Maruş vardık ve çoğu şeyi birlikte yaşadık. Kaygıdan donakaldığım zamanlar, birkaç deprem, Maruş'un ve benim hastalıklarımız, gece gece ortaya çıkan hamur işleri, mayaya bırakılan ekmekler, öfkelenmeler, holü yatak odasından küçük odaya kadar pat pat pat koşmalarımız ve halıları uçurarak geri dönmemiz, ağırladığımız tüm o misafirler, komşularımız, Cumartesi günü pazarı, mavi şişe kapaklarıyla oynadıklarımız ve evin her yerinden çıkan toplar, iplikler, kuş oyuncakları... İşte tüm bunların hepsi bu evi benim, bizim evimiz yapan şeylerdir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder