Geçtiğimiz günlerde Fujifilm bana deneyimlemem için bir makine verdi, ben de kendi makinemle birlikte İsviçre’ye gidip ikisini birlikte kullanma fırsatı buldum. Bir süre yenisine baktıktan sonra kendi makinemi elime alınca nasıl desem, güçlü hissettim. O tanıdık, tüm tuşlarının tıkır tıkır nerede olduğunu çok iyi bildiğim makine. Sanki bir silahı elime almışım gibi, hem de olumsuz değil, iyi anlamda. Bu bana çok farklı bir his olarak gelmişti. Sonrasında yakın bir arkadaşıma fotoğraf makinesi almak için tekrar Fujifilm’e gittik ve orada da pek çok makine denedikten sonra yine kendi makinem elime “tam oturdu”. Nerede nasıl bir ses çıkardığını, yani iletişim dilini çok iyi bildiğim o cihaz... Aynı his tekrar geldi: "Güç bende. Şimdi tamamım."
Fotoğraf makinesini bir diğer makine ya da cihazdan, her neyse işte, ayıran bir şey var benim için. Bu tanıdık olan şey bir eşyayı eline alınca gelen herhangi bir his değildi. Apaçık bir güven hissiydi. Bu his benim fotoğraf çekmeyi neden sevdiğimin sebeplerinden birisiymiş aynı zamanda. Üzerine bir süredir düşünüyor ve kendimi analiz ediyorum, bir noktaya kadar da takip edebildim kendimi. Bana ilginç geldiği için de üzerine yazmak istedim…
Fotoğraf makinesi elime geçtiğinde iki baskın şey hissediyorum: İlki, yukarıda da bahsettiğim, neredeyse bedensel bir güven hissi. Sanki elimde bir silah varmış gibi. Ateş etmiyorum ama karar veriyorum. Ne zaman, nereden, neyi alacağım benim kontrolümde. Bu his saldırgan da değil; aksine çok düzenleyici. Dağınık olan dünya, kadrajın içine girdiği anda toparlanıyor. Kenarları, açıları, kompozisyonu kendim kurguluyorum. Kontrol bende. Belirli bir yere bakan bütün gözler aynı şeyi görüyor ama vizörden bakan ben olduğum zaman bir şey değişiyor, ben oradan bir şeyi seçiyorum ve ona odaklanıyorum. Genel görüntüdeki bir bölüme bireysel olarak ben, bir “anlam” veriyorum. Onu kendim için anlamlandırıyorum. Ve ben ona anlam verdiğimde o diğerleri için de ayrı bir anlam oluşumunu başlatmış oluyor ve pek çok benzer anlamlandırma serisi sonrası benim vizörden bakışım şu hale geliyor: “Bu tam senin çekeceğin tarzda bir fotoğraf!”. Büyüleyici.
Bu silahlanma hissi aslında benim kontrol edilen kaygım ya da kaygıyı yönetme şeklim. Belirsizlik azalıyor, çevre anlamlı parçalara ayrılıyor. Kamera burada bir araç değil, özneleşme cihazı haline geliyor. Ben öylece bakan değil, bir kısmı seçenim ve ona o seçilmişliği verenim. O değeri veren ve her “bir şeye değer vermiş olan kişi” gibi bunu layık bulup gösterenim aynı zamanda…
Makineyi kullanırken yaşadığım diğer çok güçlü his ise bunun tam tersi gibi görünüyor ama aslında tamamlayıcısı: Görünmezlik. Makine yüzüme yaklaştığında ben ortamdan geri çekiliyorum. İnsanlar beni değil, kamerayı görüyor. Bakış bana ait ama dikkat bende değil. Sosyal olarak silikleşmiş haldeyim ama bu bir kayıp değil, bir rahatlama. Görülmeden görülüyorum. Sahnede artık ben yokum, ben gizli gizli etrafı gören bir gözlemciyim. Dışarıyla olan ilk yüzleşmede ilk sorumlu ben değilim, fotoğraf makinesi. O çok gerçek, çok materyal bir şey olarak duruyor.
Bu görünmezlik hissi sosyal bir kaçınmadan çok, rol değişimi gibi. “Katılan” olmaktan çıkıp “tanık” oluyorum ve bu çok güvenli bir alan. Bu güvenli pozisyon özellikle kalabalıkta, yabancı mekanlarda ya da yoğun duygularda beni koruyor aynı zamanda. Kamera beni sahneden alıyor ve kulise taşıyor. Sorumluluğu da alıyor.
Bu hem görünmezlik hem de silahlanmış olma hislerinin ortak bir noktası var: Mesafe. Fotoğraf makinesi bana mesafe veriyor. Yaklaşmadan sahip olma, temas etmeden kayıt alma. Bu mesafe, duygusal regülasyon sağlıyor: Ne çok içindeyim, ne de tamamen dışındayım. Muhteşem değil mi? O anda etkinim, etkin bir şekilde bulunuyorum ama fark edilmiyorum.
Dünyayla temas etmenin en güvenli mesafesini kuruyormuşum aslında ve bunu yeni anlıyorum artık...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder