GERİYE DOĞRU EN AZ 10.000 ADIM

12:18


Uzunca bir süredir fotoğraf çekerken neyi kaçırdığım üzerine düşünüyorum: Gerçekten neyi kaçırıyor olabilirim ki, diğer herkes gibi ben de oradayım, tamamen aynı atmosferin içerisindeyim, aynı kahveyi içiyorum ve vücudum da en az onlar kadar bulunduğu ortamı algılıyor. Bazen nedense bir ortamda fotoğraf çekmenin bana özel değişik bir alan sağladığını bile düşünüyorum, daha doğrusu düşünüyordum. Kendi özel alanımda, kendi vizörümde o anı donduruyorum ve o tamamen bana ait oluyor, karmaşık topluluklar ve yorucu duygudurum ifadeleri içerisinde bana kazandırdığı kişisel bölge. An. An'lar dizini.

Ama başta da dediğim gibi bir şeyler kaçırıyor olma hissi bir süredir yakamı bırakmıyor; arkadaşlarım, özellikle fotoğraf çekerken onları "dinlemediğimi" düşünmeye başlıyor, farklı bir frekansta seyrediyorken, sadece orada olmuş olmak için oradaymışım gibi. Ya da gözlerim her an fotoğrafını çekecek bir şey arıyorken dikkatim karşımdakinin dudaklarından dökülenleri var gücüyle oradan alıp birleştirmeye çalışıyormuş gibi: En sonunda bir şekilde bölünüyorum. Bazen bir an için, gerçekten doğal bir an için bekliyormuşum gibi hissediyorum ama bu son derece vahim olduğu kadar komik de bir olay: Siz sadece doğal davranın derken bir çerçeve dışından kendi fenomonumu oluşturmaya çalışmam: Zavallıca? Belki. Hayır. Nihayetinde yoruluyorum biraz. Dürüst olmak gerekirse daha çok şaşırıyorum, çünkü kendi anılarımın kaynağına gidemez bir noktaya doğru gitmişim: Tam anlamıyla an'ın içini boşaltmışım.

Takdir edersiniz ki içinizde bir çirkinlik oluşturmuşken etrafınızda güzellik bulmak çok da matah bir şey değil.

Zaten ben de uzun süre ayak direttim.

Geçtiğimiz günlerde ilk defa evden "bugün fotoğraf çekmeyeyim" diyerek gezmeye çıktım: O gün yine uzun zamandır olduğu gibi içten içe dağılacakmışım gibi hissediyorum, anlamsız bir mide ağrısı ve her an patlayacakmışım ama kütleçekimi bütün parçalarımı toz olmaktan koruyor gibi; korkunç ve ürkütücü, ama kesinlikle şaşılacak bir şey değil. Aksine uzun zamandır ortalığa dökülmesinden korktuğum bir şey. Bir süre sürekli değişen kararsız hallerden sonra güzel bir teklif geliyor: Evet, kesinlikle ODTÜ'ye gidebiliriz. Gitmeyebiliriz de. Benim için gidip gitmemenin varlıksal değeri çok önemli değil, ben zaten uzun bir zamandır bulunduğum yerde değilim ki. Bir M1 üç boyutlu evreninin hayali koordinatları arasında dolaşıyorum sadece, sistematik bir gözle bu evrendeki her şeyi tarıyor ve önem sırasına göre kaydediyorum.

Evet kesinlikle ODTÜ'ye gidebiliriz. Gitmeyebiliriz de. Nitekim gidiyoruz.

Mimarlık Fakültesinin orayı çok seviyorum, her köşesinin fotoğrafı çekilebilir, her köşesi ayrı güzel. Bir an bir noktada gözümün ucuyla bir ters ışık yakalıyorum, aklımdan düşüncesi geçip gidiyor. Yeniden yürüyorum. Eleştirmeden hem de. Bakmadan, incelemeden. Hiçbir şey aramadan. Tuhaf, muğlak bir his. Kampüsün içerisinde öylece boş boş gezinmek. Çok ilginç, şu sıralar video çekmeye takmış olduğum halde kamera elimde bile değil. Bir ara bir kedi gelip kucağıma oturuyor, gerinip rahatlıyor orada, kendini sevdiriyor. Gün batımına yaklaştıkça Devrim'deki ışığın güzelliğini düşünmüyorum, aslında düşünüyorum ama kedinin kuyruğunu şöyle bir sallamasıyla beraber esip gidiyor kafamdan. Güzellik bu diyorum, mavi gömleğimin üzeri simsiyah kedi tüyleriyle kaplanıyor ama hayır, güzellik bu, bırakalım kalsın orada. Canlılık bu, mırıldanıyor ve pençelerini açarak geriniyor iyice.

Farkında olmadan içini boşalttığım her şey için kendime borcum on biner adım ve birer kedi okşayışı. 

Eve gelince kampüste eskiden çektiğim fotoğraflara bakıyorum, buradaki de onlardan biri. Uzun zaman geçtikten sonra o an'ın içerisini ancak şimdi gerçekten doldurabiliyorum: Saklanmış, ama ileride ortaya çıkacağı kesin. Sonradan dönüp bütün izleri tek tek arayacak ve yine tek tek soracak hepsinden hesabını...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder