NO: 37'NİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI

03:51


Çantamda kargocunun teslim ettiği iki tane büyük boy deterjan, iş yerindeki X-ray'den geçip ofise geçiyor ve kendi kendime mızırdanıyorum. Sabah çok erken kalkmış, evi güzelce temizlemiştim (hatta çift su bile yapmıştım, bu sıcaklarda kapıları hiç kapatmadığım için parkeler temiz görünse bile kahverengi bir su çıkartmıştı) ama banyoyu bırakmıştım. Banyo için bu kargoyu beklemeye karar vermiştim. Banyo... Evin en sevmediğim yerlerinden birisi. Hoş, uzun zamandır evin birçok yerini sevmiyorum ve bugün, inanmazsınız ama size bundan bahsedeceğim. Evet gerçekten de doğru anladınız, evimin en sevmediğim yerlerinden...


Bu eve ilk taşındığım zamanı size daha önce hiç anlattım mı bilmiyorum ama şöyle olmuştu: Evi bir Ramazan günü, hatta Kadir gecesi günü, inanılmaz bir şekilde bulmuştum. Korkunç bir İstanbul sıcağı, oruçluyum, o zamanki iş yerimin servisinden tamamen rastgele inmiş ve yine tamamen rastgele bir emlakçıya girmiştim. İftar için arkadaşlarla dışarıda yeme planı yapmıştık ve öncesinde de bakabilirsem birkaç ev bakacaktım ama ev bulacağıma o kadar inanmıyordum ki bir alışveriş merkezine yakın da olsun, biraz orada serin serin takılırım diye düşünmüştüm. Her nasılsa kendimi bir emlakçıda buluverdim. Aslında şöyle oldu, tamamen kendime ayıp olmasın diye emlakçıya girmiştim. Hani, bir emlakçıya da girmiş olmak için. Şimdi olsa hiç umursamam ama o zaman tek başıma, hem de kadın başıma bir emlakçıya gidip ev bakmak da tuhaf bir işti benim için. Gitmiş, emlakçıya tam anlamıyla "çökmüştüm". Emlak ofisi serindi ve benden önce bir kadın vardı, birazdan ilgileneceğiz demişlerdi, tabii tabii hiç sorun değil demiştim serinliğin tadını çıkartarak. Sonra sıra bana gelmişti. Şartlarımı söyleyince size göre bir ev var, isterseniz bakalım beraber demişti emlakçı. Eh iyi demiştim, ben yürüyerek gideceğimi sanarken bir bakmıştım adam arabayla gelivermiş yanıma. Çok tatsız. Yapmayı hiç sevmediğim işler... Bir şekilde kendimi zorlayarak binmiştim ve bu eve gelmiştik. Şöyle söyleyeyim, evin kapısından girdiğimde ve salona girdiğimde... Bomboş salona nedense ışık o kadar iyi geliyordu ki... Yumuşacık bir ikindi ışığı... Off ne kadar hoşuma gitmişti! Bir bilseniz. Ama bana metroya uzak gibi geldi diye bin bir kusur bularak bir şekilde çıkmıştım evden. Emlakçı telefonumu almış, düşünüp dönüş yapacağım demiştim... 


Kader ağlarını aynı annemin şıkır şıkır el işi yapması gibi hızlıca örer. O hızlı örülen şişlerin birbirine vurunca oluşturduğu sesi bilirsiniz... Bu, bir cuma günüydü. Hayatımda ilk kez tek başıma emlakçıya gittiğim gün. 


O sırada annemler de İstanbul'a gelmişti, abimde kalıyorlardı veya kalacaklardı ve haftasonu olunca beni Tuzla'dan almaya gelmişlerdi. O gün bana ev bakacaktık. Babam arabayı kullanırken onu yönlendire yönlendire şimdi oturduğum bu mahalleye getirmiştim. Baba dün ben burada bir ev baktım, mahalle güzel ama hem kirası fazla hem de bana metroya uzak gibi geldi demiştim. Babam arabayı apartmanın köşesine çekmiş, kızım sanki o kadar uzak değil gibi demişti. Uzak diye tutturunca gel bir yürüyüp gelelim bakalım kaç dakika tutuyor demişti. Beraber metroya yürüdük, sonra döndük. 6 dakika. Arabanın oraya geldiğimizde telefonum çaldı, bilmediğim numarayı açınca karşıdaki adam şöyle dedi: Maide Hanım merhabalar, ben X emlak ofisinden arıyorum, dün size evi gezdirmiştim. Düşünme fırsatınız oldu mu? 


Büyük bir şok yaşamıştım. Babama bakmıştım, emlak ofisinden arıyorlar deyince gülmüştü, gelsinler bir beraber bakalım demişti. Baktık. Beğendik. Pazarlık yaptık. En nihayetinde kiraladık. 6 sene oldu, tam... 


Sonra çok ilginç hislerle bu evi dayadım, döşedim, bir sürü şey yaşadık. Babamlar eski yataklarını ve çamaşır makinelerini gönderdiler Ankara'dan. Bir gün eve geldim, bomboş evde bir yatak, bir çamaşır makinesi. Başka bir Ramazan günü başka bir ikindi vaktinde annemlerin kalın naylonlarla kapladığı eski yatağının üzerindeki naylon sesine aldırış etmeden yatıyorum ve Allah'a şükrediyorum. Allahım diyorum tek başına bu yatak bile bana yeter. O kadar sakin, o kadar huzurlu ki. Ev. Evim. Benim evim ya. Oh. Kimse yok benden başka... Tuzla'da çok bunalmıştım, ev arkadaşımla aram iyiden iyiye tatsızlaşmıştı, keyifsizdi... 


Ama hiçbir şey orada o yatakla bitmedi. Hatta o yatağı da sonrasında değiştirdim ve o da çok ilginç bir hikaye oldu. Tek başına emlakçıya gitmekten daha kötü bir deneyim nedir? Tek başına yatak almaya gitmek. Daha doğrusu, tek başına çift kişilik yatak almaya gitmek. "Beyefendi neredeler?" "Komple yatak odası mı alacaksınız?" "Düğün ne zaman?" Ama bunu şimdi anlatmayacağım, o, bambaşka bir hikaye...


Evet ne diyordum, o yatakla bitmedi. Aldım ve aldım. Ama her şey çok sırayla ve çok yavaş oldu. Önce tabii ki bir kanepe. Bir masa. 2 sandalye, 2 iskemle. İskemleler oturulmadığında sehpa. Bir baba koltuğu. Bir halı. Bir kitaplık. Sonra bunlar çeşitlendi. Çok uzun zaman sonra bir televizyon. Abim taşınırken gelen diğer koltuk. Çook daha uzun zaman sonra bir gardrop. Sonra yatağı yenileme, birkaç kitaplık daha. Sonra mutfak eşyaları. Sonrası hep mutfak eşyaları... Ev böyle zamanla kuruldu, kendi kendisine yerleşti ve her şey kendi köşesini buldu. Bir noktada Maruş geldikten sonra bazı kararları onun vermesi gerekti. Bazı yerlerde tartıştık. Bazı yerlerde anlaştık. Bazı yerlerde ihtilaflar devam etti. 


Yaklaşık bir 5 sene sonunda evin o toz pembe "evim" algısı gitti. Nasıl oldu anlamadım, evin kusurları bir bir gözüme gözüme girmeye başladı. Evin mutfağının kapısı yok. Sürgülü olması gereken kapı yerinde yok! Mutfağın servis penceresi var salona doğru ama mutfağın dışarıya bakan ayrı bir camı yok? Doğru düzgün mutfak dolabı yok. Mutfak genel olarak o kadar küçük ki iki kişi aynı anda iş yapamıyor. Banyo dolabının altı kopuk. Tesisat facia. Tesisat o kadar kötü ki geçen sene korkunç bir şekilde elimi yaktım ve 1 ay sargılı dolaştım ve tesisata olan öfkem bir sonraki nesle aktarılacak kadar pekişmiş oldu. Ahh. Salonun tavanındaki su çekme sorunu. Asla bitmeyen bir sorun. Yaz kış, bu sıcakta bir gram su bile damlamazken nereden çekiyor bu suyu bilemiyorum. Bitti mi, bitmedi. Banyo. Banyonun hem yatak odamla hem de yan dairenin mutfağıyla duvar komşusu olması. Bir banyo için olabilecek en korkunç yerlerden birisi, ne diyebilirim ki... Ve tabii ki karşı apartmandaki çıplaklar sorunu... Yaz kış, karda kışta, sürekli açık pencerelerin içinde dolaşan yarı çıplak adam... 


Diyorum ya aniden evim eskisi gibi toz pembe bir ev değil de, her şeye rağmen sevdiğim bir ev haline geldi. Çok garip değil mi? Sanırım ilişkimiz artık gerçekçi bir zemine oturmuş oldu. Aslında bir nevi, "evlilik" oldu. Eminim evlilik de böyle bir şeydir, bakın harika bir yere ulaştım. Kusurlarını görüyorum ama sen benim evimsin ve sana iyi bakıyorum, sana iyi bakmaya, elimden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğim. İşte bu yüzden sana en iyi deterjanları aldım ve akşam eve koşa koşa gidip bakımını yapmak için sabırsızlanıyorum. Duşakabindeki su lekeleri bir gün bile tamamen geçerse bu beni mutlu eder. Bir yaz daha biterken halıları yıkamaya veririm, camlardaki kirliliğe söylenir, yerleri tekrar tekrar tekrar süpürür ve silerim. 


Burada pek çok şey yaşadım ve kapısını kapattığımda içeride ben ve Maruş vardık ve çoğu şeyi birlikte yaşadık. Kaygıdan donakaldığım zamanlar, birkaç deprem, Maruş'un ve benim hastalıklarımız, gece gece ortaya çıkan hamur işleri, mayaya bırakılan ekmekler, öfkelenmeler, holü yatak odasından küçük odaya kadar pat pat pat koşmalarımız ve halıları uçurarak geri dönmemiz, ağırladığımız tüm o misafirler, komşularımız, Cumartesi günü pazarı, mavi şişe kapaklarıyla oynadıklarımız ve evin her yerinden çıkan toplar, iplikler, kuş oyuncakları... İşte tüm bunların hepsi bu evi benim, bizim evimiz yapan şeylerdir. 

BİN MUHTEŞEM SEVİNÇ - II

00:03

...

26. Eve geldiğinde Maruş'un yeni geçmeye çalıştığımız mamasını kusmadan yemiş olduğunu görmek. Kapıdan korkarak kafamı hole doğru uzatıyorum ve ta-tam, kusmamış! Yeni mama iyi bir mama, onunla anlaşabildiğini görünce seviniyorum.

27. Tezin enstitüden kabul aldığına dair Ahmet Hoca'nın mesajı.

28. Tez jürisinin oluşturulduğuna dair belgeyi tam olması gereken saatte Enstitü'ye iletebilmiş olmak.

29. Akşam yürüyüşleri ve her akşam ileriye doğru tam 15 bin adım! 

30. Bazen yediklerine dikkat etmeyi bırakmak ve bir oturuşta yarım kavun yemek. Hemen peşi sıra öğlen bile olmadan diğer yarısını da yemek. Kavun sevinci.

31. Maruş'a aniden gelen evde depar atma enerjisi. 

32. Kas ağrılarının olmamasının verdiği şükür hissi. Rahat hareket edebilmek, bacaklarımın beynimin verdiği komutları yoğun ağrılar olmadan alabilmesi ve ilerleyebilmesi.

33. Tekrar roman okumak, roman okumaktan acayip bir keyif almak. Özlemişim!

34. Mercimek köftesi, içli köfte. 1 merco köftesi, 1 içli köfte, 1 öğün.

35. 1 muz, 1 filtre kahve, bazen bir Fellas kakaolu. Bir öğün.

36. Yeşil soğanlı yumurta! 

37. Yeni aldığım yüzükleri takınca gelen sevimli his. Ben yüzük kadınıymışım ya!

38. Akşam yürüyüşlerinde Kehf suresinin tefsirini dinlemek. 

39. Caleb Hammer'in videoları. Ne zaman bıkacağım acaba dedikçe bıkmadım ve daha da derine gömüldüm. 

40. Abimlerin Gökçe ile birlikte İstanbul'a gelmesi ve ufaklığın pek çok hareketinin aslında aynı Maruş olması!!! İnanılmaz bi kız. 

41. Gokçekızımın varlığı.

42. Gokçekızımın pamuksu kokusu ve onu bu kadar sevmeye de hayret etmek.

43. İşten eve geldiğimde evde taptaze, sıcacık bir kabak dolması vardı ve müthişti!! Hatta sonrasında her şey daha da güzelleşti çünkü tencereyi açtığımda içinde patlıcan dolması da vardı!! O kadar çok yedim ki, sonra birazını da ayırdım ve ertesi gün kahvaltılık olarak işyerine götürüp orada yedim. 

44. Hop! Stuttgart'a bilet aldım! 

45. Artık her şey sakin bir şekilde paketleniyor ve bir düzene giriyor. Ya da bana öyle geliyor. Tezin sunumu için Berkan bana destek olmayı kabul etti ve muhteşem hissettiriyor ya!

46. Maruş'a sarı kareli bir evcil hayvan battaniyesi aldım. Hiç kullanmayacağını bile bile. Ama olsun, o kadar sevimli bir şey ve eve o kadar yakıştı ki. Evi sıcacık hissettiren her şeyi çok seviyorum.

47. Abim Clausewitz'in kitabını Ankara'dan getirdi ve bir devir teslim töreni ile kitap bana geçti.

48. Gokçekızımın benim eve geldiğinde rahatlayıp kendisini tamamen, ama gerçekten tamamen saldığını söylemiş miydim?? Uyumayan kız uyur, tuvaletini yapmayan kız yapar oldu. İştahı açıldı. Sanırım bu benim evimin en büyük gurur nişanesi olabilir. Madalya gibi taşımak istiyorum boynumda.

49. Seneler önce Gülsüm'ün Belçika'dan getirdiği yeşil Aldi bez çantasının artık ömrünü tamamlaması ama ısrarla, gerçekten ısrarla kullanmaya devam etmekten inanılmaz bir keyif almak. Mingei.

50. Çantama küçük bir çanta koydum ve içerisine küçük bir diş ipi, diş fırçası, macunu ve deodorant yerleştirdim. Sanırım bu benim hayatta ihtiyacım olan şeylerden birisiymiş. 

51. Bozdağ'daki atların gösterisi... 

52. Evden çıkardığın her kullanılmayan eşyanın getirdiği hafifleme hissi. 

53. "Bizler bambaşka bir delilik yoluna düşmüş, garip yolcularız." 

54. Sokaktaki smokinli topçik zilliyi beslemek. O nasıl bir koşuş öyle ya Rabbi! 

55. Salonda uyuyakalmak üzereyken gecenin bir yarısı annemin sansasyonel bir konu açması ve bütün uykumuz son raddesine kadar kaçana kadar üzerine sohbet etmek. 

56. Maruş'un dedikodu dinlemeyi çok sevmesi ve ne zaman ben keyifle sohbet edecek olsam karşıma geçip önce süzer mutlu gözlerle beni seyretmesi, sonra uyuyakalması. 

57. Bir dua: “Şeytan seni gelecek kaygısı ve gelecekte başına geleceklerle korkuttuğu zaman, onu Allah’a olan hüsnü zan ile darmadağın et ve kendine şunu söyle; geçmişte bana ikram eden Rabbim, gelecekte de bana ikram edecektir…”

58. Bir önceki geceden, ertesi gün işe giderken yanıma alacağım yiyecekleri hazırlayıp mutfak tezgahına ve buzdolabına bırakmak. Bu bir vaattir, yarının vaadi. Yarının olacağına dair bir umut ve bir bekleyiş. 

59... 

KUZEY YOLU V: MYSA

04:30

Hayaletlerle kıran kırana bir yavaş için dizayn edildik... 


İşte sana bilmediğin bir gerçek: Sen benim mysa'mdın. Gelmezsem ne yapabilirdim ki? Baksana bana, benim gelmemekten başka bir seçeneğim olabilir miydi? Dağılmamış hiçbir şey kalmayana dek… Buradayız… 


Tanıdık bir esinti, yüzüme vurup kulaklarımın altından geçiyor. Hafif nemli burnumun ucunu siliyorum ve biraz daha ısınmak için montumdan bir düğme daha kapatıyorum. Hayaletlerimle birlikte yürüdüğüm bu yolu artık herkes biliyor, burası Kuzey Yolu. Kuzey Yolu kendine has bir ritm ile zamansızlığın içine yuvalanır ve güvenli bir hale gelir. Sen benim mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


Bir şekilde bir araya gelebilmeyi nasıl başardık? 


Bir şekilde, bir araya gelebilmeyi başardık... Sen ve ben, nasıl oldu...


**


İdilik, kahramanca, coşkulu. 

 

Bize ait olan her şey bu. 


Bırak onlar bunu anlamasınlar. Sen benim Mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


**


Gerilmiş bir yay gibi uçup gidiyor yanımdan ve istemsizce kendimi peşinden koşarken buluyorum. Elimi uzatıp tutmama ramak kala ivmeleniyor ve biraz daha hızlanarak yoluna devam ediyor. Bunun bu şekilde süre gideceğini biliyoruz, o an enerjimi harcamak için bir iç çekişi erteliyor ve hızlanmaya çalışıyorum. Tüğ gibi. Böyle eseceğiz. Kendi matematiğinin içerisinde belirli yasaları var. Belirli işleyişleri ve belirli bilinmezleri var. Eskiden yürüdüğüm topraklarda her şey daha farklı ve yapılaşmış ve köpekler terk edilmiş lojmanların tüm güneşini sahiplenmiş... Ben eski ben değilim artık, bunu anlıyorum; bunu akşam eve gelince anlıyorum, bunu sabah gözlerimi açınca anlıyorum, bunu günün her saati anlıyorum. Bunu sabit ve sakin bir şekilde anlıyorum. Bunu aksettiğim her yönde anlıyorum. Biz bir şekilde bir araya gelebilmiştik ama dünyalarımız sadece bir tüğ gibi temas etti ve birbirinin içinden uçuşarak geçti. Sen anlayana kadar. Ben anlayana kadar. Bitti.

OLAY NEYDİ?

04:24



Dün depreme evde yakalandım, buzdolabına yumurta yerleştiriyordum. İlk geldiğinde dolabın üzerinde annemin gönderdiği turşular ve saklama kapları sallanıyor sanmıştım, sonra Maruş fırlayıp koşunca depremi anladım, İstanbul'da yalnız yaşayan herkesin kafasında olan o acil deprem planı için "evet bu an o an, hadi bakalım" diye anlık bir düşünce geldi. Maruş direkt çantasına. Cüzdan, anahtar, powerbank, Maruş'a az bir mama ve su. Hop dışarıdayız... Maruş'un çantası bacaklarımın arasında, kaldırımda oturuyorum ve hiçbir şey düşünmüyorum. İnsan ne düşünür ki? Hiçbir şey. Telefon çalıyor, konuşup kapatıyorum, tekrar çalıyor, şarjım bitmesin diyorum, böyle bir döngü. Bir şükür-haber döngüsü. 

 

Sonra eve dönünce buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığını fark ediyorum. Ee diyetteyim ya. Saçma, çook saçma geldi. Diyet yapmak da bir lüks, güven lüksü. Güvenli bir hayata devam edeceğine ve o yemeğe her an ulaşabileceğine inanma lüksü... Evde hiç ekmek yok, abur cubur yok, bir bisküvi bile yok, bilmem ne zamandan kalmış yarım bir çubuk kraker var. Onu deprem çantama koydum. Çok saçma, her şey çok saçma. Hayat bizim için devam ederken yaşadığımız o illüzyonda oluşan çatlaklar... Bir güven illüzyonu... Anlık geçen bir sürü düşünce: Acaba ailemin yanına Ankara'ya mı dönsem? Ee Maraş depreminde Ankara'daydım orada da sallandım. Ee üniversite kaç tane terör eylemine denk geldim her zamanki güzergahımda? Ee Tusaş? Ee 15 Temmuz? Ee iş bulmak? Ee'ler çok fazla ve insanın kendisini ikna etmesi için bahaneler de bir o kadar çok. 

 

Akşama doğru Safa da gelince markete gidip bir şeyler aldım zorla, normalde kendi yoğurdumu kendim yaparım ama yoğurt yapmak için süt almak istemedim. Çok garip değil mi: Markete gelecek kadar canlıyım ama birkaç saatlik süreç olan yoğurt yapma işini düşünemiyorum çünkü o kadar yaşayacak mıyım, o kadar süre evde duracak mıyım, gece ne olacak... İnsanın yoğurt yapmak için olan sürede hayatta olup olmayacağını düşünmesinin gerekmesi çok tuhaf. Hayatta böyle anlar var: Şimdi yoğurt yapmaya kalksam bu fazla cüretkar bir girişim mi olur? Kışlık turşu bile değil; yoğurt, yoğurdun mayalandığını görecek vaktim olacak mı? Aslında bu sorunun cevabı hayatın her anı için bilinmez ama bazı zamanlar bu daha da bilinmez ve daha da kaygılı… Sonrasında bunu unutacağız -belki de- ve bunu unuttuğumuza şükredeceğiz çünkü hayat başka türlü devam edemez. İlerlemeye çalışacağız. Deprem Ağı bildirimlerini 4 altına kapatarak ve hatta tamamen mi kapatsam diye düşünerek, normalleşmeye çalışarak, “bundan 1 sene önce de bu deprem olabilirdi, 1 hafta sonra da deprem olabilir, şimdi de olabilir” diye kabullenerek... Hayatın-devam-ediyor-oluşuna kızarak, şükrederek, anlamayarak...

 

Ama arkada bıraktığı izleri takip ettiğimde hayatımdaki o büyük değişiklik için bir şeyleri düşünme cesareti bularak… Ne yapsam, klinik mi açsam… Acaba fırın mı açsam… Çantama protein bar’ları koyarken sönmesini beklediğim tüm panik duygularını önüme alıp onlarla konuşsam mı? Hayatın zorlamasına gerek kalmadan, ilk dalgasını kendim oluşturduğum bu akışa ayak uydursam… Bunu yapmak için ne gerekir ve bu şey her neyse, bende var mıdır? Belki de, bunu yapmak istiyor muyum? Bunu cevaplamak ne kadar zor. Nasıl yapmak gerek, önce hayal mi ediyor bunu yapanlar? Önce hayal mi etmeli yoksa direkt yola mı çıkmalı? Varacağın yeri hazırlamadan yola çıkmak nasıl olur? Oysa İstanbul'a gelirken de çok hazır değildi, hatta hiçbir şey hazır değildi. Ama yola çıkmıştım artık. İstanbul'a vardığımda bir enkaz gibi hissettiğim bir dönem yaşamıştım, bu blogda o kadar çok yazmıştım ki kendimi kıyıya çekmeye çalıştığımı. Aynı şeyi yaşamaktan mı korkuyordum? Aslında hayır. Olay konforunu bozmak mıydı? Belki. Belki değil, evet? Bir şeyler olacak bu hayatımda, bunu hep hissediyordum, olumsuz anlamda değil, ben bir şeyleri farklı olarak yapacak olan o kişilerdenim gibi hissediyordum. Çocukluğumdan beri her zaman bir şeyleri değiştireceğimi bilen birisiydim de bunun zamanı ne zaman, yeri neresiydi? Bu bir zamanı gelince anlama işi miydi yoksa komple delilik işi mi? Şimdiye kadar zamanı gelince anlayacağımı sanmıştım ama böyle bir zaman var mıydı, böyle bir an olacak mıydı? Bir çağrıyı duymak mı gerekiyordu yoksa bir çağrıyı beklemeden atlamak mı? O insanın içinde olan "bir hikayem olacak" hissine farkında olmadan her gün yaklaşıyor muydum? Bir hikayenin olması durumu idealize edilmiş bir şey miydi, bir kahramanlık kompleksi miydi? Bir, kitaplarda okuduğumuz hayranlık duyduğumuz o karakterlerin içselleştirilmesiydi de gerçekçi değil miydi? "Sıradanlık" başlı başına bir hikaye değil miydi, "sıkıcı" olmaktan mı korkuyorduk? Bir varoluş meselesi haline gelmesi mi gerekiyordu her şeyin? Bir yolculuk haline gelince hayatımızda ne değişecekti yaşanılan ekstra zorluklar dışında? Hayat hikayesi diye bir şey var mıydı, büyük bir "Grand Finale" ile bitecek ve bir şekilde dilden dile anlatılacak mıydı? İçten içe bunu istiyor olabilir miydik? Bu bir geride iz bırakma meselesi miydi?


Sorular, sorular... Soruların sisi içerisinde bir çift bal rengi göz masum masum bana bakıyor ve ne yaparsam yapayım onun da etkileneceğini bilip, onun için en iyisini düşüneceğimi de içten içe anlayıp... Kendi düzenime geri dönüyorum... 

YEPYENİ BİR ÖLÇÜ BİRİMİ

02:55

Bir dürüstlük mesafesi kadar yer var aramızda. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir. Dürüstlük mesafesi.


**


Çelik aksamlarla yere sağlam basarak sağlamlaştırdığıma inandığım tüm bu düzenin bir şefkat dokunuşu kadar canı var, bunu hissedebiliyorum. Bir dokunuş ve her şey, her şey aniden dağılıyor. Bunun bir anlık olduğunu o kadar iyi biliyorum ki, dahası bunu varlığımın her hücresinde hissediyorum ki... Zor bir konuşmayı yaşarken içimden "sonunda oldu" nun gölgesi geçip gidiyor; artık "bana kalan, güzelce sabretmektir".   


Ateşinin kalan son közlerini karıştırarak ısınmaya çalışan öfke hep orada, karanlık bir mağarada sırasının gelmesini bekliyor. Çocukluğumdan kalan bir öfke: Başını kaldırmaya çalışıyor. Daha doğrusu öfke, ben başımı kaldırırken bana yardım etmeye çalışıyor; ona tutunmamı ve onunla bu yola çıkmamı istiyor. İşlevsel, anaerkil, bazen vahşi bir öfke bu, o yüzden onu orada belirli bir açlık seviyesinde tutuyor ve vakti geldiğinde bana elini uzatmasını bekliyorum. Birlikte iyi bir takım olduğumuz zamanlar var: Onunla birlikte şehir değiştirdim, onunla birlikte iş değiştirdim, onunla birlikte ev değiştirdim. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça yukarıdan bastıran her şeyi kırmama yardım etti ve beni dolaylı bir yoldan yüzeye çıkartıp sakinleştirdi. Ve arkasına bile bakmadan yerine geri gitti sonra... Tuhaf, karanlık bir mağarada demir bir karağı ile ateşin başında oturmuş ve közleri canlı tutmaya çalışıyormuş gibi düşünüyorum onu. Canlı ama çok canlı değil, her an alev alabilir ama bunu istemez. Onun da bir keyfi vardır orada, kendisini dinç hissetmesi için uzun süre dinlenmesi gerekir ve gerektiğinde de atik bir şekilde kalkması gerekir yerinden. Vücudunda hiçbir ağrı yokmuş gibi, sanki hep bu anı bekliyormuş gibi. Sanki o bile, "bana kalan güzelce sabretmektir" dermiş gibi. 


Tüm bu garip kayalıklar, geçitler, darboğazlar, su yolları ve vadiler içerisinde uğraşırken aramıza bir mesafe koymayı başarabiliyorum. Bazen bir mesafe gerekir, bir dürüstlük mesafesi. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir: Birbirine yalan söylemeye gerek kalmayacak kadar uzak, ama birbirini sevmeye ve saygı duymaya devam edecek kadar yakın. Çok ince bir dengede sallanıyor her şey. Kopup gitmesini beklediğimiz şeyler incelerek uzuyor ve nasıl desem, sağlamlaşıyor. Çelik aksamlarla birbirine bağlanan yeni yollar, yeni menteşeler, yeni dünyanın yeni düğüm noktaları, kirişler, basit mesnet bağlantıları, zıvana ve karkaslar... Yeniden oluşan bu evren bize yeni şartlar sunuyor. Yeni bir ilişki biçimi bu. 


Güvenli ve hassas.

VENEDİK DUVARLARININ İÇİNDE

00:20



Kendi kendine yaşayıp geçtiklerin. Kendi kendini teselli ettiklerin, kendi kendini inandırdıkların… Kendini rahatlatmak için içinden geçtiğin her şey. Kendini iyi hissetmek için ayağa kalkman gerektiği her an... Hepsine anlamlar ve boyutlar yükledik ve sonra tüm bağlarımızı kopardık onlarla. Haşin bir öfkeyle kestiğimiz ince teller... Tekrar işler hale gelebilmek için, tekrar bir amaç bulabilmek için... Gerçek bir öfkeyle kesmek zorunda kaldığımız, peşinde ince bir sızısı hep kalacak olan o ince teller... Köşeye sıkışınca kaç kişinin üzerine atlayabilirdik aynı anda? Tam olarak nelerden vazgeçebilirdik? Potansiyel nedir, bilmediklerimiz... Ama, vakti gelince öğreneceğimizden emin olduklarımız... Venedik duvarlarının içinde kaldıklarımız, Venedik duvarlarının altında kaldıklarımız... 


Şimdi bunları kenara bırakalım, bunlar bambaşka zamanlarda konuşacağımız şeyler. Şu an o an değil. Burada artık keyifli bir yolculuk var. Biraz ondan bahsedeceğim...

KÖNİGSPLATZ'DA AKŞAM ÜZERİ

02:58



Königsplatz'da akşam üzeri. Kış akşamı. 


Bu toprakların karla kapanan masumiyetine inanmak istiyorum ama bu mümkün değil. Artık pek çok şey mümkün değil.


Alemgir Şah, meydana çıkıyor. Tarihte bazı mesafeler var katedilmesi gereken, bazı şehirlerin yakılıp yıkılması gerçekten gerekiyor ve tekrar oluşması için kontrolün gevşetilmesi de... Şu an böyle bir anın içerisindeyiz, garip bir rüzgar esiyor aramızda, bir şey taşımayan bomboş bir rüzgar. Hislerini kaybetmiş bir rüzgar ve kendisine yeterince güçlü bir engel bulana kadar çarparak ilerliyor. Bu rüzgarla birlikte ben de buraya kadar geldim ve işte, Alemgir Şah meydana çıkıyor. Tüm bu yıkıntıların arasında; parlak, vahşi bir mücevher gibi… Rüzgâr sessizleşiyor, toz duruyor. Toprak. Duruyor. Bir anda dönüş yolunu düşünüyorum. Dönüş yolu uzun, meşakkatli. Ne kadar çok uğraştım buraya gelirken. Ne kadar çok yoruldum. Ama burası henüz yorulacak bir yer değil, burası, henüz dinlenmeyi hayal bile etmememiz gereken yer… 


Büyük bir meydanda, birazdan kaybedeceğimiz sakinliğin son tadımları… İçeriye çekiliyorum, kendi saflarıma; çok, çok ağır olmasını istediğim kapıların sürgülerini gürültülü bir şekilde kapatıyorum ve sessizliğe geçiyorum. Bu çok ağır kapıların arkasında biraz daha güvende hisseder miyiz, emin değilim. Bu kaygı, kapıların arkasında bırakabileceğimiz bir kaygı mı? Hızla geri çekiliyorum, geldiğim yere kadar. Çocukluğuma kadar… Geri. Çekiliyorum çok ağır kapıların arkasında. Burada sadece ben varım ve bir de tuhaf, incecik bir içgüdü, yaşama içgüdüsü. Hayır hayır, tutunabilme içgüdüsü. Burası, benim tutunacağım yer. Burada Alemgir Şah meydana çıkar ve tüm ölülerin ortasında durup bayrağını açmaya başlar ağır ağır… Burası, başladığımız yer değil, burası bin bir emekle geldiğimiz yer… Buraya gelmek için fedakarlıklar yaptık. Buraya gelmek için arkamızda bıraktığımız onlarca bile değil, yüzlerce, binlerce insan… İşte yerlerde yatıyor kanlar içerisinde. Alemgir Şah kılıcını bileyler ve kaldırır... Kılıç, yerine koyulacak bir kılıç değil. Kılıç belki biraz uyudu ama dinlenemedi. Kılıç geceleri bir gözü kapalı, bir gözü sicim gibi etrafı tarar bir halde… Kılıç tedirgin ve sallantıda, sabırla biriktiriyor… Kılıç, beklemede... 


İnce bir ipin üzerinde… 


Tarihte bazı şehirler var yakılması gereken, bazı şehirlerde hiç kimseyi gerçekten bırakmamak gerekiyor, bazı şehirlerde ise kontrollü bir gevşeme yaşanmalı… Her şey yukarıdan gördüğümüz gibi, ince bir ipin üzerinde tuhaf bir denge var. Bazı dönüşler açık ancak biz o kadar ilerledik ki artık…


Tuhaf bir denge...