PSİKOCOĞRAFYA: BERLİN

00:26


Uzun zamandır bir şekilde yurt dışına gidip gelirim ama sanırım bu tarz bir yazıyı ilk defa yazacağım. Çünkü üzerimden atamadığım tuhaf bir ruh hali var ve bunun kök nedeninin, evet doğru duyacaksınız, Berlin olduğunu düşünüyorum. 


Berlin. 


Tuhaf


Bu blogun okuyucusu veya beni bir şekilde tanıyan herhangi bir arkadaşım, II. Dünya Savaşı hakkında okumayı çok sevdiğimi bilir. Seyretmeyi. İncelemeyi. Her şey nasıl başladı biliyor musunuz, Erich Fromm'un bir kitabını okuduktan sonra. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri. Bu iki ciltlik bir seri ve Erich Fromm, başta Hitler olmak üzere İkinci Dünya Savaşındaki ana karakterlerin psikoanalizlerini inanılmaz bir seviyede yapıyor. Çok etkilenmiştim. Şöyle düşünmüştüm: Bu kadar sıradan, bu kadar normal, hatta vasatın altı profiller milyonlarca insanın hayatını etkileyen kararları alacak noktaya nasıl geldi ve sonrasında bu nasıl devam etti? Şok edici derecede sıradan bir gerçeklikti hayata dair. Savaş sadece bir dekordu, aslında günlük hayatımız fazlasıyla savaş alanıydı ve Savaş'ın kendi gerçekliğinde sadece bilançolar korkunç derecede büyümüştü. Maddi manevi kayıplar inanılmaz bir seviyede olduğu için bu kişiler incelemeye biraz daha değer olmuştu ama aslında hepsi tanıdıktı. Bir yerlerde karşımıza çıkmışlardı ve çıkmaya da devam edeceklerdi. Bu hikaye devam etti. Devlet Başkanlarının, Führer'in olduğu kadar bir panzer komutanının da sıradan bir cephe askerinin de hayatını okumak aslında klinik vaka raporu okumak gibiydi. Klinik vaka raporu detayında alabildiğiniz patolojik hayatlar. Travmanın tam içinde. Travmanın tam içinde sıradan insanlar. Sıradan insanların yaşamlarını devam ettirebilme kararlılığı. Bu kararlılıkta diretmesi. 


Bu şekilde içerisine dalıp çıktığım tarihin belirli bir kesiminin coğrafyası da bir o kadar ilgi çekici geliyordu çünkü öncelikle neden gelmesindi ki, bu insanlar bu coğrafyanın çocukları ve bu coğrafya da insanları kendi topografya kalıplarında mayalandırıyor ve şekillendiriyor. Çok uzatmayacağım, sözün özü, 2025 yılının yarısını Almanya üzerine okuyarak, yarısını da Almanya'yı gezerek geçirmiş oldum. Ve beni en çok şaşırtan yer Berlin oldu. Berlin: Bir açık hava müzesi. Ya da daha doğrusunu bulmaya çalışalım: Bir suçluluk anıtı, ortalık yerde görülen bir duruşma ve tüm bunlarda samimiyetsiz bir taraf da var. Göstermelik. 


Berlin bölük pörçük ve kasıtlı olarak bölük pörçük edilen her şey gibi etrafa olumsuz, öfkeli bir his veriyor. Berlin "psikocoğrafya"nın da doğduğu bir yer, neden olmasın ki? Kasıtlı olarak bozulmuş olmanın amacı bu en başında. 1945'te tamamen dümdüz edilmiş bir şehir ve sonrasında insanlar elleriyle, gerçekten elleriyle tekrar bu şehri yapıyorlar. Şehirleşme muhteşem. Asla yıkılmayacakmış gibi büyük bir hırsla yapılmış, hani, bir kere oldu ama bir daha olmayacak. Ama bir yandan böyle bir yapılaşmanın haklı gururunu yaşayamayacak bir yer çünkü bu şehirde gurur söz konusu değil. Bu şehirde kendi vatanınıza dair hiçbir şeye yükselemiyorsunuz. Düşünsenize, bayrağınızı doya doya dalgalandıramadığınız kendi topraklarınız, bayrak soykırım eğiliminizin canlı kanlı sembolü olmuş. Burada muhteşem bir ikilik var. Almanlar kendilerini çok seviyor, zaten Alman kalitesi denilen şeyin sebebi de bu: Çok değerliler. Üstü kapalı kibir üretilen basit bir bıçaktan kompleks bir otomobile kadar her yere sirayet etmiş halde ama çok da göstermemeniz gerekiyor. Almanya'nın her yeri biraz böyle ama Berlin bambaşka bir ikiyüzlülükte. Burada birkaç kavramdan da bahsetmek istiyorum aslında.


1. Erinnerungskultur. Bu kavram, Almanca "hatırlama kültürü" gibi bir anlamına geliyor. Bir toplumun geçmişte yaşadığı travmatik, önemli ya da belirleyici olayları (savaşlar, soykırımlar, darbeler, baskı dönemleri vb.) nasıl hatırladığı, anlattığı, kamusal alanda görünür kıldığı ve kuşaklara nasıl aktardığını ifade ediyor. Bu kültür sadece tarihin ne olduğu ile değil, toplumun bu tarihle nasıl yüzleştiği ile de ilgili. Anıtlar, müzeler, anma törenleri, okul müfredatları, filmler ve edebi eserler bu kültürün parçaları haline geliyor. Holokost sonrası "radikal yüzleşme" de denilebilecek genel Alman kültürü. 


"Yaralar" açık bir şekilde sergileniyor. Sözde. Ama bu serginin arkasındaki politik hissiyat çok kötü ve Berlin'in her metrekaresinde bu insanların 80 sene öncesinden hiçbir farkının olmadığını da hissedebiliyorsunuz. Göstermelik bir suçluluk bu çünkü her yerde İsrail destekçesi grafitiler ve İbranice tabelalar var. Temel suçluluk soykırım suçuna karşı değil gibi. Çok garip değil mi? 


Yerlerde pek çok Stolpersteine var, yani Tökezleme Taşı. Bu taşlar öldürülen Yahudilerin isimlerinin olduğu altın renkli platin taşlar ve yükseklikleri farklı olabiliyor. Amacı size şehirde dolaşırken de soykırımı hatırlatmak. 


2. Mauer im kopf. Türkçesi "kafanın içindeki duvar" anlamına gelen Almanca kavram. Günlük konuşma dilinde kişinin zihninde oluşturduğu psikolojik engelleri ve görünmez sınırları ifade ediyor. Almanya'da bilhassa Berlin Duvarı yıkıldıktan etkisini koruyan Doğu-Batı ayrımının insanların zihninde sürmesi metaforu olarak kullanılıyor. Yani fiziksel duvar kalksa bile, zihinsel bölünmeler ve alışkanlıklar uzun süre devam etmiştir ve edecektir.


3. Bir diğeri, the Void denilen kavram. Boşlukların psikolojisi. Şehir geniş, geniş, çok geniş. Yollar, apartman boşlukları... O kadar geniş ki. Alman ve Sovyet etkisi burada birleşmiş ve aşırı derecede geniş yollarla Berlin birbirinden kopuk ve birleştirilmesi de çok zor ruhsal bir duruma geçmiş. 


Buna devam ederiz ama burada bir ara vermek istiyorum. 


Alman milletini Alman yapan en önemli şeylerden birisini, belki de en önemlisini yine başka bir kitapta okumuştum. "Pflichtbewusstsein". Almanca "görev bilinci" gibi bir anlama geliyor. Kişinin kendisine verilen görevi, kişisel duygularından bağımsız olarak, en doğru ve en iyi şekilde yapma sorumluluğu hissetmesine diyorlar. “Bana düşen neyse onu eksiksiz yapmalıyım”. Görev verilmişse, koşullar zor olsa bile yarım bırakmama, disiplinin dış baskıdan çok içselleştirilmiş bir bilinç bu. Etik olup olmadığı fark etmeksizin. Sonrasında bunun daha etik versiyonunu da kodlamaya çalışıyorlar ama bir Türkün içinden savaşma isteğini ne kadar alabilirseniz bunu da bir Almandan bu kadar alabiliriz diye düşünüyorum çünkü Prusyalı olmak... Leistungsprinzip. Emek ve zaman vermelisiniz çünkü hayat böyle çalışır. Yapılması gereken yapılır. Yapılması söylenen, yapılır. 



Demek istediğimi anlatabildim mi bilmiyorum ama biraz daha devam edeceğim.


Geçen sene Christmas vaktinde Münihteydik, bu sene tam tersi istikamette Berlin'de. Bavyera Krallığının görkemli, folklorik, Almanlığı ile gurur duyan ve her bir santimine bunu işlemiş şehrinden Berlin'e... Münih'te toplumsal bir süreklilik var, hayat devam etmiş ve bunu seviyor. Hayat öngörülebilir ve kurallı. Hayat elinizde kalan bir avuç histen ibaret tuhaf bir şey değil. Berlin bağışlanmış, affedilmiş anlamında değil de, feda edilmiş anlamında bir parça toprak ve Başkent kalması da tesadüf değil. Bu olayın simgesel değerine inanabiliyor musunuz? Tor'un hemen karşısında İngiliz Büyükelçiliği. Tor'un 200 metre ilerisinde bir Sovyet askerinin Alman bir çocuğu Almanlığından "koruduğu(!)" 7 metrelik devasa bir anıt ve iki tarafında da iki tane Sovyet tankı... 


Berlin'i gezerken hep iki şeyi düşünüyorsunuz (ve kendinize buna dair pek çok soru soruyorsunuz): 


1. Berlin'in neden "uyuşmuş" olduğu çok anlaşılır çünkü bu ikilik hissi, bu zıt yönlü bilişsel yolaklar baş edilmesi kolay şeyler değil. Tek bir vücutta birbirine tamamen zıt iki karakter barınamıyor, barınıyor gibi görünmesi için kafadan hafif gidik olması gerek. Bu topraklara ait her şeye Almanlar o kadar değer vermiş ve veriyor ki "yabancılara" ait olan her şeyden nefret edilmesi bir "zorunluluk" gibi neredeyse. Suları değerli. Ağaçları değerli. Sokakları değerli. Bu değer, herhangi bir şeye verilen emeğin kalitesinden kolaylıkla anlaşılabiliyor. Peki ya sıradan bir Alman vatandaşı gerçekten Berlin midir? Ya da şöyle sorsak, sıradan bir Alman gerçekten Berlin olabilir mi? 


Sıradan bir Alman, ne zamana kadar daha Berlin rolü yapacaktır? 


Alibi-Erinnerung. Yani, Mazeret Hafızası tam olarak bu. Hatırlıyor ama hissetmiyor ve belki de şöyle, hatırlıyor ama törensel olarak, içsel olarak değil. Bir miktar acı yaşandı ama bunu o zamanın ruhu içerisinde de bir değerlendirmek gerekebilir, çok da duygusal bakmamak gerek. Almanlar gerçekten "yas tutmuş" mudur? Berlin, bir yas merkezi midir yoksa yasın işler bir sistem haline getirildiği yeni bir Alman makinesi mi? 


Burası bir ahlak sahnesi mi? Günter Grass'ın eleştirdiği gibi "Almanya suçluluğu ahlaki bir kimlik gösterisine dönüştürmüş" bir ülke midir? 


2. Peki, Almanlar gerçekten suçluluk mu hissediyor, yoksa suçluluk hissetmesi gerektiğini mi biliyor? 


**


Sessiz boşluklar... Tüm bu sessiz boşlukların içerisinde gerçekten olan tek şey şu sanırım: Savaş hiçbir şart altında iyi bir seçenek değildir. Savaş fantastik bir Hollywood filmi de değildir, zararsız bir strateji oyunu da... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder