VENEDİK DUVARLARININ İÇİNDE

00:20



Kendi kendine yaşayıp geçtiklerin. Kendi kendini teselli ettiklerin, kendi kendini inandırdıkların… Kendini rahatlatmak için içinden geçtiğin her şey. Kendini iyi hissetmek için ayağa kalkman gerektiği her an... Hepsine anlamlar ve boyutlar yükledik ve sonra tüm bağlarımızı kopardık onlarla. Haşin bir öfkeyle kestiğimiz ince teller... Tekrar işler hale gelebilmek için, tekrar bir amaç bulabilmek için... Gerçek bir öfkeyle kesmek zorunda kaldığımız, peşinde ince bir sızısı hep kalacak olan o ince teller... Köşeye sıkışınca kaç kişinin üzerine atlayabilirdik aynı anda? Tam olarak nelerden vazgeçebilirdik? Potansiyel nedir, bilmediklerimiz... Ama, vakti gelince öğreneceğimizden emin olduklarımız... Venedik duvarlarının içinde kaldıklarımız, Venedik duvarlarının altında kaldıklarımız... 


Şimdi bunları kenara bırakalım, bunlar bambaşka zamanlarda konuşacağımız şeyler. Şu an o an değil. Burada artık keyifli bir yolculuk var. Biraz ondan bahsedeceğim...

KÖNİGSPLATZ'DA AKŞAM ÜZERİ

02:58



Königsplatz'da akşam üzeri. Kış akşamı. 


Bu toprakların karla kapanan masumiyetine inanmak istiyorum ama bu mümkün değil. Artık pek çok şey mümkün değil.


Alemgir Şah, meydana çıkıyor. Tarihte bazı mesafeler var katedilmesi gereken, bazı şehirlerin yakılıp yıkılması gerçekten gerekiyor ve tekrar oluşması için kontrolün gevşetilmesi de... Şu an böyle bir anın içerisindeyiz, garip bir rüzgar esiyor aramızda, bir şey taşımayan bomboş bir rüzgar. Hislerini kaybetmiş bir rüzgar ve kendisine yeterince güçlü bir engel bulana kadar çarparak ilerliyor. Bu rüzgarla birlikte ben de buraya kadar geldim ve işte, Alemgir Şah meydana çıkıyor. Tüm bu yıkıntıların arasında; parlak, vahşi bir mücevher gibi… Rüzgâr sessizleşiyor, toz duruyor. Toprak. Duruyor. Bir anda dönüş yolunu düşünüyorum. Dönüş yolu uzun, meşakkatli. Ne kadar çok uğraştım buraya gelirken. Ne kadar çok yoruldum. Ama burası henüz yorulacak bir yer değil, burası, henüz dinlenmeyi hayal bile etmememiz gereken yer… 


Büyük bir meydanda, birazdan kaybedeceğimiz sakinliğin son tadımları… İçeriye çekiliyorum, kendi saflarıma; çok, çok ağır olmasını istediğim kapıların sürgülerini gürültülü bir şekilde kapatıyorum ve sessizliğe geçiyorum. Bu çok ağır kapıların arkasında biraz daha güvende hisseder miyiz, emin değilim. Bu kaygı, kapıların arkasında bırakabileceğimiz bir kaygı mı? Hızla geri çekiliyorum, geldiğim yere kadar. Çocukluğuma kadar… Geri. Çekiliyorum çok ağır kapıların arkasında. Burada sadece ben varım ve bir de tuhaf, incecik bir içgüdü, yaşama içgüdüsü. Hayır hayır, tutunabilme içgüdüsü. Burası, benim tutunacağım yer. Burada Alemgir Şah meydana çıkar ve tüm ölülerin ortasında durup bayrağını açmaya başlar ağır ağır… Burası, başladığımız yer değil, burası bin bir emekle geldiğimiz yer… Buraya gelmek için fedakarlıklar yaptık. Buraya gelmek için arkamızda bıraktığımız onlarca bile değil, yüzlerce, binlerce insan… İşte yerlerde yatıyor kanlar içerisinde. Alemgir Şah kılıcını bileyler ve kaldırır... Kılıç, yerine koyulacak bir kılıç değil. Kılıç belki biraz uyudu ama dinlenemedi. Kılıç geceleri bir gözü kapalı, bir gözü sicim gibi etrafı tarar bir halde… Kılıç tedirgin ve sallantıda, sabırla biriktiriyor… Kılıç, beklemede... 


İnce bir ipin üzerinde… 


Tarihte bazı şehirler var yakılması gereken, bazı şehirlerde hiç kimseyi gerçekten bırakmamak gerekiyor, bazı şehirlerde ise kontrollü bir gevşeme yaşanmalı… Her şey yukarıdan gördüğümüz gibi, ince bir ipin üzerinde tuhaf bir denge var. Bazı dönüşler açık ancak biz o kadar ilerledik ki artık…


Tuhaf bir denge...


POILÂNE

21:34



Geçtiğimiz günlerde Ankara'da, yılbaşı tatili gecelerinden birinde, annemle geç saatlere kadar otururken aramızda aniden tuhaf bir konu açılıverdi. Aniden demek çok doğru olmayabilir, öncesi var: Ben bir kitap okuyordum, Psikosoybilim. Kitap aslında bildiğimiz aile dizilimi konusunun biraz daha bilimselleştirilmeye çalışılmış hali gibiydi, taa 2016'da almışım kitabı ancak bu gelişimde aile evinde boş bulununca resmen ayaküstü okuyup bitirme fırsatı bulmuş oldum. Kitaptan bahsetmeyeceğim ama genel olarak aktarılan aile hikayeleri ve aile üyelerinin hayat örgüsü ile ilgili insanda bazı algıları açmaya çalıştığını söyleyebiliriz, sanırım... Annemin geçen senelerde evde artık eskimiş kot pantolonları kare kare kesip biçerek yaptığı patchwork televizyon örtüsünün altında ısınırken ben de ona sormuş bulundum: Anne, bizim ailemizin kadınlarında nesilden nesle aktarılan bir şey var mı? Annem o kadar hızlı "var tabii" dedi ki sanki bu soruyu sormamı bekliyormuş gibi hissettirmişti. Üzerine sonrasında epey konuştuk...


Ben, bendeki ekmekçilik merakının annemden geldiğini biliyordum. Annem, nasıl desem, gerçek bir ekmekçidir. Şu anda bile evdeki tüm ekmekleri annem yapıyor, bir tane ekşi mayası var (ki adını annem hiç istememesine rağmen Ferhunde koymuştum çünkü aşırı arsız bir maya. Gerçekten bir mayanın ne kadar utanması yoksa o kadar utanması yok diyebiliriz. Gün içerisinde annemin bu maya ile maceralarını dinlediğimiz telefon konuşmaları yaşarız. Mesela kısa bir süreliğine annem mayayı beslemiş ve diyelim ki namaz kılmaya gitmiştir ama maya ev soğuk olmasına rağmen çıldırır ve bir anda kabararak taşıverir etrafa. Böyle böyle şeyler...). Ferhunde'nin arsızlığı sağ olsun annem çeşit çeşit ekmek yapıyor ama annemin ekmekçiliği ne kadar uygulamaya yönelik olsa da ben ekmekçiliğin bu milimetrik, neyin ne olduğu tarafı ile daha çok ilgileniyorum. Yani ekmeği neyin bu kadar kutsal yaptığı, neden tüm dünya halkları tarafından kutsanmış olduğu, her dinin kutsallarından biri olduğu, en ilkel metinlerden fantastik edebiyatta bile kendisine nasıl yer edinmiş olduğu gibi... Mesela annemin Ferhunde ile yaptığı ekmeğin bir çeşidi aslında muhteşem bir brioche ekmek ve french toast için inanılmaz bir performans veriyor. Annem onun brioche olup olmaması ile ilgilenmiyor, önemli olan onun istediği "ekmek" mahiyetinde olan bir ekmek olması. Annem bir Kıbrıs ekmeği yapıyor mesela ama onun Kıbrıs ekmeği olup olmaması da onu ilgilendirmiyor, hayalindeki o istediği ekmek görüntüsü, tadı ve dokusu ile uyuşuyorsa o ekmek olmuştur onun için. Peki ya annemin zihnindeki o "ekmek" nedir, değil mi. Yani annem "ekmek" denildiğinde neye referans veriyor aslında? Çocukluğunda, köydeki ekmekler. Annemin çocukluğundaki ekmekler, nasıl desem, benim hayalimde canlandırdığım şekliyle hepsi ayrı birer efsane haline gelmiş durumda. Çok garip değil mi? Annem çok fazla köy hikayesi anlatır, hatta muhteşem bir hikaye anlatıcıdır ve çocukluğumdan beri bu hikayeleri o kadar çok ve o kadar detayda dinlemişimdir ki ben her şeyi neredeyse yaşamışım gibi hissederim (kız çocuklarının annelerinin bir alternatif benliği olması konusunu da başka bir şekilde konuşabiliriz bence). O yüzden her şey çok canlı bir şekilde zihnimde duruyor. Annem çok küçükken anne-babası Almanya'ya göç ettiği ve babaannesi ve birkaç kardeşiyle beraber kaldığı, evin ve bahçenin tüm sorumluluğu ona geçtiği için ekmek yapma işi de tabii ki anneme kalmış. Annem diyor ki, köyde çok büyük kapları varmış ve tüm ekmekleri kendileri unlarını öğütüp yapıyormuş. Bu mısır unu öğütme kısmını ben de hatırlıyorum çocukluğumdan, ne zaman köye gitsek bir değirmene gitme olayımız mutlaka olurdu. O dönemde köyde kullanılan unun nereden geldiğini bilmiyorum ama şimdi artık antik diye tabir edilen unlardan olduğu kesindir diye düşünüyorum. Hayat çok garip, sonrasında ben bu ekmek işine çok merak sardığım için Fransa'nın meşhur ve çok ödüllü Poilane ekmeğinin Vakfıkebir ekmeği ile aslında aynı ekmek olduğunu görmemle şok geçirmiştim. Paris'te birkaç Poilane şubesi gezip oralarda da aynı şoku seri bir şekilde yaşamaya devam etmiştim. Bu durum beni hala şaşırtıyor: Başka bir zamanda, başka insanlarla, tamamen başka bir sonuç vermiş. İnsanlar Türkiye'den, hatta San Francisco'dan, Japonya'dan gelip ödüllü ekmeğinizi denemek istiyor, oysa bu ekmek benim annemlerin çocukken köyde yaptıkları ekmek aslında. Ama o dönemden geriye o kadar hiçbir şey kalmamış ki: Maya kalmamış, buğday kalmamış, fırın kalmamış. Ocaklar birer birer sönmüş evlerde. İnsanlar kendi çocukluğunu kendi evlerinde arayamıyorlar. Dağılmış ve bir araya gelmesi imkansız bir evren orası artık...


Düşünsenize annem 13-14 yaşlarında ve bir aileyi doyuracak ekmekleri büyük, bakır kaplarda ya da ağaç kaplarda yapıyormuş. Eskiden köylerde marangozlar varmış bu ahşap ekmek leğenlerini yapmak için. Bu ekmekler büyük ve çok doyurucu ekmekler. Artık hiç şaşırmayacağımız gibi, bu ekmekler bugünkü bozuk buğdaylarla yapılmadığı için öyle kilo da yapmıyor. Başka bir blog yazısında da yazmıştım galiba, Ekmek Barışı diyeceğim bir şey var; bu ekmeklerle de barışıksınız, size iyi hissettiren, sizi doyuran ve tok tutan, size enerji veren... sıcak, üzerine kendi ineklerinizin sütüyle yaptığınız boool yağlı kaymak sürüp yiyebileceğiniz ekmekler... Annem tüm buğday ekmeklerine biraz da mısır unu koyarmış, hatta şimdi yaptığı ekmeklere de mutlaka karıştırıyormuş biraz. Ben bunu bilmiyordum, bu yazıyı yazarken sordum, öğrenince şaşırdım da... Mısır ekmeği zaten bambaşka bir dünya ama buğday ekmeğine de mısır ununun katılmasının aromaya etkisini düşünsenize... Buğdayı kendileri yıkarlarmış ve kendileri öğütürlermiş (anneme buğdayınız nereden geliyordu diye soruyorum, tabii kökenini çok iyi bilemiyor ama Maçka'dan alırlarmış). Şimdi bu pek çok yokluk ve zorluğun içerisindeki hayata özenmeyecek ve sizi de özendirmeye çalışmayacağım elbette ama düşünsenize, dışı çıtır ve vurunca "tak tuk!" sesleri gelen ekmeğin içini kesiyorsunuz ve büyük baloncuklar sizi karşılıyor ve daha da önemlisi, içiniz rahat bir şekilde yiyebildiğiniz bir ekmek bu, süngerimsi bir un pişmiği değil. Annemle konuştuğumda mısır ekmeğini de o zamanki gibi sevdiğini söylüyor ama ben öyle değilim. Klasik mısır ekmeği de çok güzel ve tabii ki balık, karalahana çorbası ya da yemeğinin yanında muhteşem... ama mısır ekmeği bir o kadar da tatlıya yakışıyor. Amerika'da Southern diye tabir edilen cinsten, Teksas mısır ekmeği seviyorum ben. Tatlı, kekimsi, yanında mümkünse bir turşu ve acılı chili sosla sonsuza kadar yiyebileceğiniz, biscuit'i andıran, Türkiye'deki gibi çökük ve koyu kıvamlı değil, aksine "airy" ve hafif ekmek... Pamuksu... Öf! Bence burası artık yazıda susmam gereken o yer... 



Ne diyordum... Bu böyle insana akan bir şey, insanın içine bir şekilde gelmiş olan ve orada kendi kendisine var olan bir şey... Ben bunun annemden gelen bir tohum olduğunu zaten biliyordum ama bu kadar derinlere kök salmış olması beni de şaşırttı. Boşuna atalık denmiyor olsa gerek Anadolu'nun eski buğdaylarına... Adı üstünde. Psikosoybilim böyle açıklamıyor bunu ama ben kendi heyecanımda ve bu heyecanımı annemin normal karşılamasında, hatta belki de zaten bende bunu beklemesinde anlıyorum. Şeyh Galip'in en sevdiğim dizesi aklıma hep geldiği gibi yine geliyor; belki de biz, bambaşka bir delilik yoluna düşmüş garip yolculardık, kim bilebilir?

BİN MUHTEŞEM SEVİNÇ - I

01:49


1. Sabah uykumu almış bir şekilde erken kalkmak, mümkünse herkes uyuyorken ama güzel bir güneş de varken... Havanın aydınlanması ile birlikte kalkmış olmak ve uyandığım gibi ilk planın kahvaltı yapmak olması...
2. Uzun bir gece açlığı sonrası sabah heyecanla kahvaltı hazırlamaya başlamak. Aynı kahvaltıyı ufak ufak değiştirerek tekrar tekrar yapmak. Yazın geniş salatalarla kahvaltı, kışın yumurtalı kahvaltı... Bazen lor peynirli, bazen tulum peynirli, bazen rastgele farklı bir şey denemek için alınmış farklı bir peynirli. 
3. Kendi kahvaltım için yumurta haşlanıyorken ya da çay suyu kaynatıyorken Maruş'un mamasını kontrol etmek ve Maruş'la biraz koşturmak. Kocaman yanaklarından öpmek, kafasının üstünden öpmek, biraz gıcık etmek ve iyice gıcık olup peşimden koşmasını sağlamak...
4. Öğlene kadar evdeki işleri halletmek ve bunun hayatta biraz ilerlemiş şekilde hissetmeme izin vermesini sağlamak...
5. Öğlen kahvesi... Yanında daha önceden yapıp buzluğa kaldırdığım yulaflı kuru üzümlü cookie yemek. 6. Bu cookie'leri genelde 60-70 gr şeklinde yuvarlarım ve her öğlen önce bi yarım yer, yarım cookie'nin kahve ile tam denk gelmediğini görüp geri kalan yarımı da kaçamak olarak ekstradan yemek... Cookie ve kahvenin vücudu saran sıcacık hissiyatı... Muhtemelen salonda, cam kenarındaki mavi kanepenin üzerinde yarı uzanıyorumdur ve güneş yine oradadır... 
7. Kahveyi hazırlarken ya da mutfakta ıvır zıvır işler yaparken Youtube'da bir televizyon dizisinin de ses yapmasına izin vermek. Belki Avrupa Yakası. Belki Modern Family. Öyle bir şeyler... 
8. Maruş'un mayışık mayışık odamda yatmaya başlaması ama arada bir kuşun cam kenarında yaklaştığını düşünüp ayağa fırlaması ve bunu izlemek... Bazen ona oyun olması için kuş gelsin diye cam kenarında birkaç pirinç tanesi koymak...
9. Öğleden sonra güzel bir yürüyüş yapmak ama her zamanki rotamın güvenilirliğinde... Belki yürüyüş sırasında birkaç küçük ihtiyacı almak ve çantama atmak... Güneş, sahil, telefonumdaki adım sayar uygulamasında artık günlük hedefimi çoktan gerçekleştirdiğimi görmüş olmak ve sonrasının iyice keyif vermesi ve gittikçe gittikçe daha çok yürüyebilmek...
10. O gün o saate kadar olan bütün vakit namazlarını kılmış olmak ve bunu da hakkını vermeye çalışarak yapmış olmanın getirdiği tatlı his. 
11. Gün içinde aniden bir vakitte annem ve babamın sağlıklı olduğunu hatırlamak ve bunun getirdiği ani sevinç.
12. O gün yapmayı da yemeyi de çok sevdiğim bir yemeği yapacak olmanın getirdiği heyecan ve sonrasında sabırsızca yemek... Sarımsaklı şehriyeli tavuk... Veya lazanya... Erişteli yeşil mercimek... Bol nohutlu ayranaşı çorbası... Köfte-patates... Köfte-makarna...
13. Mevsime uygun kıyafetler giymiş olmak ve ne sıcak ne soğuk olmak... Havanın tam sevilen noktasında olmak ve rahat hareket edebildiğini hissetmek. 
14. Yeni ritüellere doğru koşmak. Perşembe günü okuldan çıktıktan sonra Erenköy pazarında Hamarat'tan sarma almak ve bunun beni Cuma gününe hazırladığını düşünerek mutlu olmak. Ya da Fırın Safranbolu'dan mücver alma heyecanı... Evden Borsa İstanbul'a kadar yürümek... Cuma akşamı ne kadar güzel uzanıp dinleneceğim diye düşünmek ama Cuma akşamlarının hiçbir zaman hayaldeki gibi olmaması ama yine de beklemenin iyiliği...
15. Aniden abimden gelen bebişe şu ismi koysak nasıl olur mesajı...
16. Maruş'un eve gelince kapıda beni karşılaması ve sonra akşam evde depar atarak koşmak... 
17. Ilık bir duş almak ve saat kaç olursa olsun ev pantolonunu giymek... 
18. Dolapta giymediğim, giyemediğim hiçbir kıyafet olmaması. Fazla da eksik de olmaması...
19. Soya kaplamalı fıstık... 
20. Gün içinde herhangi bir şeyi yaparken annemin içimde olan sesini duymak. Bazen Maruş'un annemin sesiyle konuştuğunu, hatta beni eleştirdiğini "duymak" ve buna baya gülmek...
21. Yeni bir seyahatin yaklaşmasıyla birlikte gün içinde aniden gelen heyecan dalgası...
22. Serin, tertemiz bir yatağa girmek ve uykuya hazırlanmak...
23. Bu aralar Medium Build dinlemek ve çok da sevmek.
24. Karnımın şişkin de olmaması, aç da olmaması... Yeterince su içmiş olmak. 
25. Yepyeni bir seyahat ihtimalini düşünmek, hatta, Almanya belki, tekrar tekrar... Evin içine düşen kış güneşinde bir an'a gitmek... Baksanıza, Büşra ile Bavyera'da bir yerdeyiz ve gülüşüyoruz. Hikayelerimiz de bir o kadar hızlı bir şekilde akıp gidiyor, kızkardeşlik hikayeleri, bildiğiniz hikayeler, artık 30'larımızda, heybemizde her zamankinden fazla şey var... 
26... 

JULIUS BRANTNER BROTHANDWERK, NORDENDSTRAßE 23.

09:50

İstanbul'da çok uzun zamandır ekmek yemiyordum çünkü ekmekler ekmek değil. Ekmekler ekmek gibi tatmıyor, kokmuyor, hissettirmiyor. Ekmeğin çiğnemesi bile ekmek gibi değil. Ekmekler artık anlayamadığım bir şey haline geldi; doyurmuyor, sadece yer tutuyor. Hiçbir yeme tatmini sağlamıyor, sadece yemek bir görevmiş gibi yeniliyor çoğu yerde. Canımın ekmek istediği zamanlarda, gerçek bir ekmeğe en yakın olan şey Fırın Anatolia'nın Karakılçık Ekmeği oluyor. İkinci sırada Nicel'in ekmeği, bu kadar. Bu iki ekmek olmayınca birkaç tane çubuk kraker atıştırıyorum bu isteğin geçmesi için. Bu sene canım ekmek yemek isteyince, daha doğrusu canım bir karbonhidrat yemek isteyince (doymak için, keyif almak için değil) Uzak Doğu'nun haşlanmış pirinçle yapılan kahvaltılıklarına gidiyorum (bol balzamik sirkeli, akan yumurtalı, frenk soğanlı ve çok az susamlı. Nefis!). Gidiyordum daha doğrusu. 


Ama Münih'te Julius'un ekmeklerinden yiyene kadar. 


Nasıl oldu biliyor musunuz, tarih öncesi bir ekmek yiyormuşum gibi keyifliydi. Bir ekmek nasıl böyle olabilir ya? Bir ekmekten nasıl kuru üzüm, kişniş, elma tadı, kokusu alınabilir? Ekmeğin aroması, kokusu, doyum hissi, yerken yaşadığın keyif, ekmeğin "kilo aldırıcı kültürel alışkanlık materyali"nden çıkıp doyuran, kilo aldıracak kadar istesen yiyemeyeceğin, yerken aklına kalori değeri bile gelmeyen, yerken ve yedikten sonra inanılmaz bir keyif alacağın, adeta kahveden tadılan notalar gibi unundan aromalar alabileceğin... bir kutsal yiyecek haline tekrar gelmesi... Ekmek Barışı. Evet evet, bu benim Ekmek Barışı'm. Zamanın, buğdayın, başakların arasında esen tatlı rüzgârların, sarı ovaların, damağımdaki, midemdeki, en önemlisi beynimdeki tokluk hissinin, fırınlardan yüzüme vuran sıcaklığının, ellerimdeki maya kokusunun, kışın camlardaki buğusunun... Hepsinin, hepsinin Barış'ı bu... 







GÜNLERİN PEŞİNDE

22:59


 Cuma.


Mevsimler yavaşça değiştiğinde ve bir anda günler öylesine kısaldığında… Kozyatağı haftaiçi akşamları git gide Almanyadaki kasabalara benzer ya da nedense ben öyle hissederim. Ayağımın altında kayan dünya, bana böyle bir his verir, Reutlingen’de kaybolmuşuz hissi. Her defasında ama her defasında akşam eve gidince yapacağım bir hamurişi olur aklımda. Çok garip değil mi, eve koşmalarımın sebepleri kendi içinde sıralıdır: Tabii ki küçük canavar, eve geçince kesinlikle yapacağım diye yola çıktığım ama çoğunlukla varınca bu kararlığın toz olduğu bir hamurişi, akşam uzanarak içilecek o sade soda ve sessizlik içinde dinlenme hissi. Sonbahar gelince buradaki rüzgar insana artık toparlanıp gitme hissi veriyor ve yeni bir ayakkabı alma hissi. Sonra nemli ve karanlık sokaklardan insanların yoğun olduğu metroya doğru geçiyorum ve bir anda dağılıyor her şey; o kendine yoğunlaşmış, içerilere kök salmış bakış değişiyor ve adımlarım hızlanıyor. Aylak aylak yürümekten artık yetişmem gereken bir yer var’a geçiş çok hızlı. Bir oluş yaşanıyor saniyeler içerisinde. Yeni bir varlık haline geliyoruz etraftakilerle beraber. Bu hissi seviyorum ama dünya bu hisle barışık değil. İsrail Lübnan’ı bombalıyor, memlekette göç krizi var, aylık ulaşım kartımın bakiyesi bitiyor ve her şey çok pahalı ve bu pahalılığın bedelini ödediğini düşündüğünüz bir güvenlik hissiniz asla olmuyor. Ülke ile sizin aranızda bir mutluluk çekiştirmesi var ve bu kumaş maalesef çekiştirdikçe sünüyor. Tüm bu düşünceler içerisinde vücudum hayatta kalma moduna alıyor kendisini ve bu stres içerisinde biraz daha sürünüyor. Ben biraz daha koşturuyorum; merdivenlere, metroya, sonra tekrar merdivenlere… Beat kuşağının keş yazarları gibi oradan oraya koşturuyorum bir zaman sonra. Ta ki eve varana kadar… 


Cumartesi.


Sonra sözde sabah denen karanlık şey olduğunda ve ben gözümü Maruş’un kızgın miyavlamasıyla açınca günün ilk kahvesi ve lokumunun motivasyonuyla mutfağa koşuyorum. Kahve. Lokum. Saat o kadar erken ki sokakta çıt çıkmıyor, karşı apartmanda hep beraber büyüttüğümüz bebeğin annesinin sigara içtiğini anladığım çakmak sesi dışında… Hiç uyumayan bir daire orası. Uyku yaşayan bir varlık olarak o eve asla giremiyor. Ben kendi perdelerimi çekiyorum, birkaç ayak işini yapıyorum ve salonda biraz uzanıyorum. Yeterince uyudum mu, bence hayır. Bu saatten sonra uyuyabilir miyim, hayır. Vücudumun yorgunluklarını bir süre dinliyorum. Beni başlı başına taşımanın yorgunluğu. Yeteri kadar D vitamini alamadığı için ağrıyan her bir kemiğin verdiği flaş uyarılar… Beni her gün oradan oraya getirmek kolay mı… Çok hareket ediyorum gün içinde. Bu beyinin verdiği kararları yerine getirmek için muazzam bir denge ve hareket kabiliyeti sağlamaya çalışmasının yorgunluğu. İyi bir uyku düzeni, iyi bir bağışıklık, iyi bir hormonal düzen, iyi bir genel ruh sağlığı seviyesini tutturmaya çalışmanın yorgunluğu… Her gün Maruş’la oynamanın da getirdiği ek bir yorgunluk (premium pakette bu da var). Bir şeyleri oradan oraya çekiştirmenin, hep çok ağır bir şeyler taşımanın yorgunluğu; bunlar olurken dönem dönem yaşanan ekstra çalışmaların da yorgunluğu… Bir cumartesi sabahı uykumu tam da alamamışken bir kahve ve bir şerenkli lokumun geçirmesini beklediğim her şey… Kahve makinesinin demleme sesi duruyor ve kısacık uzanmamın ardından soğumadan içmek için kendime söylenerek tekrar ayaklanıyorum. Yeterince şükretmiyorum diye düşünüyorum mutfak yolunda kendime bakıp. Asla yeterince şükretmiş olamam çünkü bu kafanın yükünü taşımak ve ona böyle karşılık vermek kolay değil… 


Saat biraz daha ilerliyor, bunu karşı komşudan gelen bulaşık makinesi sesiyle teyit ediyorum… Geceden hazırlanan makinenin yılgın mesaisi işte başladı... Tabaklara suyu hışımla çarpıyor. Hani sabahlıyorsundur ve uykun gelir ama o bir seviyedir, uyumadan o aşamayı geçebilirsen güzel bir noktaya gelirsin ve bir anda bir diziye, bir filme, bir kitaba, bir şeye sararsın... Ya da yanında birisi vardır ve uyuklarken birisi bir anda sohbet açıcı bir şey söyler ve o gözlerdeki uykulu ağırlık ayaklarını sürüyerek çekip gider. Sabah olunca gecenin son malzemesini de makineye koyar düğmeye basarsınız. Bulaşık makinesinin işini yapacağından emin ama makineyle belirli seviyede bir empati kurup ona cumartesi sabahki mesaisi için anlık bir noktada üzülerek… 


Maruş etrafta artan tıngırtılarla mutlu olmuş bir şekilde koltuğuna kuruluyor. Kalan son kahveyi de içip evi havalandırmak için camları açıyorum…


Pazar.


Öğleden sonra yeni asılmış çamaşır kokusu haftasonunu iyiden iyiye müjdeliyor. Kendi kendime sokakların arasında son güneşleri ve kedileri takip ediyorum. Sonra ağaçları, sonra ilkokulları, sonra ilgi çekici sokak isimlerini. Bir ara pazar akşamı tatlısı için pastörize süt almaya gönderilmiş eşofmanlı çocukları… Evden çıkarken onları markete gönderen ablası ya da annelerinin zulmüne uğramış gibi yapıyor ama evden çıktıkları gibi sevgililerini arıyorlar ve hemen gülüşmeye başlıyorlar. Dönerken bu ifadeyi kapıda bırakıp tekrar mızırdanan hallerine dönecekler ve odalarında reels kaydırırken tatlının hazır olmasını bekleyecekler. Evrenin tüm sırlarını bu sokaklarda çözüyorum. Tüm gizli ilişkileri. Kendi gizli ilişkimi de çözüyorum. Bazı yollar Ankara hissettiriyor. Bazı yolların Ankara, bazı yolların Almanya hissettirmesinde tuhaf bir keyif buluyorum. Ankara’dayken de Ankara hissettiren sokakları arıyorum. Oysa İstanbul’dayım bunlar olurken… Bu hızla yürüyerek mahallemdeki tüm elektrikçileri görmüş, akşam eve gidince soğuk evi ısıtmak için turşu yapmam gerektiğine çoktan karar vermiş durumdayım. Merkezi sistemin hala çalışmaması ya da bu sene kışın erkenden gelmesi de bir Almanya değil mi? Yolda kocaman patileri olan, bana bir tane şamar atmasına içten içe çok güleceğim ama kararlı bir şekilde kendi yoluna giden beyazlı bir sarman ile karşılaşıyoruz. Bi pati çaksa yere devrilir miyim diye düşünüp eğleniyorum. Bu hoşuma giderdi ve uzun bir süre herkese anlatırdım. Ama o kadar umurunda değilim ki… Bu sarmanın beni asla tınlamayışı bende kendi evime gidip Maruş’un totosuna şapşap yaparak kedilerden bir intikam alma hissi oluşturuyor. Yolumu değiştiriyorum…


O sıralarda bir yerde Madrid’deki insanların günde ortalama 7 bin küsür adım attığını okumuştum. Kendi Madrid’ime çoktan varmış bir şekilde kendi Madrid’ine varmayı hiç düşünmemiş olanların sakin sokaklarından eve dönüş yoluna geçiyorum…