İstanbul'da çok uzun zamandır ekmek yemiyordum çünkü ekmekler ekmek değil. Ekmekler ekmek gibi tatmıyor, kokmuyor, hissettirmiyor. Ekmeğin çiğnemesi bile ekmek gibi değil. Ekmekler artık anlayamadığım bir şey haline geldi; doyurmuyor, sadece yer tutuyor. Hiçbir yeme tatmini sağlamıyor, sadece yemek bir görevmiş gibi yeniliyor çoğu yerde. Canımın ekmek istediği zamanlarda, gerçek bir ekmeğe en yakın olan şey Fırın Anatolia'nın Karakılçık Ekmeği oluyor. İkinci sırada Nicel'in ekmeği, bu kadar. Bu iki ekmek olmayınca birkaç tane çubuk kraker atıştırıyorum bu isteğin geçmesi için. Bu sene canım ekmek yemek isteyince, daha doğrusu canım bir karbonhidrat yemek isteyince (doymak için, keyif almak için değil) Uzak Doğu'nun haşlanmış pirinçle yapılan kahvaltılıklarına gidiyorum (bol balzamik sirkeli, akan yumurtalı, frenk soğanlı ve çok az susamlı. Nefis!). Gidiyordum daha doğrusu.
Ama Münih'te Julius'un ekmeklerinden yiyene kadar.
Nasıl oldu biliyor musunuz, tarih öncesi bir ekmek yiyormuşum gibi keyifliydi. Bir ekmek nasıl böyle olabilir ya? Bir ekmekten nasıl kuru üzüm, kişniş, elma tadı, kokusu alınabilir? Ekmeğin aroması, kokusu, doyum hissi, yerken yaşadığın keyif, ekmeğin "kilo aldırıcı kültürel alışkanlık materyali"nden çıkıp doyuran, kilo aldıracak kadar istesen yiyemeyeceğin, yerken aklına kalori değeri bile gelmeyen, yerken ve yedikten sonra inanılmaz bir keyif alacağın, adeta kahveden tadılan notalar gibi unundan aromalar alabileceğin... bir kutsal yiyecek haline tekrar gelmesi... Ekmek Barışı. Evet evet, bu benim Ekmek Barışı'm. Zamanın, buğdayın, başakların arasında esen tatlı rüzgârların, sarı ovaların, damağımdaki, midemdeki, en önemlisi beynimdeki tokluk hissinin, fırınlardan yüzüme vuran sıcaklığının, ellerimdeki maya kokusunun, kışın camlardaki buğusunun... Hepsinin, hepsinin Barış'ı bu...
Mevsimler yavaşça değiştiğinde ve bir anda günler öylesine kısaldığında… Kozyatağı haftaiçi akşamları git gide Almanyadaki kasabalara benzer ya da nedense ben öyle hissederim. Ayağımın altında kayan dünya, bana böyle bir his verir, Reutlingen’de kaybolmuşuz hissi. Her defasında ama her defasında akşam eve gidince yapacağım bir hamurişi olur aklımda. Çok garip değil mi, eve koşmalarımın sebepleri kendi içinde sıralıdır: Tabii ki küçük canavar, eve geçince kesinlikle yapacağım diye yola çıktığım ama çoğunlukla varınca bu kararlığın toz olduğu bir hamurişi, akşam uzanarak içilecek o sade soda ve sessizlik içinde dinlenme hissi. Sonbahar gelince buradaki rüzgar insana artık toparlanıp gitme hissi veriyor ve yeni bir ayakkabı alma hissi. Sonra nemli ve karanlık sokaklardan insanların yoğun olduğu metroya doğru geçiyorum ve bir anda dağılıyor her şey; o kendine yoğunlaşmış, içerilere kök salmış bakış değişiyor ve adımlarım hızlanıyor. Aylak aylak yürümekten artık yetişmem gereken bir yer var’a geçiş çok hızlı. Bir oluş yaşanıyor saniyeler içerisinde. Yeni bir varlık haline geliyoruz etraftakilerle beraber. Bu hissi seviyorum ama dünya bu hisle barışık değil. İsrail Lübnan’ı bombalıyor, memlekette göç krizi var, aylık ulaşım kartımın bakiyesi bitiyor ve her şey çok pahalı ve bu pahalılığın bedelini ödediğini düşündüğünüz bir güvenlik hissiniz asla olmuyor. Ülke ile sizin aranızda bir mutluluk çekiştirmesi var ve bu kumaş maalesef çekiştirdikçe sünüyor. Tüm bu düşünceler içerisinde vücudum hayatta kalma moduna alıyor kendisini ve bu stres içerisinde biraz daha sürünüyor. Ben biraz daha koşturuyorum; merdivenlere, metroya, sonra tekrar merdivenlere… Beat kuşağının keş yazarları gibi oradan oraya koşturuyorum bir zaman sonra. Ta ki eve varana kadar…
Cumartesi.
Sonra sözde sabah denen karanlık şey olduğunda ve ben gözümü Maruş’un kızgın miyavlamasıyla açınca günün ilk kahvesi ve lokumunun motivasyonuyla mutfağa koşuyorum. Kahve. Lokum. Saat o kadar erken ki sokakta çıt çıkmıyor, karşı apartmanda hep beraber büyüttüğümüz bebeğin annesinin sigara içtiğini anladığım çakmak sesi dışında… Hiç uyumayan bir daire orası. Uyku yaşayan bir varlık olarak o eve asla giremiyor. Ben kendi perdelerimi çekiyorum, birkaç ayak işini yapıyorum ve salonda biraz uzanıyorum. Yeterince uyudum mu, bence hayır. Bu saatten sonra uyuyabilir miyim, hayır. Vücudumun yorgunluklarını bir süre dinliyorum. Beni başlı başına taşımanın yorgunluğu. Yeteri kadar D vitamini alamadığı için ağrıyan her bir kemiğin verdiği flaş uyarılar… Beni her gün oradan oraya getirmek kolay mı… Çok hareket ediyorum gün içinde. Bu beyinin verdiği kararları yerine getirmek için muazzam bir denge ve hareket kabiliyeti sağlamaya çalışmasının yorgunluğu. İyi bir uyku düzeni, iyi bir bağışıklık, iyi bir hormonal düzen, iyi bir genel ruh sağlığı seviyesini tutturmaya çalışmanın yorgunluğu… Her gün Maruş’la oynamanın da getirdiği ek bir yorgunluk (premium pakette bu da var). Bir şeyleri oradan oraya çekiştirmenin, hep çok ağır bir şeyler taşımanın yorgunluğu; bunlar olurken dönem dönem yaşanan ekstra çalışmaların da yorgunluğu… Bir cumartesi sabahı uykumu tam da alamamışken bir kahve ve bir şerenkli lokumun geçirmesini beklediğim her şey… Kahve makinesinin demleme sesi duruyor ve kısacık uzanmamın ardından soğumadan içmek için kendime söylenerek tekrar ayaklanıyorum. Yeterince şükretmiyorum diye düşünüyorum mutfak yolunda kendime bakıp. Asla yeterince şükretmiş olamam çünkü bu kafanın yükünü taşımak ve ona böyle karşılık vermek kolay değil…
Saat biraz daha ilerliyor, bunu karşı komşudan gelen bulaşık makinesi sesiyle teyit ediyorum… Geceden hazırlanan makinenin yılgın mesaisi işte başladı... Tabaklara suyu hışımla çarpıyor. Hani sabahlıyorsundur ve uykun gelir ama o bir seviyedir, uyumadan o aşamayı geçebilirsen güzel bir noktaya gelirsin ve bir anda bir diziye, bir filme, bir kitaba, bir şeye sararsın... Ya da yanında birisi vardır ve uyuklarken birisi bir anda sohbet açıcı bir şey söyler ve o gözlerdeki uykulu ağırlık ayaklarını sürüyerek çekip gider. Sabah olunca gecenin son malzemesini de makineye koyar düğmeye basarsınız. Bulaşık makinesinin işini yapacağından emin ama makineyle belirli seviyede bir empati kurup ona cumartesi sabahki mesaisi için anlık bir noktada üzülerek…
Maruş etrafta artan tıngırtılarla mutlu olmuş bir şekilde koltuğuna kuruluyor. Kalan son kahveyi de içip evi havalandırmak için camları açıyorum…
Pazar.
Öğleden sonra yeni asılmış çamaşır kokusu haftasonunu iyiden iyiye müjdeliyor. Kendi kendime sokakların arasında son güneşleri ve kedileri takip ediyorum. Sonra ağaçları, sonra ilkokulları, sonra ilgi çekici sokak isimlerini. Bir ara pazar akşamı tatlısı için pastörize süt almaya gönderilmiş eşofmanlı çocukları… Evden çıkarken onları markete gönderen ablası ya da annelerinin zulmüne uğramış gibi yapıyor ama evden çıktıkları gibi sevgililerini arıyorlar ve hemen gülüşmeye başlıyorlar. Dönerken bu ifadeyi kapıda bırakıp tekrar mızırdanan hallerine dönecekler ve odalarında reels kaydırırken tatlının hazır olmasını bekleyecekler. Evrenin tüm sırlarını bu sokaklarda çözüyorum. Tüm gizli ilişkileri. Kendi gizli ilişkimi de çözüyorum. Bazı yollar Ankara hissettiriyor. Bazı yolların Ankara, bazı yolların Almanya hissettirmesinde tuhaf bir keyif buluyorum. Ankara’dayken de Ankara hissettiren sokakları arıyorum. Oysa İstanbul’dayım bunlar olurken… Bu hızla yürüyerek mahallemdeki tüm elektrikçileri görmüş, akşam eve gidince soğuk evi ısıtmak için turşu yapmam gerektiğine çoktan karar vermiş durumdayım. Merkezi sistemin hala çalışmaması ya da bu sene kışın erkenden gelmesi de bir Almanya değil mi? Yolda kocaman patileri olan, bana bir tane şamar atmasına içten içe çok güleceğim ama kararlı bir şekilde kendi yoluna giden beyazlı bir sarman ile karşılaşıyoruz. Bi pati çaksa yere devrilir miyim diye düşünüp eğleniyorum. Bu hoşuma giderdi ve uzun bir süre herkese anlatırdım. Ama o kadar umurunda değilim ki… Bu sarmanın beni asla tınlamayışı bende kendi evime gidip Maruş’un totosuna şapşap yaparak kedilerden bir intikam alma hissi oluşturuyor. Yolumu değiştiriyorum…
O sıralarda bir yerde Madrid’deki insanların günde ortalama 7 bin küsür adım attığını okumuştum. Kendi Madrid’ime çoktan varmış bir şekilde kendi Madrid’ine varmayı hiç düşünmemiş olanların sakin sokaklarından eve dönüş yoluna geçiyorum…
Bir süre sonra Ankara'ya gitmek... Blogla aramızı düzeltmek için size bir günden bahsedeceğim, geçtiğimiz Cumartesi günü. 21 Eylül 2024.
Sabahleyin 06:11 treniyle Ankara... Bu bileti alırken ne düşünmüştüm bilmiyorum, biraz söyleniyorum kendime. Her gece 4:30 gibi mutlaka kalktığımdan Maruş gece uyanmamı umursamamıştı ilk başta ama evde harıl hurul işler yapmaya giriştiğimi duyunca dayanamayıp kalktı yerinden ve peşime takılıp ne yaptığımı anlamaya çalıştı epey... Kurutma makinesini çalıştırıp yatmıştım, onu boşalt, çamaşırları katla, yerlerine yerleştir. Yatak topla, mama kabını doldur, temiz suyu kontrol et, çıkmadan önce biraz da kediyi oynat derken çıkıverdim evden. Ne zaman böyle bir yere gidecek olsam Maruş'u evde bırakma düşüncesi beni hep dert sahibi yapar ama evden bir kere çıktıktan sonra onu (evden çıkmadan önce bütün bakımını fazlasıyla yaptığımdan emin de olduğum için) olabildiğince düşünmemeye çalışırım. Bu noktaya gelmek uzun süre ve pek çok kaygı atağı aldı ama başardım, artık evin kapısını kapatıp evi kilitlerken içimden şöyle düşünüyorum: "Sen de Allah'a emanetsin, ben de... Senin şimdi benimle gelmemen senin için çok daha iyi. İnşallah sağlıkla tekrar kavuşuruz."
Sabah treni, uzun zaman sonra Eryaman YHT Gar'ı... Bir dönem Ankara Gar tadilattayken birkaç kere bu garı kullanmıştık ve o dönem de buna alışmıştık. İnsanda bir yerden bir yere giderken o yere "varma" hissi uyandıran şeyler oluyor. Eryaman YHT de Ankara için "ben geldim" vakti demek. İstanbul'da bu Gebze'ye varmak, öteki tarafta da Kadıköy'e varmış olmak... Ne diyordum, bu sefer abim aldı beni, yine rutin dışı işler... Ardından abimin evine gittik, günün kahvaltısı, bebişi sevmek.
Gökçe'yi ilk doğduğu zaman görmüştüm, bir de şimdi görüyorum. Nasıl bir kız olacağını tahmin etmeye çalışmak çok garip ama esas garip olan, eve bir bebek geldiğinde herkese yeni bir rol yüklemesinin gelmesi. Ben bu dünyada Gökçe'nin haylazlık yapacağı o hala olacağım gibi duruyor. Hani bilirsiniz, işte kedisi olan, bolca gezmeyi seven, yeğenin gelip bakım malzemelerini kurcalayıp istediğini istediği şekilde alabileceğinden emin olduğu "The Hala"... Bilmem ki yeğenler halalarıyla bu kadar yakın oluyor mu? Benim halam olmadığı için o ilişkiden emin değilim ama neden olmasın diye düşünüyorum. Gökçe'yi kucağımda birkaç Tarkan şarkısı ile oynatıyorum (Maruş'la bunu sürekli yaparım ve zilli kedi öylece kucağımda etrafı seyrederek oynatılmanın keyfini çıkartır) ve görünen o ki bu kız da seviyor ve bir süre oynadıktan sonra kucağımda uyuyor... Bu zilliş kızların Tarkan şarkılarıyla oynama tutkusu gerçekten bir acayip, asla şaşmıyor. Evrende bulduğum tuhaf bir şifre gibi, bütün sorunları çözebiliyorum bu şekilde... Abime diyorum ki, biraz alıştırayım ileride diskoya götürürüm kızımı... Diskolar, partiler... Abimler gülüyor. Oysa bilmiyorlar ki ciddiy- ehem öhöm...
Bugün başka bir şekilde de özel bir gün çünkü kardeşimin "işe girdim yemeği" var. Bu da başka bir dünya. İnsan bu tarz etkinliklerle zamanın geçtiğini anlıyor. Safa yemek ısmarlıyor ama içimden şey diyesim geliyor, "tamam ısmarladın ama artık paran cebinde kalsın, sen öğrencisin yeterli bu kadarı". Oysa bir şeyler değişti, değil mi? Çok çok ilginç bir his bu... Safa'nın ısmarladığı yemekteki lahmacunların güzelliğini sonrasında 2 gün anlatıyoruz ve muhtemelen bu dilden dile bu şekilde aktarılmaya devam edilecek... Bazen bir lahmacunun simgesel bir anlamı olur, anlatabiliyor muyum? Mesela ev taşıma lahmacunu, mesela buradaki gibi ilk maaş lahmacunu, gibi... Bu öyle bir şey oldu ve bundan memnunum. Lahmacun bu tarz etkinlikler için en iyi yiyecektir ve nasıl desem, üzerine ne kadar anlam yüklenirse yüklensin onu taşıyabilir. Varoluşçu bir şeydir, elitist değil. Kendisini her masada rahatlıkla ifade edebilir ve her kesimden bir şekilde sevgi görmeyi başarabilir. Geleneksel ve moderndir, kültürlerüstü bir değerdir... Gibi gibi...
Biraz Bilkent tarafında takıldıktan sonra (ki Bilkent'teki camiiye ilk defa gidip büyüleniyoruz) akşam Bilkent Senfoni Orkestrası'nın the Lord of the Rings in Concert konserine geçiyoruz. Çocukluğumun hayaliydi Yüzüklerin Efendisi konserini canlı dinlemek. Sonrasında öğreniyoruz ki 21 Eylül Hobbit Day'miş aynı zamanda. Konserin gününün 21'i olması tevekkeli değil, kasıtlıymış. Bilkent Odeon'a
biraz erken gidiyoruz Safa'yla, etrafta Gandalf kostümleri, elf kostümleri, silikon sivri
kulaklarla dolaşan insanlar ve gülüşmeler... Bir salon dolusu geek. Görünce
direkt akademisyen olduğunu anlayabileceğiniz insanlar aile boyu gelmişler. Herkesin modu, keyfi yerinde... İstanbul'daki gibi sonrasında ne yaparız düşüncesi
hiç yok, bu da hissediliyor. Etrafta ne idüğü belirsiz, bakınca insanda
tekinsizlik hissi uyandıran insanlar da yok, sanki herkes tanıdık gibi... Konser muhteşem ötesi. Ya o kadar iyiydi ki, bunu size anlatmaya doyamam... Bileti 15 Mayıs'ta, İstanbul'da Marmaray'dan çıkmış adeta bir yandan koşarken almıştım, hatta alıp almadığıma emin bile olamamıştık bir süre. Gidebileceğimizden emin de değildik ama işte... Böyle durumlarda şöyle düşünüyorum: Bu konsere gelebilmemiz için o kadar çok şeyin yolunda gitmesi gerekiyor ki, tüm bunların yolunda gitmesi ve bu planı gerçekleştirmeyi başarabilmemiz gerçekten mucize gibi... Sizlere başka bir yerde artık kaygılı bir insan olduğumu söylemiştim değil mi? Bu yüzden çok, çok mutlu oluyorum...
Efsanevi güzellikteki konser bitince ve en son çalan the Battle of the Pelennor Fields'in de etkisiyle Mordor'un Kara Kapılarına
dayanacak kadar enerjik hissederken çıkınca ne görüyoruz, daha doğrusu ne duyuyoruz? Yan tarafta bilkent center'ın orada Bedük konseri var ve Bedük, Oynayalım'ı
söylüyor... İnanılmaz bir eğlenme sesi geliyor. Meğerse Ankara Kahve Festivali
varmış, inanılmaz
eğlenen bir grup var orada da... Bilkent'in içinde trafik oluşmuş ama sıkıntı
etmiyor kimse, arabalarda kalanlar camları açmış Bedük'ü dinliyor, geride
kalanlar yollarda... Biliyorsunuz Ankara biraz da Bedük demektir ve biz onu da tadımlık bir doz alıyoruz.
Sonrası geri dönmek, annemleri almak ve eve geçmek şeklinde... Eve bir geliyorum, yatağımın üzerinde beni bekleyen hediye... Safa'nın ilk maaş için bir de hediyesi varmış, bana nefis bir gömlek almış. Böyle bir şey var mı ya? Uzun zamandır böyle bir gün yaşamamıştım diye düşünüyorum, etraftaki herkesin bir olup sizi iyi hissettirdiği günler olur ya, öyle bir şey. Hani hafiflersiniz ve içinizdeki o bunalmış, sıkılmış taraf iyileşir. Ya da iyileşeceğini bilerek kıpırdanır ve olduğu yerde sallanarak kendisine gelir... Ertesi sabah korkunç hasta uyanıyorum ama artık alacağımı da aldım ben buradan diye düşünüyorum... Bu sefer akşam treni, eve dönünce Maruş'a küçük bir öpücük saldırısı... Eve girince evet diyorum, şükürler olsun sağlıkla tekrar kavuştuk ve bıraktığımız yerden devam edeceğiz şimdi...
Gece mutfağı, daha doğrusu gece mutfağının kapısının önündeki hol, 00:44. Yerde oturmuş, elimde kronometre, karşımdaki fırının içindeki limonlu haşhaşlı kekin pişmesini bekliyorum. Şu anda bu kekle ilgili devam eden pek çok sorun var: Öncelikle fırınım gösterdiği derecede kesinlikle pişirmiyor. 150 derece gibi ayarladığımda daha soğuk, 180 ve üstü dereceye ayarladığımda olması gerektiğinden daha sıcak pişirdiğini düşünüyorum. Ancak bu kekin biraz 150 civarında pişmesi gerektiğini biliyorum, bu sebeple şimdilik gözden gelinebilir. İkinci sorun, sanırım kek kalıbından kaynaklanıyor. Baton kek kalıbı ya fazla geniş, ya iletkenliği ile ilgili bir problem var çünkü kek yayık, kabarmaya çalışıyor ama tutunamıyor kaba. İleride diye düşünüyorum, US Bakeware veya Nordic Bakeware kalıplar alırım kendime, eğer fırın açarsam... Bir süredir limonlu haşhaşlı kek tariflerine bakıyorum ama bütün güvendiğim fırıncılardan önce kendim geleneksel anne keki tarifiyle yapmak istedim. Sanki o kekin eksikliklerini gidererek daha iyi bir sonuca ulaşabilirmişim gibi. Bir tarifte mükemmelleşmek için önce en baz tarifi yapıyorum ki o aklımdan tamamen çıksın. Bazen de gerçekten insan anne keki istiyor, arıyor. Bakalım bu kek öyle miymiş diye merakla bekliyorum. İçerisinde limon curd yok, üstünde sos yok, bildiğimiz kek... Tereyağlı değil bitkisel sıvı yağlı... Fazlasını dilimleyip buzluğa koyacağım, ki yaz boyu üzerine biraz dondurma ile yavaş yavaş yiyebilirim, belki yanında öğlen kahvesi... Ya da evde o anda kalmış bayatlamış bir meyve olursa ondan hızlıca bir marmelat ya da curd yapıp onunla birlikte yiyebilirim, belki... Evdeki fıstık ezmesiyle de olur, krem peynirle de, pek çok şeyle... Turşu ile bile olur diye düşünüyorum...
O sırada kek kabararak kendisini kalıbın ucundan bir gösteriyor, aynı anda Maruş holdeki kedi çeşmesinden şapırdatarak su içiyor. Uyku öncesi suyu... Televizyonda Kanıt var, Sevil Atasoy bir şeyler açıklıyor ama sadece ses yapıyor, çoğu zaman olduğu gibi. Kanıt'ın tuhaf ışıklandırması salonunu dolduruyor: Sarı-mavi, değişik bir filtre kullanılmış bu dizide. Başka hiçbir şeye benzetemediğim, kendisine has bir efekt oluşturuyor. Evin ışıklarını kapatmak bu saatte normalde uyku modu anlamına gelirken benim daha bu keki fırından çıkartmam, bir 10 dakika soğumasını beklemem ve kalıbından çıkartıp soğutma tepsisine almam ve sonrasında yatma hazırlığı yapmam gerekiyor. Tahminimce en az 40 dakika daha ayaktayım. Bir an kendi kendime, Maruş acaba kaçıncı dakikasında söylene söylene gelip yatmamış olmama kızacak diye eğleniyorum. Böyle huyları var. Holde oturmama çok alışkın da değil ama fırını gözetlemem gerekiyor, maalesef fırın termometresi de almalıyım artık ve bu iş her an daha masraflı olarak daha can sıkıcı bir hale geliyor...
00:53. Bir yaz cuması gecesi. Dışarıda, karşı apartmanın terasında birkaç genç erkek İspanya'nın Almanya'ya karşı maç kazanmasına seviniyor ve bunu kutluyor. Yarın Türkiye'nin maçı var ve sanırım bu turnuva için bu büyük bir olay. Çeyrek final olabilir veya yarı final, tam olarak bilemiyorum. Genel olarak kafası karışık bir haldeyim bugünlerde, çok iyi takip edemiyorum. Neden kafam karışık, bilmiyorum. Sanırım sıcaklardan. Bir ilaç kullanmam gerekiyor, bu ilaç kan şekerini stabilize ediyormuş -sanırım. Kan şekerindeki ani dalgalanmaları engelliyor gibi bir açıklama okuyorum hafta başlarında. Bu ilaç beni etkiliyor. Açken harika hissediyorum, açken her şey çok rahat. Ama yemek yemeye başlayıp kan şekerim çıkmaya başlayınca işler tatsız bir hale geliyor. Tam bu ilaçtan biraz dert yanacakken fırından "çın!" sesi geliyor ve zamanlayıcısı fırının artık soğutmaya geçeceğini söylüyor. Kontrol edip zamanlayıcıya biraz daha zaman veriyorum pişirmeye devam etmesi için. Limonlu haşhaşlı kek güzel kabarmış durumda ama henüz istediğim gibi kızarık değil. Yok yok, kesin bir termometre almak gerek... Termometre, fırın kapları, çok iyi bir el mikseri, bir ofset spatula. Pastacılığın şıkır şıkır dünyasındaki masraf kalemleri sabırla kendilerine para harcanmasını bekliyor. Hazır kalkmışken yatak odasının camını da açmam lazım, çünkü toplamda 2 metrekare ve salona açılan servis penceresi dışında dışarıya bakan penceresi olmayan mutfağımda bu saatte pişen kekinin yatmadan önce evin bir yerlerinden dışarıya çıkması gerek... Yoksa bütün gece burnumun ucunu sızlatan o tatlı-ekşi nefis kek kokusuyla mücaadele ederim... Çok acı tecrübelerle yatmadan önce bu camı açmam gerektiğini geçmişte öğrenmiştim, ertesi güne buzdolabında hazır yemeğim olsun diye akşamdan yaptığım pırasa yemekleri veya soğan kullandığım herhangi bir yemek... Bütün gece pırasa kokusu eşliğinde tavanı seyretmek. Gibi gibi hikayeler... Bu mutfak çok fazla hikaye verdi bana ve ben bu şekilde olmaya devam ettikçe vermeye devam edecek gibi de... Keki kontrol etmem için yerimden kalkmam ve tekrar gelmem gerekiyor, işte bu noktada birkaç saniyelik mola...
Evet kek... Bıçakla kontrol ediyorum ve bıçak tertemiz çıkıyor. Bu arada aklıma şöyle bir şey geliyor, artık "cake tester" adı verilen uzun, metal kürdanlar var bu işlemi yapmak için. Fırıncılık listeme bir de cake tester ekliyorum, sonuçta bu liste özgürce ekleme çıkartma yapabilmem için kendim tarafından özenle tasarlandı ve yine kendim tarafından finanse ediliyor. Cake tester'sız bir hayat düşünülebilir mi, hepimizin bir değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aynı sırada Kanıt reklam veriyor, sanırım reklam öncesi bitmiş de olabilir. Evi saran nefis kokuyu duymazdan gelerek sabahı etmek bir imtihan olacak gibi: 15'ten beri bir şey yemedim (IF gibi bir şey yapıyorum ama IF değil, tamamen sağlık nedeniyle aç yatmam gerekiyor, yukarıda bahsetmediğim ilaç olayları). Sabah kahvaltısına ne yapabilirdim diye uzun süre düşündüm ama içinden çıkamadım, canım bir Aussie Pie çekiyor ama kahvaltı için ağır olur, kahvaltı sonrası da hava çok ısındığı için onu yapacak enerjim kalmayabilir. Malum, El Nino memleketi hiçbir şekilde terk etmiyor ve artık zihinsel olarak bununla mücadele etmekte zorlanıyorum. Pek çok felaket senaryosu gibi, bu sıcaklar da beni fazla paranoyak yapıyor ama çok düşünmemeye çalışıyorum. Ne diyordum... Kahvaltı... 2 yumurta, biraz tulum peyniri yiyip soluğu pazarda alırım diye söz veriyorum kendime. Küçük hedefler...
Böyle böyle hayat geçiyor ya da geçecek galiba diye düşünüyorum holde fırının soğutmasının bitmesini beklerken. Bu kekin basitliğinde, Maruş'un bir babaanne gibi ağır ağır yayılarak hafif bir nefes vererek uyku moduna geçmesinde, televizyondan gelen mırıl mırıl seslerde... Sevinmeye, çok sevinmeye değer şeyler buluyorum...
Cumhuriyet koşusu sarı, sapsarı bir toprak üzerinde… Buraya yasemin kokulu bir yoldan yürüyerek geldik. O yol bir umuttu. O bir hazırlanıştı. O bir hevesti. Eve… doğru… yaklaşan… yaklaşamıyorum… eve doğru… uzanı yo rum…
Sanki söyleyeceklerini biliyorum, önceden çok öncesinden… O sadece seslendiriyor ve her şeyin canlı hale gelmesini sağlıyor, elle tutulur bir hale, elle boğuşulur bir hale getiriyor. Herkes gittikten sonra evi kapatacağımı düşünüyorum o sırada… kendi kendime, hayat zor konuşmalarla dolu; bu da onlardan birisi, dur ve gerçekleşmesini, sonra da geçip gitmesini bekle diyorum. İçinden geçip gitmesini... O konuşma bir şeylere çarparak ilerliyor. Yaşarken bir hasar bıraktığını anlıyorum ama o an buna dikkat etmemem gerekiyor. Köşeler ve kıymıklar. Hayalimde yaz adaları, sıcak iklimler. O konuşurken onu anladığımı biliyor, hayalimdeki yaz sıcaklarını, serin tentenin altındaki soğuk karpuzu düşündüğümü biliyor ve buna ortak olmayı isterdi ama ağzından çıkanlar, yalnızca kıymıklar ve köşeler… Bunlar olmak zorundaydı, bunlar her zaman olmak zorundadır… Gerçekleşmesi gereken onca şey… Pek çok zor konuşmadan birisi diye düşünüyorum yaz adaları hayalime içimden seslenerek. Olacak ve bitecek. Bedeller, yeni bedeller getirecek. Biliyorum, anlıyorum.
Buradan gelip geçenler vardı. Yol üzerinde soluklananlar, mola verenler, devam edenler, onların yol arkadaşları… Bir araba geçerken şoför koltuğuna attığın bakışın bir saniye daha uzaması. Bir sa ni ye daha. Orada bulduğun bir şey, bir anlık eğitilmiş göz, alışmış göz. Yavaşça geriye çekiliyorum yavaşça. Herkes oradaydı. Sen oradaydın. Hep birlikte bir şeyi yaşadık ve geçirdik. Hiç gerçekleşmemiş olmasını istediğin o günler… Hep birlikte yaşadığımız, tanık olduğumuz bir şey, bir gün, tarihten bir sahne… Oradaydık. Sen de oradaydın. Sönük, pısırık, yok hükmünde. Oradaydın, u za na ma dığım bir şey olarak. Sıcak mevsimlerin, taş blokların arasında yürüyorum ve her adımda biraz daha dibini sıyırıyorum. Zamanla iyiye gidebilirdi. Ama kötüye gitti, bir anda. Kötüye gidemedi bile, kötü oldu, kötüleşti. Kötülüğün kendisi oluverdi. İşte... Kıymıklar, köşeler. Daha konuşurken konuşmanın arkasındaki fısıltıları duyuyorum. Bir ses orada arkadan sufle veriyor, bir ses üfürüyor, bir ses mırıl mırıl... Geceleri, gündüzleri... Bir ses orada fısır fısır tembihliyor, bir ses orada akıl veriyor, kendince... Kendi kendime "olacak ve bitecek" diyorum, bunu yaşamak zorundayız ve o bu konuşmayı yapmak zorunda. O kendisine tembihleneni sana tekrar edecek ve sen de buna isyan edecekmiş gibi yapacaksın. Bir oyun bu, bir şövalye kılıcını çekiyor ve tarihi bir düello sahnesi kuruluyor: Bir darbe, sonra bir darbe daha. Bir oyundan beklenmeyecek kadar kanlı ve acı verici oluyor ama her şey hala bir oyun. Herkes kendi rolünde ve herkes bu rolün hakkını vermeye çalışacak kadar birbirine saygılı. Ya da... Saygısız... Bilemeyeceğin konularda bilemeyeceğin sorular. Kılıç şıngırtılarının sesi artıyor ve kanlı oyun artık birbirimize tahammül etme ve bitene kadar sabretme eşiğini geçip acı çektiğimiz noktaya gidiyor. İçimden burada ölmeyeceğimi geçiriyorum, bu kılıç oyunu acılı bir oyun ancak ölmeyeceğim, bu sebeple devam edebiliriz. Olacak ve bitecek. Bazı bedeller diye düşünüyorum, ödenecek.
Bazı bedeller ödenir, bazı bedeller beklenmedik bir şefkatle silinip gider. Bazı bedeller bir ödül haline gelir, bazı bedeller ise birer mucize...
Sıcak mevsimlerin, ağır taş blokların arasında yürüyorum. Sierralar, bir sonbahar akşamının serin hayali... Eve doğru ağır adımlarla, ev, hep ulaşmaya çalıştığım ama bazen varamadığım... Ev kararlılık, ev du ra ğan lık... Uzanıp tutmaya çalıştığım. U za nıp kapıyı açıyor ve kendimi son bir güçle içeriye atıyorum... Olmak zorundaydı diyorum kapıda bekleyen kedime bakarken. Oldu, bir gün olacağını biliyorduk ve yaşadık işte. Şimdi, şimdi sen ve ben, birbirimizle biraz daha fazla vakit geçireceğiz...
Tübingen’e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakıyordum.
Şehre döndüğümde fırtına vardı. Uçak çapraz rüzgara karşı sallana sallana iniş yaparken ve tekerlekleri piste dokunduğunda içimden “başlıyoruz işte” demiştim. Hepimizi içine alan, hepimizi yutmaya çalışan, sindiremeyen, çıkarıp tekrar alan şehir… burası… Bir süre uzak kalmak iyi gelmişti ve dönüşte bunu düşünmeye başlamıştım. "En azından bunu yapayım" diyerek yaptığımız her şey bize dönüyor ve bizi bekliyor...
Gece fırtınası devam ederken uçaktan inip shuttle’a koşuyoruz, kabin valizleri ağlak birer çocuk gibi ellerimizde sürükleniyor… Ne gerek vardı bunca şeye? Rüzgar esiyor, çarpıyor, hırpalıyor bizi. İşte kısa süreli beraberliğimizden sonra sayın yolcular, dağıldık ve evlerimize gidiyoruz. Hepimizin kafasında binbir düşünce…
Her şeyi sırasıyla yapacağım diye düşünüyorum e-pasaport sırasına girerken. Önce şu beyin sisi ve uyku halinden kurtulmam gerek. Veteriner. Sonra evdeki işler var. Ütü. İş için sunum hazırlamak gerek. Evin çamaşır işi. Evin süpürgesi. Tozu. Nevresimler. İşyerindeki sunum için ön taslak onaya gitmeli. Bu kafa karışıklığı içerisinde pasaporttan geçiyor ve pasaportu hala elimde tuttuğumdan emin olarak kalan birkaç gramlık dikkatimi vermeye çalışarak çantamın iç gözlerinden birine koyuyor ve pasaportu oraya koyduğumu kendime gerçekten "gösteriyorum". "Evet pasaportu buraya koydum, kaybolmadı, cüzdanımın yanına koymadım çünkü metro için kartımı almaya çalışırken düşüp kaybedebilirdim ama kaybetmeyeceğim, pasaport içerideki gözde... " Koşar adımlarla çıkışa giderken Sabiha Gökçen duty free'si hiç davetkâr olmayan ışıkları ve içeriğiyle hızımı biraz kesiyor, kenarından geçerken birkaç Toblerone indirimine göz atıyorum ve çıkışa yöneliyorum. Tez, tezi nasıl unuttum. Of! Rüyamda tez hocamın öldüğünü görmüştüm hatta. İşin en ama en acı tarafı bu tezle ilgilenme sorunumu çözmüyor AKSİNE daha büyük bir sorun oluşturuyordu çünkü artık yeni bir hoca bulmam da gerekecekti. Havalimanı çıkışından metroya kadar olan yolu bu düşüncelerle o kadar hızlı gelmiştim ki kendimi bir anda metroda oturuyor halde bulmuştum ve beynimdeki sis yoğunlaşmış, ağırlaşmış, beni tüketmişti...
Sabah uyandığımda Tübingen'e kar yağıyordu. Tübingen'i arkada bırakmıştım ve şimdi yapacak o kadar çok şey vardı ki. Maruş'un beni evde beklediği düşüncesiyle biraz neşelenmiştim, muhtemelen ben eve gelince sevinçte oradan oraya koşacak ve tüm balyanaklılığıyla beni mest edecekti. Onun peşinden koşarken hava kararacak ve ben valiz işlerini yaparken günü bir şekilde bitirmiş olacaktım. İnmeye birkaç durak kala aklıma yine tez hocamın öldüğünü gördüğüm gelmiş ve tadım bir daha kaçmıştı ve bu günden başka bir beklentim daha kalmamıştı. Tamam pes etmiştim...
Sabah Tübingen'e uyanmak ve senenin, hatta iki senenin ilk karını görmek tuhaftı. Gözlerimi açtığımda Suşi yukarıdan bana meraklı ve mesafeli gözlerle bakıyordu, daha önce de birkaç kere söylediğim gibi, rüyamda tez hocamın öldüğünü görünce bilinçaltım rahatlayacağımı sanmış ancak fena halde yanılmıştı. Çenem yine ağrımış, kollarım feci halde kasılmış, uyandığıma binlerce şükür edecek haldeydim. Suşi sanki neler yaşadığıma tanık olmuş ama hiçbir tepki vermeyerek öylece izlemekle yetinmişti. Gece bir ara yatağıma kadar gelmişti ama hareket edince korkup kaçmıştı. Bu yabancı ile daha da uğraşmayacaktı ve yerine geçecek, usulca gitmemi bekleyecekti. Ben böyle alışkın değildim. Ben evde bir eşkiya ile yaşıyordum, her sabah 6 buçuk itibariyle koğuş kalkmalıydı. Kalkmama şansın yoktu, kalkmamak azarlanmak demekti ve bu azarlanma seansı saatler sürebilirdi... Dışarıda Almanlar koşuya çıkıyor, ben o sırada radyatöre biraz daha yapışıyorum...
Sanırım sorumluluklarım var artık farkındalığı geliyor yine, kendi evinizden binlerce kilometre uzakta olduğunuz zaman hafifleyen ancak aklınıza geldiğinde hissettiğiniz bir şey... "Sorumluluk" gibi ağır bir sözcük değil de, mevcut düzeni devam ettirmeye dair tuhaf bir itki, "bu düzeni ayakta tutmam lazım, bu düzenin ortasındaki ana direk benim ve hepsi etrafımda dönüyor" ve "beni bazen bir vorteks gibi içine çekiyor olsa da bu düzenin böyle devam etmesini seviyorum"... Sonra şunu düşünüyorum, bu tuhaf sistem tamamen dağılsa ne olur? Muhtemelen başka bir şehirde hava yine çok soğuk olur ve bir akşam Ben Röhmer dinler ve ne yapacağımı düşünürdüm. Bir kere tek başıma kalmam gerekir. Çok tuhaf bir tek başınalığım olur benim: Kendimi gözden geçirmem, kendime dair bir hasar tespitinde bulunmam, kendimle konuşmam ve kendimi harekete geçirmem gerekir. Kilitlenip kaldığım zaman bile tutunacak bir şey bulmam gerekir, sistemin bazen böyle yapabileceğini hatırlatmam... Etrafımda birisini isterim ama sanki istemem de. Bu böyle gidip gelen bir düşünceler silsilesi olur, ta ki sabah olup yapmam gereken şeylerin yapılma vakti artık gelene kadar...
Dışarıda köpeklerini gezdirmeye çıkmış, rutin hayatın tadını keyifle çıkaran insanlara bir göz atıyorum. Ocağın üstündeki demlikten tiz bir ses çıkmaya başlıyor. Hazır hissetmek için her şey hazır, tüm bu hazırların arasında durup tutunacak bir şey bulmaya çalışıyorum. Bir iddiam yok, bir bahanem yok, bir gerekçem de yok. Sadece, öylece. Duru...yorum...