KUZEY YOLU V: MYSA

04:30

Hayaletlerle kıran kırana bir yavaş için dizayn edildik... 


İşte sana bilmediğin bir gerçek: Sen benim mysa'mdın. Gelmezsem ne yapabilirdim ki? Baksana bana, benim gelmemekten başka bir seçeneğim olabilir miydi? Dağılmamış hiçbir şey kalmayana dek… Buradayız… 


Tanıdık bir esinti, yüzüme vurup kulaklarımın altından geçiyor. Hafif nemli burnumun ucunu siliyorum ve biraz daha ısınmak için montumdan bir düğme daha kapatıyorum. Hayaletlerimle birlikte yürüdüğüm bu yolu artık herkes biliyor, burası Kuzey Yolu. Kuzey Yolu kendine has bir ritm ile zamansızlığın içine yuvalanır ve güvenli bir hale gelir. Sen benim mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


Bir şekilde bir araya gelebilmeyi nasıl başardık? 


Bir şekilde, bir araya gelebilmeyi başardık... Sen ve ben, nasıl oldu...


**


İdilik, kahramanca, coşkulu. 

 

Bize ait olan her şey bu. 


Bırak onlar bunu anlamasınlar. Sen benim Mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


**


Gerilmiş bir yay gibi uçup gidiyor yanımdan ve istemsizce kendimi peşinden koşarken buluyorum. Elimi uzatıp tutmama ramak kala ivmeleniyor ve biraz daha hızlanarak yoluna devam ediyor. Bunun bu şekilde süre gideceğini biliyoruz, o an enerjimi harcamak için bir iç çekişi erteliyor ve hızlanmaya çalışıyorum. Tüğ gibi. Böyle eseceğiz. Kendi matematiğinin içerisinde belirli yasaları var. Belirli işleyişleri ve belirli bilinmezleri var. Eskiden yürüdüğüm topraklarda her şey daha farklı ve yapılaşmış ve köpekler terk edilmiş lojmanların tüm güneşini sahiplenmiş... Ben eski ben değilim artık, bunu anlıyorum; bunu akşam eve gelince anlıyorum, bunu sabah gözlerimi açınca anlıyorum, bunu günün her saati anlıyorum. Bunu sabit ve sakin bir şekilde anlıyorum. Bunu aksettiğim her yönde anlıyorum. Biz bir şekilde bir araya gelebilmiştik ama dünyalarımız sadece bir tüğ gibi temas etti ve birbirinin içinden uçuşarak geçti. Sen anlayana kadar. Ben anlayana kadar. Bitti.

OLAY NEYDİ?

04:24



Dün depreme evde yakalandım, buzdolabına yumurta yerleştiriyordum. İlk geldiğinde dolabın üzerinde annemin gönderdiği turşular ve saklama kapları sallanıyor sanmıştım, sonra Maruş fırlayıp koşunca depremi anladım, İstanbul'da yalnız yaşayan herkesin kafasında olan o acil deprem planı için "evet bu an o an, hadi bakalım" diye anlık bir düşünce geldi. Maruş direkt çantasına. Cüzdan, anahtar, powerbank, Maruş'a az bir mama ve su. Hop dışarıdayız... Maruş'un çantası bacaklarımın arasında, kaldırımda oturuyorum ve hiçbir şey düşünmüyorum. İnsan ne düşünür ki? Hiçbir şey. Telefon çalıyor, konuşup kapatıyorum, tekrar çalıyor, şarjım bitmesin diyorum, böyle bir döngü. Bir şükür-haber döngüsü. 

 

Sonra eve dönünce buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığını fark ediyorum. Ee diyetteyim ya. Saçma, çook saçma geldi. Diyet yapmak da bir lüks, güven lüksü. Güvenli bir hayata devam edeceğine ve o yemeğe her an ulaşabileceğine inanma lüksü... Evde hiç ekmek yok, abur cubur yok, bir bisküvi bile yok, bilmem ne zamandan kalmış yarım bir çubuk kraker var. Onu deprem çantama koydum. Çok saçma, her şey çok saçma. Hayat bizim için devam ederken yaşadığımız o illüzyonda oluşan çatlaklar... Bir güven illüzyonu... Anlık geçen bir sürü düşünce: Acaba ailemin yanına Ankara'ya mı dönsem? Ee Maraş depreminde Ankara'daydım orada da sallandım. Ee üniversite kaç tane terör eylemine denk geldim her zamanki güzergahımda? Ee Tusaş? Ee 15 Temmuz? Ee iş bulmak? Ee'ler çok fazla ve insanın kendisini ikna etmesi için bahaneler de bir o kadar çok. 

 

Akşama doğru Safa da gelince markete gidip bir şeyler aldım zorla, normalde kendi yoğurdumu kendim yaparım ama yoğurt yapmak için süt almak istemedim. Çok garip değil mi: Markete gelecek kadar canlıyım ama birkaç saatlik süreç olan yoğurt yapma işini düşünemiyorum çünkü o kadar yaşayacak mıyım, o kadar süre evde duracak mıyım, gece ne olacak... İnsanın yoğurt yapmak için olan sürede hayatta olup olmayacağını düşünmesinin gerekmesi çok tuhaf. Hayatta böyle anlar var: Şimdi yoğurt yapmaya kalksam bu fazla cüretkar bir girişim mi olur? Kışlık turşu bile değil; yoğurt, yoğurdun mayalandığını görecek vaktim olacak mı? Aslında bu sorunun cevabı hayatın her anı için bilinmez ama bazı zamanlar bu daha da bilinmez ve daha da kaygılı… Sonrasında bunu unutacağız -belki de- ve bunu unuttuğumuza şükredeceğiz çünkü hayat başka türlü devam edemez. İlerlemeye çalışacağız. Deprem Ağı bildirimlerini 4 altına kapatarak ve hatta tamamen mi kapatsam diye düşünerek, normalleşmeye çalışarak, “bundan 1 sene önce de bu deprem olabilirdi, 1 hafta sonra da deprem olabilir, şimdi de olabilir” diye kabullenerek... Hayatın-devam-ediyor-oluşuna kızarak, şükrederek, anlamayarak...

 

Ama arkada bıraktığı izleri takip ettiğimde hayatımdaki o büyük değişiklik için bir şeyleri düşünme cesareti bularak… Ne yapsam, klinik mi açsam… Acaba fırın mı açsam… Çantama protein bar’ları koyarken sönmesini beklediğim tüm panik duygularını önüme alıp onlarla konuşsam mı? Hayatın zorlamasına gerek kalmadan, ilk dalgasını kendim oluşturduğum bu akışa ayak uydursam… Bunu yapmak için ne gerekir ve bu şey her neyse, bende var mıdır? Belki de, bunu yapmak istiyor muyum? Bunu cevaplamak ne kadar zor. Nasıl yapmak gerek, önce hayal mi ediyor bunu yapanlar? Önce hayal mi etmeli yoksa direkt yola mı çıkmalı? Varacağın yeri hazırlamadan yola çıkmak nasıl olur? Oysa İstanbul'a gelirken de çok hazır değildi, hatta hiçbir şey hazır değildi. Ama yola çıkmıştım artık. İstanbul'a vardığımda bir enkaz gibi hissettiğim bir dönem yaşamıştım, bu blogda o kadar çok yazmıştım ki kendimi kıyıya çekmeye çalıştığımı. Aynı şeyi yaşamaktan mı korkuyordum? Aslında hayır. Olay konforunu bozmak mıydı? Belki. Belki değil, evet? Bir şeyler olacak bu hayatımda, bunu hep hissediyordum, olumsuz anlamda değil, ben bir şeyleri farklı olarak yapacak olan o kişilerdenim gibi hissediyordum. Çocukluğumdan beri her zaman bir şeyleri değiştireceğimi bilen birisiydim de bunun zamanı ne zaman, yeri neresiydi? Bu bir zamanı gelince anlama işi miydi yoksa komple delilik işi mi? Şimdiye kadar zamanı gelince anlayacağımı sanmıştım ama böyle bir zaman var mıydı, böyle bir an olacak mıydı? Bir çağrıyı duymak mı gerekiyordu yoksa bir çağrıyı beklemeden atlamak mı? O insanın içinde olan "bir hikayem olacak" hissine farkında olmadan her gün yaklaşıyor muydum? Bir hikayenin olması durumu idealize edilmiş bir şey miydi, bir kahramanlık kompleksi miydi? Bir, kitaplarda okuduğumuz hayranlık duyduğumuz o karakterlerin içselleştirilmesiydi de gerçekçi değil miydi? "Sıradanlık" başlı başına bir hikaye değil miydi, "sıkıcı" olmaktan mı korkuyorduk? Bir varoluş meselesi haline gelmesi mi gerekiyordu her şeyin? Bir yolculuk haline gelince hayatımızda ne değişecekti yaşanılan ekstra zorluklar dışında? Hayat hikayesi diye bir şey var mıydı, büyük bir "Grand Finale" ile bitecek ve bir şekilde dilden dile anlatılacak mıydı? İçten içe bunu istiyor olabilir miydik? Bu bir geride iz bırakma meselesi miydi?


Sorular, sorular... Soruların sisi içerisinde bir çift bal rengi göz masum masum bana bakıyor ve ne yaparsam yapayım onun da etkileneceğini bilip, onun için en iyisini düşüneceğimi de içten içe anlayıp... Kendi düzenime geri dönüyorum... 

YEPYENİ BİR ÖLÇÜ BİRİMİ

02:55

Bir dürüstlük mesafesi kadar yer var aramızda. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir. Dürüstlük mesafesi.


**


Çelik aksamlarla yere sağlam basarak sağlamlaştırdığıma inandığım tüm bu düzenin bir şefkat dokunuşu kadar canı var, bunu hissedebiliyorum. Bir dokunuş ve her şey, her şey aniden dağılıyor. Bunun bir anlık olduğunu o kadar iyi biliyorum ki, dahası bunu varlığımın her hücresinde hissediyorum ki... Zor bir konuşmayı yaşarken içimden "sonunda oldu" nun gölgesi geçip gidiyor; artık "bana kalan, güzelce sabretmektir".   


Ateşinin kalan son közlerini karıştırarak ısınmaya çalışan öfke hep orada, karanlık bir mağarada sırasının gelmesini bekliyor. Çocukluğumdan kalan bir öfke: Başını kaldırmaya çalışıyor. Daha doğrusu öfke, ben başımı kaldırırken bana yardım etmeye çalışıyor; ona tutunmamı ve onunla bu yola çıkmamı istiyor. İşlevsel, anaerkil, bazen vahşi bir öfke bu, o yüzden onu orada belirli bir açlık seviyesinde tutuyor ve vakti geldiğinde bana elini uzatmasını bekliyorum. Birlikte iyi bir takım olduğumuz zamanlar var: Onunla birlikte şehir değiştirdim, onunla birlikte iş değiştirdim, onunla birlikte ev değiştirdim. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça yukarıdan bastıran her şeyi kırmama yardım etti ve beni dolaylı bir yoldan yüzeye çıkartıp sakinleştirdi. Ve arkasına bile bakmadan yerine geri gitti sonra... Tuhaf, karanlık bir mağarada demir bir karağı ile ateşin başında oturmuş ve közleri canlı tutmaya çalışıyormuş gibi düşünüyorum onu. Canlı ama çok canlı değil, her an alev alabilir ama bunu istemez. Onun da bir keyfi vardır orada, kendisini dinç hissetmesi için uzun süre dinlenmesi gerekir ve gerektiğinde de atik bir şekilde kalkması gerekir yerinden. Vücudunda hiçbir ağrı yokmuş gibi, sanki hep bu anı bekliyormuş gibi. Sanki o bile, "bana kalan güzelce sabretmektir" dermiş gibi. 


Tüm bu garip kayalıklar, geçitler, darboğazlar, su yolları ve vadiler içerisinde uğraşırken aramıza bir mesafe koymayı başarabiliyorum. Bazen bir mesafe gerekir, bir dürüstlük mesafesi. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir: Birbirine yalan söylemeye gerek kalmayacak kadar uzak, ama birbirini sevmeye ve saygı duymaya devam edecek kadar yakın. Çok ince bir dengede sallanıyor her şey. Kopup gitmesini beklediğimiz şeyler incelerek uzuyor ve nasıl desem, sağlamlaşıyor. Çelik aksamlarla birbirine bağlanan yeni yollar, yeni menteşeler, yeni dünyanın yeni düğüm noktaları, kirişler, basit mesnet bağlantıları, zıvana ve karkaslar... Yeniden oluşan bu evren bize yeni şartlar sunuyor. Yeni bir ilişki biçimi bu. 


Güvenli ve hassas.