BAHSETMEYE DEĞER BİR GÜN - 21 EYLÜL 2024

03:00



Bir süre sonra Ankara'ya gitmek... Blogla aramızı düzeltmek için size bir günden bahsedeceğim, geçtiğimiz Cumartesi günü. 21 Eylül 2024.


Sabahleyin 06:11 treniyle Ankara... Bu bileti alırken ne düşünmüştüm bilmiyorum, biraz söyleniyorum kendime. Her gece 4:30 gibi mutlaka kalktığımdan Maruş gece uyanmamı umursamamıştı ilk başta ama evde harıl hurul işler yapmaya giriştiğimi duyunca dayanamayıp kalktı yerinden ve peşime takılıp ne yaptığımı anlamaya çalıştı epey... Kurutma makinesini çalıştırıp yatmıştım, onu boşalt, çamaşırları katla, yerlerine yerleştir. Yatak topla, mama kabını doldur, temiz suyu kontrol et, çıkmadan önce biraz da kediyi oynat derken çıkıverdim evden. Ne zaman böyle bir yere gidecek olsam Maruş'u evde bırakma düşüncesi beni hep dert sahibi yapar ama evden bir kere çıktıktan sonra onu (evden çıkmadan önce bütün bakımını fazlasıyla yaptığımdan emin de olduğum için) olabildiğince düşünmemeye çalışırım. Bu noktaya gelmek uzun süre ve pek çok kaygı atağı aldı ama başardım, artık evin kapısını kapatıp evi kilitlerken içimden şöyle düşünüyorum: "Sen de Allah'a emanetsin, ben de... Senin şimdi benimle gelmemen senin için çok daha iyi. İnşallah sağlıkla tekrar kavuşuruz." 


Sabah treni, uzun zaman sonra Eryaman YHT Gar'ı... Bir dönem Ankara Gar tadilattayken birkaç kere bu garı kullanmıştık ve o dönem de buna alışmıştık. İnsanda bir yerden bir yere giderken o yere "varma" hissi uyandıran şeyler oluyor. Eryaman YHT de Ankara için "ben geldim" vakti demek. İstanbul'da bu Gebze'ye varmak, öteki tarafta da Kadıköy'e varmış olmak... Ne diyordum, bu sefer abim aldı beni, yine rutin dışı işler... Ardından abimin evine gittik, günün kahvaltısı, bebişi sevmek. 


Gökçe'yi ilk doğduğu zaman görmüştüm, bir de şimdi görüyorum. Nasıl bir kız olacağını tahmin etmeye çalışmak çok garip ama esas garip olan, eve bir bebek geldiğinde herkese yeni bir rol yüklemesinin gelmesi. Ben bu dünyada Gökçe'nin haylazlık yapacağı o hala olacağım gibi duruyor. Hani bilirsiniz, işte kedisi olan, bolca gezmeyi seven, yeğenin gelip bakım malzemelerini kurcalayıp istediğini istediği şekilde alabileceğinden emin olduğu "The Hala"... Bilmem ki yeğenler halalarıyla bu kadar yakın oluyor mu? Benim halam olmadığı için o ilişkiden emin değilim ama neden olmasın diye düşünüyorum. Gökçe'yi kucağımda birkaç Tarkan şarkısı ile oynatıyorum (Maruş'la bunu sürekli yaparım ve zilli kedi öylece kucağımda etrafı seyrederek oynatılmanın keyfini çıkartır) ve görünen o ki bu kız da seviyor ve bir süre oynadıktan sonra kucağımda uyuyor... Bu zilliş kızların Tarkan şarkılarıyla oynama tutkusu gerçekten bir acayip, asla şaşmıyor. Evrende bulduğum tuhaf bir şifre gibi, bütün sorunları çözebiliyorum bu şekilde... Abime diyorum ki, biraz alıştırayım ileride diskoya götürürüm kızımı... Diskolar, partiler... Abimler gülüyor. Oysa bilmiyorlar ki ciddiy- ehem öhöm... 


Bugün başka bir şekilde de özel bir gün çünkü kardeşimin "işe girdim yemeği" var. Bu da başka bir dünya. İnsan bu tarz etkinliklerle zamanın geçtiğini anlıyor. Safa yemek ısmarlıyor ama içimden şey diyesim geliyor, "tamam ısmarladın ama artık paran cebinde kalsın, sen öğrencisin yeterli bu kadarı". Oysa bir şeyler değişti, değil mi? Çok çok ilginç bir his bu... Safa'nın ısmarladığı yemekteki lahmacunların güzelliğini sonrasında 2 gün anlatıyoruz ve muhtemelen bu dilden dile bu şekilde aktarılmaya devam edilecek... Bazen bir lahmacunun simgesel bir anlamı olur, anlatabiliyor muyum? Mesela ev taşıma lahmacunu, mesela buradaki gibi ilk maaş lahmacunu, gibi... Bu öyle bir şey oldu ve bundan memnunum. Lahmacun bu tarz etkinlikler için en iyi yiyecektir ve nasıl desem, üzerine ne kadar anlam yüklenirse yüklensin onu taşıyabilir. Varoluşçu bir şeydir, elitist değil. Kendisini her masada rahatlıkla ifade edebilir ve her kesimden bir şekilde sevgi görmeyi başarabilir. Geleneksel ve moderndir, kültürlerüstü bir değerdir... Gibi gibi... 



Biraz Bilkent tarafında takıldıktan sonra (ki Bilkent'teki camiiye ilk defa gidip b
üyüleniyoruz) akşam Bilkent Senfoni Orkestrası'nın the Lord of the Rings in Concert konserine geçiyoruz. Çocukluğumun hayaliydi Yüzüklerin Efendisi konserini canlı dinlemek. Sonrasında öğreniyoruz ki 21 Eylül Hobbit Day'miş aynı zamanda. Konserin gününün 21'i olması tevekkeli değil, kasıtlıymış. Bilkent Odeon'a biraz erken gidiyoruz Safa'yla, etrafta Gandalf kostümleri, elf kostümleri, silikon sivri kulaklarla dolaşan insanlar ve gülüşmeler... Bir salon dolusu geek. Görünce direkt akademisyen olduğunu anlayabileceğiniz insanlar aile boyu gelmişler. Herkesin modu, keyfi yerinde... İstanbul'daki gibi sonrasında ne yaparız düşüncesi hiç yok, bu da hissediliyor. Etrafta ne idüğü belirsiz, bakınca insanda tekinsizlik hissi uyandıran insanlar da yok, sanki herkes tanıdık gibi... Konser muhteşem ötesi. Ya o kadar iyiydi ki, bunu size anlatmaya doyamam... Bileti 15 Mayıs'ta, İstanbul'da Marmaray'dan çıkmış adeta bir yandan koşarken almıştım, hatta alıp almadığıma emin bile olamamıştık bir süre. Gidebileceğimizden emin de değildik ama işte... Böyle durumlarda şöyle düşünüyorum: Bu konsere gelebilmemiz için o kadar çok şeyin yolunda gitmesi gerekiyor ki, tüm bunların yolunda gitmesi ve bu planı gerçekleştirmeyi başarabilmemiz gerçekten mucize gibi... Sizlere başka bir yerde artık kaygılı bir insan olduğumu söylemiştim değil mi? Bu yüzden çok, çok mutlu oluyorum... 


Efsanevi güzellikteki konser bitince ve en son çalan the Battle of the Pelennor Fields'in de etkisiyle Mordor'un Kara Kapılarına dayanacak kadar enerjik hissederken çıkınca ne görüyoruz, daha doğrusu ne duyuyoruz? Yan tarafta bilkent center'ın orada Bedük konseri var ve Bedük, Oynayalım'ı söylüyor... İnanılmaz bir eğlenme sesi geliyor. Meğerse Ankara Kahve Festivali varmış, inanılmaz eğlenen bir grup var orada da... Bilkent'in içinde trafik oluşmuş ama sıkıntı etmiyor kimse, arabalarda kalanlar camları açmış Bedük'ü dinliyor, geride kalanlar yollarda... Biliyorsunuz Ankara biraz da Bedük demektir ve biz onu da tadımlık bir doz alıyoruz.   


Sonrası geri dönmek, annemleri almak ve eve geçmek şeklinde... Eve bir geliyorum, yatağımın üzerinde beni bekleyen hediye... Safa'nın ilk maaş için bir de hediyesi varmış, bana nefis bir gömlek almış. Böyle bir şey var mı ya? Uzun zamandır böyle bir gün yaşamamıştım diye düşünüyorum, etraftaki herkesin bir olup sizi iyi hissettirdiği günler olur ya, öyle bir şey. Hani hafiflersiniz ve içinizdeki o bunalmış, sıkılmış taraf iyileşir. Ya da iyileşeceğini bilerek kıpırdanır ve olduğu yerde sallanarak kendisine gelir... Ertesi sabah korkunç hasta uyanıyorum ama artık alacağımı da aldım ben buradan diye düşünüyorum... Bu sefer akşam treni, eve dönünce Maruş'a küçük bir öpücük saldırısı... Eve girince evet diyorum, şükürler olsun sağlıkla tekrar kavuştuk ve bıraktığımız yerden devam edeceğiz şimdi... 


EL NINO

13:05


Gece mutfağı, daha doğrusu gece mutfağının kapısının önündeki hol, 00:44. Yerde oturmuş, elimde kronometre, karşımdaki fırının içindeki limonlu haşhaşlı kekin pişmesini bekliyorum. Şu anda bu kekle ilgili devam eden pek çok sorun var: Öncelikle fırınım gösterdiği derecede kesinlikle pişirmiyor. 150 derece gibi ayarladığımda daha soğuk, 180 ve üstü dereceye ayarladığımda olması gerektiğinden daha sıcak pişirdiğini düşünüyorum. Ancak bu kekin biraz 150 civarında pişmesi gerektiğini biliyorum, bu sebeple şimdilik gözden gelinebilir. İkinci sorun, sanırım kek kalıbından kaynaklanıyor. Baton kek kalıbı ya fazla geniş, ya iletkenliği ile ilgili bir problem var çünkü kek yayık, kabarmaya çalışıyor ama tutunamıyor kaba. İleride diye düşünüyorum, US Bakeware veya Nordic Bakeware kalıplar alırım kendime, eğer fırın açarsam... Bir süredir limonlu haşhaşlı kek tariflerine bakıyorum ama bütün güvendiğim fırıncılardan önce kendim geleneksel anne keki tarifiyle yapmak istedim. Sanki o kekin eksikliklerini gidererek daha iyi bir sonuca ulaşabilirmişim gibi. Bir tarifte mükemmelleşmek için önce en baz tarifi yapıyorum ki o aklımdan tamamen çıksın. Bazen de gerçekten insan anne keki istiyor, arıyor. Bakalım bu kek öyle miymiş diye merakla bekliyorum. İçerisinde limon curd yok, üstünde sos yok, bildiğimiz kek... Tereyağlı değil bitkisel sıvı yağlı... Fazlasını dilimleyip buzluğa koyacağım, ki yaz boyu üzerine biraz dondurma ile yavaş yavaş yiyebilirim, belki yanında öğlen kahvesi... Ya da evde o anda kalmış bayatlamış bir meyve olursa ondan hızlıca bir marmelat ya da curd yapıp onunla birlikte yiyebilirim, belki... Evdeki fıstık ezmesiyle de olur, krem peynirle de, pek çok şeyle... Turşu ile bile olur diye düşünüyorum... 


O sırada kek kabararak kendisini kalıbın ucundan bir gösteriyor, aynı anda Maruş holdeki kedi çeşmesinden şapırdatarak su içiyor. Uyku öncesi suyu... Televizyonda Kanıt var, Sevil Atasoy bir şeyler açıklıyor ama sadece ses yapıyor, çoğu zaman olduğu gibi. Kanıt'ın tuhaf ışıklandırması salonunu dolduruyor: Sarı-mavi, değişik bir filtre kullanılmış bu dizide. Başka hiçbir şeye benzetemediğim, kendisine has bir efekt oluşturuyor. Evin ışıklarını kapatmak bu saatte normalde uyku modu anlamına gelirken benim daha bu keki fırından çıkartmam, bir 10 dakika soğumasını beklemem ve kalıbından çıkartıp soğutma tepsisine almam ve sonrasında yatma hazırlığı yapmam gerekiyor. Tahminimce en az 40 dakika daha ayaktayım. Bir an kendi kendime, Maruş acaba kaçıncı dakikasında söylene söylene gelip yatmamış olmama kızacak diye eğleniyorum. Böyle huyları var. Holde oturmama çok alışkın da değil ama fırını gözetlemem gerekiyor, maalesef fırın termometresi de almalıyım artık ve bu iş her an daha masraflı olarak daha can sıkıcı bir hale geliyor...


00:53. Bir yaz cuması gecesi. Dışarıda, karşı apartmanın terasında birkaç genç erkek İspanya'nın Almanya'ya karşı maç kazanmasına seviniyor ve bunu kutluyor. Yarın Türkiye'nin maçı var ve sanırım bu turnuva için bu büyük bir olay. Çeyrek final olabilir veya yarı final, tam olarak bilemiyorum. Genel olarak kafası karışık bir haldeyim bugünlerde, çok iyi takip edemiyorum. Neden kafam karışık, bilmiyorum. Sanırım sıcaklardan. Bir ilaç kullanmam gerekiyor, bu ilaç kan şekerini stabilize ediyormuş -sanırım. Kan şekerindeki ani dalgalanmaları engelliyor gibi bir açıklama okuyorum hafta başlarında. Bu ilaç beni etkiliyor. Açken harika hissediyorum, açken her şey çok rahat. Ama yemek yemeye başlayıp kan şekerim çıkmaya başlayınca işler tatsız bir hale geliyor. Tam bu ilaçtan biraz dert yanacakken fırından "çın!" sesi geliyor ve zamanlayıcısı fırının artık soğutmaya geçeceğini söylüyor. Kontrol edip zamanlayıcıya biraz daha zaman veriyorum pişirmeye devam etmesi için. Limonlu haşhaşlı kek güzel kabarmış durumda ama henüz istediğim gibi kızarık değil. Yok yok, kesin bir termometre almak gerek... Termometre, fırın kapları, çok iyi bir el mikseri, bir ofset spatula. Pastacılığın şıkır şıkır dünyasındaki masraf kalemleri sabırla kendilerine para harcanmasını bekliyor. Hazır kalkmışken yatak odasının camını da açmam lazım, çünkü toplamda 2 metrekare ve salona açılan servis penceresi dışında dışarıya bakan penceresi olmayan mutfağımda bu saatte pişen kekinin yatmadan önce evin bir yerlerinden dışarıya çıkması gerek... Yoksa bütün gece burnumun ucunu sızlatan o tatlı-ekşi nefis kek kokusuyla mücaadele ederim... Çok acı tecrübelerle yatmadan önce bu camı açmam gerektiğini geçmişte öğrenmiştim, ertesi güne buzdolabında hazır yemeğim olsun diye akşamdan yaptığım pırasa yemekleri veya soğan kullandığım herhangi bir yemek... Bütün gece pırasa kokusu eşliğinde tavanı seyretmek. Gibi gibi hikayeler... Bu mutfak çok fazla hikaye verdi bana ve ben bu şekilde olmaya devam ettikçe vermeye devam edecek gibi de... Keki kontrol etmem için yerimden kalkmam ve tekrar gelmem gerekiyor, işte bu noktada birkaç saniyelik mola...

Evet kek... Bıçakla kontrol ediyorum ve bıçak tertemiz çıkıyor. Bu arada aklıma şöyle bir şey geliyor, artık "cake tester" adı verilen uzun, metal kürdanlar var bu işlemi yapmak için. Fırıncılık listeme bir de cake tester ekliyorum, sonuçta bu liste özgürce ekleme çıkartma yapabilmem için kendim tarafından özenle tasarlandı ve yine kendim tarafından finanse ediliyor. Cake tester'sız bir hayat düşünülebilir mi, hepimizin bir değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aynı sırada Kanıt reklam veriyor, sanırım reklam öncesi bitmiş de olabilir. Evi saran nefis kokuyu duymazdan gelerek sabahı etmek bir imtihan olacak gibi: 15'ten beri bir şey yemedim (IF gibi bir şey yapıyorum ama IF değil, tamamen sağlık nedeniyle aç yatmam gerekiyor, yukarıda bahsetmediğim ilaç olayları). Sabah kahvaltısına ne yapabilirdim diye uzun süre düşündüm ama içinden çıkamadım, canım bir Aussie Pie çekiyor ama kahvaltı için ağır olur, kahvaltı sonrası da hava çok ısındığı için onu yapacak enerjim kalmayabilir. Malum, El Nino memleketi hiçbir şekilde terk etmiyor ve artık zihinsel olarak bununla mücadele etmekte zorlanıyorum. Pek çok felaket senaryosu gibi, bu sıcaklar da beni fazla paranoyak yapıyor ama çok düşünmemeye çalışıyorum. Ne diyordum... Kahvaltı... 2 yumurta, biraz tulum peyniri yiyip soluğu pazarda alırım diye söz veriyorum kendime. Küçük hedefler... 


Böyle böyle hayat geçiyor ya da geçecek galiba diye düşünüyorum holde fırının soğutmasının bitmesini beklerken. Bu kekin basitliğinde, Maruş'un bir babaanne gibi ağır ağır yayılarak hafif bir nefes vererek uyku moduna geçmesinde, televizyondan gelen mırıl mırıl seslerde... Sevinmeye, çok sevinmeye değer şeyler buluyorum...

SİERRALAR

08:01


Sierralar…


Cumhuriyet koşusu sarı, sapsarı bir toprak üzerinde… Buraya yasemin kokulu bir yoldan yürüyerek geldik. O yol bir umuttu. O bir hazırlanıştı. O bir hevesti. Eve… doğru… yaklaşan… yaklaşamıyorum… eve doğru… uzanı yo rum… 


Sanki söyleyeceklerini biliyorum, önceden çok öncesinden… O sadece seslendiriyor ve her şeyin canlı hale gelmesini sağlıyor, elle tutulur bir hale, elle boğuşulur bir hale getiriyor. Herkes gittikten sonra evi kapatacağımı düşünüyorum o sırada… kendi kendime, hayat zor konuşmalarla dolu; bu da onlardan birisi, dur ve gerçekleşmesini, sonra da geçip gitmesini bekle diyorum. İçinden geçip gitmesini... O konuşma bir şeylere çarparak ilerliyor. Yaşarken bir hasar bıraktığını anlıyorum ama o an buna dikkat etmemem gerekiyor. Köşeler ve kıymıklar. Hayalimde yaz adaları, sıcak iklimler. O konuşurken onu anladığımı biliyor, hayalimdeki yaz sıcaklarını, serin tentenin altındaki soğuk karpuzu düşündüğümü biliyor ve buna ortak olmayı isterdi ama ağzından çıkanlar, yalnızca kıymıklar ve köşeler… Bunlar olmak zorundaydı, bunlar her zaman olmak zorundadır… Gerçekleşmesi gereken onca şey… Pek çok zor konuşmadan birisi diye düşünüyorum yaz adaları hayalime içimden seslenerek. Olacak ve bitecek. Bedeller, yeni bedeller getirecek. Biliyorum, anlıyorum. 


Buradan gelip geçenler vardı. Yol üzerinde soluklananlar, mola verenler, devam edenler, onların yol arkadaşları… Bir araba geçerken şoför koltuğuna attığın bakışın bir saniye daha uzaması. Bir sa ni ye daha. Orada bulduğun bir şey, bir anlık eğitilmiş göz, alışmış göz. Yavaşça geriye çekiliyorum yavaşça. Herkes oradaydı. Sen oradaydın. Hep birlikte bir şeyi yaşadık ve geçirdik. Hiç gerçekleşmemiş olmasını istediğin o günler… Hep birlikte yaşadığımız, tanık olduğumuz bir şey, bir gün, tarihten bir sahne… Oradaydık. Sen de oradaydın. Sönük, pısırık, yok hükmünde. Oradaydın, u za na ma dığım bir şey olarak. Sıcak mevsimlerin, taş blokların arasında yürüyorum ve her adımda biraz daha dibini sıyırıyorum. Zamanla iyiye gidebilirdi. Ama kötüye gitti, bir anda. Kötüye gidemedi bile, kötü oldu, kötüleşti. Kötülüğün kendisi oluverdi. İşte... Kıymıklar, köşeler. Daha konuşurken konuşmanın arkasındaki fısıltıları duyuyorum. Bir ses orada arkadan sufle veriyor, bir ses üfürüyor, bir ses mırıl mırıl... Geceleri, gündüzleri... Bir ses orada fısır fısır tembihliyor, bir ses orada akıl veriyor, kendince... Kendi kendime "olacak ve bitecek" diyorum, bunu yaşamak zorundayız ve o bu konuşmayı yapmak zorunda. O kendisine tembihleneni sana tekrar edecek ve sen de buna isyan edecekmiş gibi yapacaksın. Bir oyun bu, bir şövalye kılıcını çekiyor ve tarihi bir düello sahnesi kuruluyor: Bir darbe, sonra bir darbe daha. Bir oyundan beklenmeyecek kadar kanlı ve acı verici oluyor ama her şey hala bir oyun. Herkes kendi rolünde ve herkes bu rolün hakkını vermeye çalışacak kadar birbirine saygılı. Ya da... Saygısız... Bilemeyeceğin konularda bilemeyeceğin sorular. Kılıç şıngırtılarının sesi artıyor ve kanlı oyun artık birbirimize tahammül etme ve bitene kadar sabretme eşiğini geçip acı çektiğimiz noktaya gidiyor. İçimden burada ölmeyeceğimi geçiriyorum, bu kılıç oyunu acılı bir oyun ancak ölmeyeceğim, bu sebeple devam edebiliriz. Olacak ve bitecek. Bazı bedeller diye düşünüyorum, ödenecek. 


Bazı bedeller ödenir, bazı bedeller beklenmedik bir şefkatle silinip gider. Bazı bedeller bir ödül haline gelir, bazı bedeller ise birer mucize... 


Sıcak mevsimlerin, ağır taş blokların arasında yürüyorum. Sierralar, bir sonbahar akşamının serin hayali... Eve doğru ağır adımlarla, ev, hep ulaşmaya çalıştığım ama bazen varamadığım... Ev kararlılık, ev du ra ğan lık... Uzanıp tutmaya çalıştığım. U za nıp kapıyı açıyor ve kendimi son bir güçle içeriye atıyorum... Olmak zorundaydı diyorum kapıda bekleyen kedime bakarken. Oldu, bir gün olacağını biliyorduk ve yaşadık işte. Şimdi, şimdi sen ve ben, birbirimizle biraz daha fazla vakit geçireceğiz...

KIRÇİÇEĞİ CADDESİ'NDEKİ KEDİNİN ŞİİRİ

11:05

Senin onun başında sabırla onu beklediğini

Ona bildiren birisi var 

O gizli bir el aracılığıyla bunu hisseder 

Ve iyileşmek için biraz daha 

Biraz daha çabalar belki

Veya 

Biraz daha rahatlar 

Bazen kendini hepten bırakıverirsin başkalarının sana baktığını görünce

Ya da daha doğrusu 

Bakılacağından emin olunca 

Öylece bir bakış atarsın, öylece bir bakış:

“Ben senin hayatına ansızın girmişken

Sen benim aracılığımla bir şeylerden kurtulacaksın

Benim bundan haberim bile olmayacak ama

Sen iyi olacaksın”

**

9 Nisan 2024, Ramazan'ın son günü...

TÜBİNGEN'DE UYANMAK

09:43

Tübingen’e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakıyordum.


Şehre döndüğümde fırtına vardı. Uçak çapraz rüzgara karşı sallana sallana iniş yaparken ve tekerlekleri piste dokunduğunda içimden “başlıyoruz işte” demiştim. Hepimizi içine alan, hepimizi yutmaya çalışan, sindiremeyen, çıkarıp tekrar alan şehir… burası… Bir süre uzak kalmak iyi gelmişti ve dönüşte bunu düşünmeye başlamıştım. "En azından bunu yapayım" diyerek yaptığımız her şey bize dönüyor ve bizi bekliyor... 


Gece fırtınası devam ederken uçaktan inip shuttle’a koşuyoruz, kabin valizleri ağlak birer çocuk gibi ellerimizde sürükleniyor… Ne gerek vardı bunca şeye? Rüzgar esiyor, çarpıyor, hırpalıyor bizi. İşte kısa süreli beraberliğimizden sonra sayın yolcular, dağıldık ve evlerimize gidiyoruz. Hepimizin kafasında binbir düşünce…


Her şeyi sırasıyla yapacağım diye düşünüyorum e-pasaport sırasına girerken. Önce şu beyin sisi ve uyku halinden kurtulmam gerek. Veteriner. Sonra evdeki işler var. Ütü. İş için sunum hazırlamak gerek. Evin çamaşır işi. Evin süpürgesi. Tozu. Nevresimler. İşyerindeki sunum için ön taslak onaya gitmeli. Bu kafa karışıklığı içerisinde pasaporttan geçiyor ve pasaportu hala elimde tuttuğumdan emin olarak kalan birkaç gramlık dikkatimi vermeye çalışarak çantamın iç gözlerinden birine koyuyor ve pasaportu oraya koyduğumu kendime gerçekten "gösteriyorum". "Evet pasaportu buraya koydum, kaybolmadı, cüzdanımın yanına koymadım çünkü metro için kartımı almaya çalışırken düşüp kaybedebilirdim ama kaybetmeyeceğim, pasaport içerideki gözde... " Koşar adımlarla çıkışa giderken Sabiha Gökçen duty free'si hiç davetkâr olmayan ışıkları ve içeriğiyle hızımı biraz kesiyor, kenarından geçerken birkaç Toblerone indirimine göz atıyorum ve çıkışa yöneliyorum. Tez, tezi nasıl unuttum. Of! Rüyamda tez hocamın öldüğünü görmüştüm hatta. İşin en ama en acı tarafı bu tezle ilgilenme sorunumu çözmüyor AKSİNE daha büyük bir sorun oluşturuyordu çünkü artık yeni bir hoca bulmam da gerekecekti. Havalimanı çıkışından metroya kadar olan yolu bu düşüncelerle o kadar hızlı gelmiştim ki kendimi bir anda metroda oturuyor halde bulmuştum ve beynimdeki sis yoğunlaşmış, ağırlaşmış, beni tüketmişti...


Sabah uyandığımda Tübingen'e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakmıştım ve şimdi yapacak o kadar çok şey vardı ki. Maruş'un beni evde beklediği düşüncesiyle biraz neşelenmiştim, muhtemelen ben eve gelince sevinçte oradan oraya koşacak ve tüm balyanaklılığıyla beni mest edecekti. Onun peşinden koşarken hava kararacak ve ben valiz işlerini yaparken günü bir şekilde bitirmiş olacaktım. İnmeye birkaç durak kala aklıma yine tez hocamın öldüğünü gördüğüm gelmiş ve tadım bir daha kaçmıştı ve bu günden başka bir beklentim daha kalmamıştı. Tamam pes etmiştim...



Sabah Tübingen'e uyanmak ve senenin, hatta iki senenin ilk karını görmek tuhaftı. Gözlerimi açtığımda Suşi yukarıdan bana meraklı ve mesafeli gözlerle bakıyordu, daha önce de birkaç kere söylediğim gibi, rüyamda tez hocamın öldüğünü görünce bilinçaltım rahatlayacağımı sanmış ancak fena halde yanılmıştı. Çenem yine ağrımış, kollarım feci halde kasılmış, uyandığıma binlerce şükür edecek haldeydim. Suşi sanki neler yaşadığıma tanık olmuş ama hiçbir tepki vermeyerek öylece izlemekle yetinmişti. Gece bir ara yatağıma kadar gelmişti ama hareket edince korkup kaçmıştı. Bu yabancı ile daha da uğraşmayacaktı ve yerine geçecek, usulca gitmemi bekleyecekti. Ben böyle alışkın değildim. Ben evde bir eşkiya ile yaşıyordum, her sabah 6 buçuk itibariyle koğuş kalkmalıydı. Kalkmama şansın yoktu, kalkmamak azarlanmak demekti ve bu azarlanma seansı saatler sürebilirdi... Dışarıda Almanlar koşuya çıkıyor, ben o sırada radyatöre biraz daha yapışıyorum...


Sanırım sorumluluklarım var artık farkındalığı geliyor yine, kendi evinizden binlerce kilometre uzakta olduğunuz zaman hafifleyen ancak aklınıza geldiğinde hissettiğiniz bir şey... "Sorumluluk" gibi ağır bir sözcük değil de, mevcut düzeni devam ettirmeye dair tuhaf bir itki, "bu düzeni ayakta tutmam lazım, bu düzenin ortasındaki ana direk benim ve hepsi etrafımda dönüyor" ve "beni bazen bir vorteks gibi içine çekiyor olsa da bu düzenin böyle devam etmesini seviyorum"... Sonra şunu düşünüyorum, bu tuhaf sistem tamamen dağılsa ne olur? Muhtemelen başka bir şehirde hava yine çok soğuk olur ve bir akşam Ben Röhmer dinler ve ne yapacağımı düşünürdüm. Bir kere tek başıma kalmam gerekir. Çok tuhaf bir tek başınalığım olur benim: Kendimi gözden geçirmem, kendime dair bir hasar tespitinde bulunmam, kendimle konuşmam ve kendimi harekete geçirmem gerekir. Kilitlenip kaldığım zaman bile tutunacak bir şey bulmam gerekir, sistemin bazen böyle yapabileceğini hatırlatmam... Etrafımda birisini isterim ama sanki istemem de. Bu böyle gidip gelen bir düşünceler silsilesi olur, ta ki sabah olup yapmam gereken şeylerin yapılma vakti artık gelene kadar... 



Dışarıda köpeklerini gezdirmeye çıkmış, rutin hayatın tadını keyifle çıkaran insanlara bir göz atıyorum. Ocağın üstündeki demlikten tiz bir ses çıkmaya başlıyor. Hazır hissetmek için her şey hazır, tüm bu hazırların arasında durup tutunacak bir şey bulmaya çalışıyorum. Bir iddiam yok, bir bahanem yok, bir gerekçem de yok. Sadece, öylece. Duru...yorum...

HER ŞEY DAHİL "2m²"

11:21



“Nasa son yıllardaki en büyük güneş patlamalarından birini yaşadığımızı açıkladı, etkileri yarın Dünya’dan hissedilecek.” 


Bir gece atağı ile bu sefer evdeki bez çantaları ve kupaları temizliyorum. Diyar diyar dolaşılıp toplanmış bez çantalar holde yerde, cumartesi gecesi kendilerinden sonsuza dek vazgeçilmiş olma krizini gerçekten atlattıklarından emin olmak için pazar sabahının olmasını ve aklı başında bir şekilde tekrar gözden geçirilmeyi bekliyorlar. Kupalar da mutfak tezgahının üzerinde… Evde çok fazla kupa var ve çok fazla kupa ne yapılır bilmiyorum. Çay kahve köşesi diye çıktığım yolda son kullanma tarihi 2020 yılı olan İsveç’ten getirilmiş ve hiç açılmamış çaylar buldum. Bir tanesinin üzerinde passionfrukt yazıyor. Açıp kokluyorum ve gerçekten nefis kokuyor. İçilmemiş, kalmış. Kendimden, para harcama şeklimden ve biriktirdiklerimden anlık nefretler ediyorum. Meksika’dan gelmiş vanilyalı Nescafe. Çöpe. İspanya’dan seneler önce gelen arkadaşın getirdiği bir başka kahve… 2021 yılında SKT’si olmuş. Çöpe… Kupalar tezgahın üzerinde emir bekleyen askerler gibi bekliyorlar, ağızları açık… Bir iç sıkıntısı ile dışarıdaki fırtına sebebiyle sürekli kesilen kablolu yayında açık bir kanal bulabiliyorum: Jackie Chan’in bir filmi, korkunç bir dublajla birlikte. Jackie Chan o kadar genç ve film o kadar eski ki, bir türlü bildiğim bir seneye oturtamıyorum. O halde 80’lerdedir… İnanılmaz detaylar var filmde, ama bir tanesi çok hoşuma gidiyor: Jackie Chan (tabii ki genç, başarılı bir polis rolünde), bir alt geçitte üzerine yerleştirilmiş bombayı çıkartıp bir arabaya bağlıyor ve arabadan çıkarken gömleğini ve atletini alıp koşmaya başlıyor. Jackie Chan’in atleti ve gömleği olmadan patlamak üzere olan bir arabadan kaçmaması keyfimi yerine getiriyor. Kesin 80’lerdedir diyorum, kesin… Reklam arasının ısrarla bitmesini bekliyorum filmin adını öğrenmek için, Süper Polis 2 çıkıyor. Bu film sanki ben çocukken babamın seyredeceği bir film gibi… Geçmişe, çocukluğuma uzanıp o zamanki babamla bir bağlantı kuruyorum olduğum yerde… Saat bir anda 00:15 oluyor ve resmi olarak pazar kahvaltısını beklemeye başlayabileceğimi düşünüyorum. 


Son haftalarda canım sıkkın. Genel olarak canım en çok sıkan şey: Maruş’un ishal olması gerekiyor. Yaa, şaşırdınız değil mi, eminim bunu beklememiştiniz. Bağırsaklarını boşaltmamız gerek. Bir kedinin ishal olması ne kadar zor olabilir? Olamıyor. Bu artık aramızda bir direnç yarışı haline geldi gibi hissediyorum. Yemesi gereken mamaları isteyerek yemiyor, yemesi için zorla kabında bırakınca yiyip kusuyor. Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz. Ve bir seferlik tuvaletini fazla fazla yapması gerekirken, yapmıyor. Bu durum beni yordu ve kabızlığı sebebiyle yürümesi problem olmasa tamamen peşini bırakacağım ama bırakamıyorum… 


Geçtiğimiz haftalarda Maruş’u evde bırakıp Ankara’ya gitmem gerekti iş için. 36 saat. Sırf bu durum sebebiyle 36 saat evden uzakta kalmak (komşumuz tam 4 kere gelip bakmış olmasına rağmen -ki böyle bir komşu herkese nasip de olmaz) inanılmaz bir eziyet haline geldi. Ben kedi bakamıyor muyum diye düşündüğüm, geceleri kabuslar gördüğüm anlar yaşadım. Çok uzatmak istemiyorum ama, bu durum beni üzdü ve işte dediğim gibi, yordu… Kardeşimi bekliyorum İstanbul’a gelmesi için. Gelsin ve ben bu b.ktan gündemden kurtarayım. Ya da en azından bu b.ktan gündemi paylaşacağım birisi olsun… (Bu konuyu kafama çok takmıştım ama sonrasında tuhaf tesadüfler sonucunda bu konuyla ilgili garip bir video seyrettim. Kedilerin arctuarian olduklarını, tıpkı bir yenidoğan çocuk gibi anne figürüyle iktidar yarışına girmek için, veya işte üstündeki ilgiyi devam ettirmek için, veya kendilerinin ona bakım veren insandaki yerini test etmek tuvaletlerini yapmayabileceklerini söylüyordu, vesaire vesaire. İnanılmaz aydınlanmıştım!) Ne diyordum, Ankara’ya gittim… O kadar güzel denk geldi ki, gitmişken Çatı’da bir öğle yemeği fırsatı da bulduk… 


Off, ne desem. Çatı benim sıfır noktalarımdan birisi. Aslında böyle değildi ama geçen sene kardeşimle benim için çok uzun bir aradan sonra birkaç kere gidip çok tatlı vakit geçirmiştik ve artık Çatı benim için onunla kış günü tabaklarımızı fütursuzca tepeleme doldurmak, hala üniversiteli ve 20’lerinde olmak, hala ne kadar yiyorum derdinin olmaması ve hala hayatın getireceği gerçek sorumlulukların farkına varmamış olmak gibi hislerle ilişkilendi. Çatı, insanın dertsiz hayatının uzakta kalan gerçeküstü bir minyatürü gibiydi. Zamanın durduğu bir nokta, zaman içeride artık akmıyor. Figüranlar değişiyor ama menüler bile aynı… Hala aynı çukur tabakları çikolata çorbası haline getirecek şekilde profiterol ile doldurmak istiyorum. Hala aynı çukur tabaklarda kabak tatlısı üzerine bir de mozaik kek almak istiyorum. Böyle şeyler yapmak istiyorum sonra hepsini yemek… Ve yetişkin debit kartımı kardeşime vererek bize yemek üstü bir de çay ısmarlamasını istemek… O zaman kedi b.kunun miktarını düşünmüyorsunuz ve bu size o an için inanılmaz iyi hissettiriyor… İçeride çalan 2020 başı müzikleri… Her şeyiyle bir bütün… 


Pazartesi günü yürüyüşünü yaparken bir anda Stollen ekmeğimi yapmak için uygun bir zaman bulduğumu düşündüm. Aslında bizim Karadeniz’de yöresel bir ekmeğimiz var: Balkabaklı, pırasalı, içine tatlı patates bulup koyduğunuzda tadı arş-ı âlâya çıkan, bulamadığınızda normal patates ile de kendini yutturmayı başarabilen mısır unlu bir ekmek. Buna “miritözüm” deniliyor. Kışın annemle birlikte evlerimizde bunu sıklıkla yapıyoruz ve ikimiz de yemeyi de yapmayı da çok seviyoruz. Seneler içerisinde bu bizim sevgi dilimiz haline geldi. Annemle birtakım yapılış farklılıklarımız var, ben fırında yapmayı severken o ocağın üzerinde yapmayı tercih ediyor. Ben balkabağı tadını yükseltmek için içine çok azıcık şeker de koyuyorum. Ve fırında kurumasını engellemek için de süt veya süt kreması veya sadece krema… Annem ocaküstü sevdiğinden bunların hiçbirini tercih etmiyor ama onun yaptığı ekmek de inanılmaz lezzetli. Daha organik, daha ehlileştirilmemiş bir tat. Annem herkesin bu ekmeği sevmesini de çok umursamıyor. Gelenekten gelmek böyle bir şey. Ben ise yaptığım ekmeğe herkes bayılsın istiyorum. Aslında biraz da fazla uğraşmayı seviyorum. Bana göre terapötik olan bu uğraşma eylemi, annem için orijinalinin bozulması. Ama yine de iyi anlaşıyoruz ve her çeşidini severek yiyoruz… 


Ne diyordum… Miritözüm. Bu ekmeğin yapım videosunu evde kendi kendime birkaç kere çektim ancak yayınlamak için yeterince iyi olmadığını düşündüğüm için iki seferde de kaldı. Aslında genel olarak mutfakla ilgili hayallerim var. 2 metrekarelik mutfağımda o kadar çok şey yaptım ve o kadar çok şeyle uğraştım ki bunun eğlenceli bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Salona açılan servis penceresinden beni izleyen arkadaşlarım da genel olarak aynı fikirdeydi hep. Ama işte… Niye olmadı? Konseptim bile hazırdı: "2m²". Evet bu kadar. 2 metrekare (aslında bence o kadar bile değil) olmayan mutfakta aslında ne kadar keyifli vakit geçirilebileceği üzerine bir şeyler çekmek istiyordum. Mutfak sadece yemek yapılan değil, Fever Ray'in Seven şarkısında dediği gibi "7 yaşındayken aşk ve bulaşık tabletleri üzerine konuşabileceğiniz" bir yer... Biraz dertleşirdik, güzel olmaz mıydı? Öf hayaller...


Tüm bu miritözüm hikayesinden sonra artık Almanya’da denediğim ve çok beğendiğim stollen ekmeğini yapmak için doğru bir zaman olduğunu anlamıştım. 3 haftalık ekmek yapım sürecine hemen başlarsam kardeşimin beni ziyarete geldiği zamana ekmeği yetiştirebilirdim. Stollen için almam gereken her şeyi, evde halihazırda bulunan farklı bir eşiyle değiştirmeyi daha uygun buldum kendi kendime. Portakal kabuğu rendesi şekerini evde kendim yapacaktım (bir kere ocakta portakal kabuklarını şurubun içinde kaynamaya bırakınca yanmıştı, tekrar deneyecektim). Evdeki kuru üzümler az gelecekti, ben de evdeki komşunun umre hurmasından ekleyecektim. Tüm bunların yanına çok alakasız olarak bir de kavun kurusu gelmişti (haha, ne alaka değil mi? Koz’dan kuru kayısı alırken her zamanki gibi bilincimi kaybetmişim ve sonrasında kuru kavunu da stollen’e koymak iyi bir fikir gibi gelmişti -ya da kendimi buna inandırmayı tercih etmiştim). Stollen artık Almanlıktan çıkmış, yarı Levanten, yarı İstanbulite bir hale gelmişti ama yine de problem değildi. Biz iyi anlaşacaktık. Ekmeklerle genel olarak iyi anlaşıyordum ve bu durumdan memnunduk…


Eve geldiğimde ev soğumuş, hava kararalı birkaç saat geçmiş, Maruş Hanım kabındaki mamasını kıtırdatmış, kitaplığıma astığım ve evden çıkarken de açık bıraktığım pirinç ışıklar bile boş eve yanmaktan keyifsizleşmiş bir haldeydi… Şimdi diye düşünmüştüm ayakkabılarımı çıkarıp aynı anda holün ışığını yakarken; bu evi, olabilecek her şekilde ısıtmak yine başa düşmüştü… 

PANKEK BAR

03:50

Pankeklerin piştiği ocağın çelik mi taş mı olup olmadığını anlamaya çalışıyorum ama bu mesafeden biraz zor. Üzerinde çizikler var gibi ancak aynı zamanda üzerine dökülen yağ güzel kayıyor ve pankekler çok fazla yapışmıyor. Günde 400 tane pankek yapıldığına dair simli bir sticker barın üstünde gururla pırıldıyor. Böyle bir sirkülasyonda devam edebiliyorsa ocağın çelik olacağını düşünüyorum ama siyah taşımsı bir dokusu da var. Garson geldiğinde bizim masamızdan bir miks pankek bir de Fransız tost siparişi alıyor. Fransız tostu benim için fazla soslu. Pankek ise yine benim için fazla meyveli ama nedensiz bir ihtiyaç duyuyorum. Fransız tostunun üzerindeki muzları esmer şeker ve tarçınla güzel bir karamel içerisinde kavuruyorlar. Bu mesafeden ocağın başındaki şefe müdahale edemem ama her şeyi görebilir ve bunun tadını çıkarabilirim. Hafif arkada kalan suşef dümdüz bir plastik kapta pankek hamuru yapmaya devam ediyor. Her defasında basitliğine şaşırdığım gibi, şimdi de şaşırıyorum. Dünyanın herhangi bir yerindeki hamur kadar sıradan ama bu onun verdiği nostaljik hisse engel değil... Suşef bunun farkında ve çok da uğraşmıyor. Karışmış görünmesi yeterli. Hamurun içindeki topakları görmeye biraz gıcıklanıyorum, oysa böyle olmasının daha iyi olduğunu herkes bilir. Yine de…


Garson, bu kadar şeyi nasıl yiyeceğimi merak ederek gülümsüyor, sen bunu fark edip daha da şaşırıyorsun. Oysa o seni göremez. Sen bir hayaletsin. Şef, muhteşem bronz rengini almış muzların üzerine biraz da ceviz serpiyor. Televizyonda 90’lar polisiyesi, arada bir gözüm kayıyor. Pis bir Diner’da oturmuş ajan, içine ilaç katılmış bir filtre kahveyi keyifle yudumluyor. Sonrasını merak bile etmiyorum. Televizyon dipten gelen bir mırıltıdan ibaretleşiyor. Sen bir hayaletsin. Seni buraya getirirken burada yapacağım veda konuşmasını düşünmüştüm ancak sen öylece vedalaşabilen bir varlık da değilsin ki. Seninle ne yapılır onu da bilmiyorum: O kadar uzun zamandır birlikteyiz ki. Artık vedalaşmalı ve ben kendi yoluma gitmeliyim. Her şey çok kolay olur sanmıştım, hava kararmadan önce. Tabii ki, hava kararmadan önce kolaydı…  Hava karardıktan sonra kaygı artık kendine has bir canlılık oluşturmaya başlıyor ve nasıl desem, vücutlaşıyor. Pankekler gelince yanında bir de kahve istiyorum. Kahvemi içince sen daha çok canlanıyorsun. İşte kaygım tam karşıda: Gözümün içine bakarak bir şeyler olmasını bekliyor. Ukala, kendinden emin, beni öfkelendirmeyi bekleyen bakışların altındayım. Burada bu konuşmayı yapamayacağım diye düşünüyorum o sırada, dalgın... Bu konuşmayı ne zaman yapabileceğim? Bu konuşmayı en yakın arkadaşım bana arkadan söylemeli ve ben onu tekrar etmeliyim, başka türlü başaramayacağım. Bir yudum daha ve kahve almanın büyük bir hata olduğundan artık eminim. Televizyondaki ajan bir kapıya çarpıp devrilmemek için son anda kendisini durduruyor. Ben hayaletimle birlikte bilmediğim bir yere doğru yuvarlanıyorum, içeriye doğru... 


+Geniş kıyafetlerinin içine saklayabileceğin toplamda kaç kişi var benden başka? 


Geniş kıyafetlerinin içinde aslında ne kadar korktuğunu fark etmediğimiz insanlar… İşte hepimiz bu yağlı masalarda oturup birlikte kıtır topping'li pankeklerimizin tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Kıyılarımız tedbirli. Sınırlarımız güvenli... Hava sahamız sakin… Her gün yeni bir senaryo için tatbikat yapmıyormuşuz gibi umursamayan bakışlarla… Oysa her an bir Ortadoğu savaşına hazır. Zihnimizde berrak olan tek şey bu: Savaşa gideceğiz ve hazır olmamız gerekiyor. Hayatta kalmak için bilmemiz gereken her şeyi bilmeye çalışacağız ve hep daha çok çalışacağız. Tamamlanması gereken ihtiyaçlar ve panik listeleri üzerinde çalışılmayı bekliyor...


Tüm bunlara karşılık akşam eve gelince, ta yoldan beni karşılayan kediler… Yumuk dostlarım... 


Yabancı kedilerin bile teklifsizce kucağına gelip yattığı birisi oluyorum bir süreliğine ve bu durum beni hayata çelik sicimlerle bağlıyor. Tüm konstrüksüyonumun en sağlam noktasındaki kediler... Beni yumuşatıp ısıtıyorlar ve biraz da kucaklıyorlar. Ve işte tekrar, ufacık bir kızım ve bununla rahatım. Ufacığım ama bir an önce büyüme endişem gitmiş, bir an önce büyüyüp başımın çaresine bakma stresi yok, nasıl olur… Ufacığım ve kucağımdaki kediden arsız bir ilgi görüyorum. Çok küçüğüm, çok… Bu kediler beni sevimli jeli patişleri ile koruyacaklar ve benim hiçbir şey yapmama gerek kalmayacak… Böyle desem inanır mısınız…


Kirli camların arkasından dışarıyı izliyorum tabaktaki son sosun kaldığı çatalı yerine koyarken… Neon tabelalar yanıp sönüyor… Kaygım karşımda oturmuş Fransız tostunu kurcalıyor, tatsız… İşte yine başladık diye düşünüyorum… Keşke en yakın arkadaşım arkamda olsa ve ona ne söylemem gerektiğini bana söylese ve tekrar etsem ve işte...  Bir anda oluverse her şey... Ortalık sessizleşiyor ve geriye televizyondaki ajanın mırıltıları, ben ve kaygılarımın oluşturduğu o bambaşka insan kalıyor...