COFFEE TALK #3: BİR TOZ BULUTU İÇİNDE

13:31

Psikoloji okuyor olmanın pratikte bana en büyük faydası kendi savunma mekanizmalarımı keşfetmek oldu. Sanırım. Bir mücadele vermemin gerektiği durumlarda kendimi takip ediyordum sürekli, nasıl bir tepki verme düzenim olduğunu da anlamaya çalışıyordum uzunca bir süre. Beni çok çabuk sinirlendiren şeyleri yavaş yavaş gözlemlemeye başladım içimde; Çoğu zayıflıktı, bir kısmı haklılık payımın olabileceği şeylerdi, ama öyle ya da böyle bugüne kadar sürükleyerek getirdim kendimi.

Bir noktadan sonra her şeyi rasyonalize etmenin, her şeye mantıklı bir açıklamaya bulmaya çalışmanın beni rahatlattığını fark ettim, aynı anda bu durumu suistimal ettiğimi de. Hatta bütün hayatım boyunca bu döngüde nefes almaya devam etmeye başlamış bile olabilirdim bana göre: Sorusu gelmeden cevabını bul. Bu kadar basit. Bir ömür yetecek kadar rahatlatıcı, basit bir formül.

Gelin görün ki, işte tam da bu zamanlar, yani 2015 yılının Ekim'i kapıya yeni yeni vururken ve sonbahar ekinoksu geçeli çok da uzun bir vakit olmamışken, bu konuda tam anlamıyla çuvalladım.

Tam olarak ne bekliyordum bilmiyorum. Ama bendeki yöntem işlemiyordu. Her şeyi deniyor ama açıklayamıyordum, sosyal mübadele kuramından girmiş, evrimsel psikolojiden çıkmıştım; bir yandan bilinçli bilişsel süreçlerimin sorgulayacağı davranışlarda bulunuyordum belki, yine de sürekli mutluydum. Bir noktada yöntemim patlamıştı, artık iş göremiyordu, Steven Pinker da halt yesindi. Kendi kendime bütün bunları nörotransmitter aktivitesine bağlamamı tavsiye ediyordum içten içe; öyle ya, bize bu şekilde öğretilmişti. Ama olmuyordu, 95.8 Max Fm'de Paul Carrack'ın When You Walk in the Room'u çalmaya başlarken alt geçitten geçince insanın aklına serotonin salgıladığı filan gelmiyordu, sadece mutlu oluyordun işte, bu kadardı. Elimi camdan çıkartıp rüzgarı hissetmek istiyordum, daha da fazlası gerekmiyordu. Hayatımda ilk defa Dolunay'ı suçluyor ve galaksi mahkemesince haksız bulunuyordum.

Sanki kendi beynimde daha önce üzerine çok da düşünmediğim, yepyeni bir yer keşfetmiş gibiydim: Benim gibi duygu ifadelerinden fersah fersah uzak olan bir insanın içinden anlamsız gülümsemeler ve garip özlemeler çıkmaya başlamıştı, en çok buna hayret ediyordum. Milky Way'in doğrudan bir müdahalesi ile güneşin güzel ışığı her yerdeydi ve aynı anda hiçbir yerdeydi (ve ben de buna alışmak zorundaydım), yollar hem uzun hem kısaydı, zaman zaten kendince eğilip bükülüyordu; ben ise şaşkın şaşkın öylece etrafa bakıyordum. Ayakkabılarımı çıkarmış ve bacaklarımı uzatmıştım; daha uzun süreler orada gibiydim; henüz pek acelem de yoktu. Kafamdaki bu toz bulutunun kalkmasını seve seve bekleyebilirdim.

Havalar biraz serinlemişken dingin bir akşam yürüyüşüne kim hayır diyebilirdi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder