KUZEY YOLU V: MYSA

04:30

Hayaletlerle kıran kırana bir yavaş için dizayn edildik... 


İşte sana bilmediğin bir gerçek: Sen benim mysa'mdın. Gelmezsem ne yapabilirdim ki? Baksana bana, benim gelmemekten başka bir seçeneğim olabilir miydi? Dağılmamış hiçbir şey kalmayana dek… Buradayız… 


Tanıdık bir esinti, yüzüme vurup kulaklarımın altından geçiyor. Hafif nemli burnumun ucunu siliyorum ve biraz daha ısınmak için montumdan bir düğme daha kapatıyorum. Hayaletlerimle birlikte yürüdüğüm bu yolu artık herkes biliyor, burası Kuzey Yolu. Kuzey Yolu kendine has bir ritm ile zamansızlığın içine yuvalanır ve güvenli bir hale gelir. Sen benim mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


Bir şekilde bir araya gelebilmeyi nasıl başardık? 


Bir şekilde, bir araya gelebilmeyi başardık... Sen ve ben, nasıl oldu...


**


İdilik, kahramanca, coşkulu. 

 

Bize ait olan her şey bu. 


Bırak onlar bunu anlamasınlar. Sen benim Mysa'mdın. Biz arkadaştık. 


**


Gerilmiş bir yay gibi uçup gidiyor yanımdan ve istemsizce kendimi peşinden koşarken buluyorum. Elimi uzatıp tutmama ramak kala ivmeleniyor ve biraz daha hızlanarak yoluna devam ediyor. Bunun bu şekilde süre gideceğini biliyoruz, o an enerjimi harcamak için bir iç çekişi erteliyor ve hızlanmaya çalışıyorum. Tüğ gibi. Böyle eseceğiz. Kendi matematiğinin içerisinde belirli yasaları var. Belirli işleyişleri ve belirli bilinmezleri var. Eskiden yürüdüğüm topraklarda her şey daha farklı ve yapılaşmış ve köpekler terk edilmiş lojmanların tüm güneşini sahiplenmiş... Ben eski ben değilim artık, bunu anlıyorum; bunu akşam eve gelince anlıyorum, bunu sabah gözlerimi açınca anlıyorum, bunu günün her saati anlıyorum. Bunu sabit ve sakin bir şekilde anlıyorum. Bunu aksettiğim her yönde anlıyorum. Biz bir şekilde bir araya gelebilmiştik ama dünyalarımız sadece bir tüğ gibi temas etti ve birbirinin içinden uçuşarak geçti. Sen anlayana kadar. Ben anlayana kadar. Bitti.

OLAY NEYDİ?

04:24



Dün depreme evde yakalandım, buzdolabına yumurta yerleştiriyordum. İlk geldiğinde dolabın üzerinde annemin gönderdiği turşular ve saklama kapları sallanıyor sanmıştım, sonra Maruş fırlayıp koşunca depremi anladım, İstanbul'da yalnız yaşayan herkesin kafasında olan o acil deprem planı için "evet bu an o an, hadi bakalım" diye anlık bir düşünce geldi. Maruş direkt çantasına. Cüzdan, anahtar, powerbank, Maruş'a az bir mama ve su. Hop dışarıdayız... Maruş'un çantası bacaklarımın arasında, kaldırımda oturuyorum ve hiçbir şey düşünmüyorum. İnsan ne düşünür ki? Hiçbir şey. Telefon çalıyor, konuşup kapatıyorum, tekrar çalıyor, şarjım bitmesin diyorum, böyle bir döngü. Bir şükür-haber döngüsü. 

 

Sonra eve dönünce buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığını fark ediyorum. Ee diyetteyim ya. Saçma, çook saçma geldi. Diyet yapmak da bir lüks, güven lüksü. Güvenli bir hayata devam edeceğine ve o yemeğe her an ulaşabileceğine inanma lüksü... Evde hiç ekmek yok, abur cubur yok, bir bisküvi bile yok, bilmem ne zamandan kalmış yarım bir çubuk kraker var. Onu deprem çantama koydum. Çok saçma, her şey çok saçma. Hayat bizim için devam ederken yaşadığımız o illüzyonda oluşan çatlaklar... Bir güven illüzyonu... Anlık geçen bir sürü düşünce: Acaba ailemin yanına Ankara'ya mı dönsem? Ee Maraş depreminde Ankara'daydım orada da sallandım. Ee üniversite kaç tane terör eylemine denk geldim her zamanki güzergahımda? Ee Tusaş? Ee 15 Temmuz? Ee iş bulmak? Ee'ler çok fazla ve insanın kendisini ikna etmesi için bahaneler de bir o kadar çok. 

 

Akşama doğru Safa da gelince markete gidip bir şeyler aldım zorla, normalde kendi yoğurdumu kendim yaparım ama yoğurt yapmak için süt almak istemedim. Çok garip değil mi: Markete gelecek kadar canlıyım ama birkaç saatlik süreç olan yoğurt yapma işini düşünemiyorum çünkü o kadar yaşayacak mıyım, o kadar süre evde duracak mıyım, gece ne olacak... İnsanın yoğurt yapmak için olan sürede hayatta olup olmayacağını düşünmesinin gerekmesi çok tuhaf. Hayatta böyle anlar var: Şimdi yoğurt yapmaya kalksam bu fazla cüretkar bir girişim mi olur? Kışlık turşu bile değil; yoğurt, yoğurdun mayalandığını görecek vaktim olacak mı? Aslında bu sorunun cevabı hayatın her anı için bilinmez ama bazı zamanlar bu daha da bilinmez ve daha da kaygılı… Sonrasında bunu unutacağız -belki de- ve bunu unuttuğumuza şükredeceğiz çünkü hayat başka türlü devam edemez. İlerlemeye çalışacağız. Deprem Ağı bildirimlerini 4 altına kapatarak ve hatta tamamen mi kapatsam diye düşünerek, normalleşmeye çalışarak, “bundan 1 sene önce de bu deprem olabilirdi, 1 hafta sonra da deprem olabilir, şimdi de olabilir” diye kabullenerek... Hayatın-devam-ediyor-oluşuna kızarak, şükrederek, anlamayarak...

 

Ama arkada bıraktığı izleri takip ettiğimde hayatımdaki o büyük değişiklik için bir şeyleri düşünme cesareti bularak… Ne yapsam, klinik mi açsam… Acaba fırın mı açsam… Çantama protein bar’ları koyarken sönmesini beklediğim tüm panik duygularını önüme alıp onlarla konuşsam mı? Hayatın zorlamasına gerek kalmadan, ilk dalgasını kendim oluşturduğum bu akışa ayak uydursam… Bunu yapmak için ne gerekir ve bu şey her neyse, bende var mıdır? Belki de, bunu yapmak istiyor muyum? Bunu cevaplamak ne kadar zor. Nasıl yapmak gerek, önce hayal mi ediyor bunu yapanlar? Önce hayal mi etmeli yoksa direkt yola mı çıkmalı? Varacağın yeri hazırlamadan yola çıkmak nasıl olur? Oysa İstanbul'a gelirken de çok hazır değildi, hatta hiçbir şey hazır değildi. Ama yola çıkmıştım artık. İstanbul'a vardığımda bir enkaz gibi hissettiğim bir dönem yaşamıştım, bu blogda o kadar çok yazmıştım ki kendimi kıyıya çekmeye çalıştığımı. Aynı şeyi yaşamaktan mı korkuyordum? Aslında hayır. Olay konforunu bozmak mıydı? Belki. Belki değil, evet? Bir şeyler olacak bu hayatımda, bunu hep hissediyordum, olumsuz anlamda değil, ben bir şeyleri farklı olarak yapacak olan o kişilerdenim gibi hissediyordum. Çocukluğumdan beri her zaman bir şeyleri değiştireceğimi bilen birisiydim de bunun zamanı ne zaman, yeri neresiydi? Bu bir zamanı gelince anlama işi miydi yoksa komple delilik işi mi? Şimdiye kadar zamanı gelince anlayacağımı sanmıştım ama böyle bir zaman var mıydı, böyle bir an olacak mıydı? Bir çağrıyı duymak mı gerekiyordu yoksa bir çağrıyı beklemeden atlamak mı? O insanın içinde olan "bir hikayem olacak" hissine farkında olmadan her gün yaklaşıyor muydum? Bir hikayenin olması durumu idealize edilmiş bir şey miydi, bir kahramanlık kompleksi miydi? Bir, kitaplarda okuduğumuz hayranlık duyduğumuz o karakterlerin içselleştirilmesiydi de gerçekçi değil miydi? "Sıradanlık" başlı başına bir hikaye değil miydi, "sıkıcı" olmaktan mı korkuyorduk? Bir varoluş meselesi haline gelmesi mi gerekiyordu her şeyin? Bir yolculuk haline gelince hayatımızda ne değişecekti yaşanılan ekstra zorluklar dışında? Hayat hikayesi diye bir şey var mıydı, büyük bir "Grand Finale" ile bitecek ve bir şekilde dilden dile anlatılacak mıydı? İçten içe bunu istiyor olabilir miydik? Bu bir geride iz bırakma meselesi miydi?


Sorular, sorular... Soruların sisi içerisinde bir çift bal rengi göz masum masum bana bakıyor ve ne yaparsam yapayım onun da etkileneceğini bilip, onun için en iyisini düşüneceğimi de içten içe anlayıp... Kendi düzenime geri dönüyorum... 

YEPYENİ BİR ÖLÇÜ BİRİMİ

02:55

Bir dürüstlük mesafesi kadar yer var aramızda. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir. Dürüstlük mesafesi.


**


Çelik aksamlarla yere sağlam basarak sağlamlaştırdığıma inandığım tüm bu düzenin bir şefkat dokunuşu kadar canı var, bunu hissedebiliyorum. Bir dokunuş ve her şey, her şey aniden dağılıyor. Bunun bir anlık olduğunu o kadar iyi biliyorum ki, dahası bunu varlığımın her hücresinde hissediyorum ki... Zor bir konuşmayı yaşarken içimden "sonunda oldu" nun gölgesi geçip gidiyor; artık "bana kalan, güzelce sabretmektir".   


Ateşinin kalan son közlerini karıştırarak ısınmaya çalışan öfke hep orada, karanlık bir mağarada sırasının gelmesini bekliyor. Çocukluğumdan kalan bir öfke: Başını kaldırmaya çalışıyor. Daha doğrusu öfke, ben başımı kaldırırken bana yardım etmeye çalışıyor; ona tutunmamı ve onunla bu yola çıkmamı istiyor. İşlevsel, anaerkil, bazen vahşi bir öfke bu, o yüzden onu orada belirli bir açlık seviyesinde tutuyor ve vakti geldiğinde bana elini uzatmasını bekliyorum. Birlikte iyi bir takım olduğumuz zamanlar var: Onunla birlikte şehir değiştirdim, onunla birlikte iş değiştirdim, onunla birlikte ev değiştirdim. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça yukarıdan bastıran her şeyi kırmama yardım etti ve beni dolaylı bir yoldan yüzeye çıkartıp sakinleştirdi. Ve arkasına bile bakmadan yerine geri gitti sonra... Tuhaf, karanlık bir mağarada demir bir karağı ile ateşin başında oturmuş ve közleri canlı tutmaya çalışıyormuş gibi düşünüyorum onu. Canlı ama çok canlı değil, her an alev alabilir ama bunu istemez. Onun da bir keyfi vardır orada, kendisini dinç hissetmesi için uzun süre dinlenmesi gerekir ve gerektiğinde de atik bir şekilde kalkması gerekir yerinden. Vücudunda hiçbir ağrı yokmuş gibi, sanki hep bu anı bekliyormuş gibi. Sanki o bile, "bana kalan güzelce sabretmektir" dermiş gibi. 


Tüm bu garip kayalıklar, geçitler, darboğazlar, su yolları ve vadiler içerisinde uğraşırken aramıza bir mesafe koymayı başarabiliyorum. Bazen bir mesafe gerekir, bir dürüstlük mesafesi. Bu çok gerçekçi bir ölçü birimidir: Birbirine yalan söylemeye gerek kalmayacak kadar uzak, ama birbirini sevmeye ve saygı duymaya devam edecek kadar yakın. Çok ince bir dengede sallanıyor her şey. Kopup gitmesini beklediğimiz şeyler incelerek uzuyor ve nasıl desem, sağlamlaşıyor. Çelik aksamlarla birbirine bağlanan yeni yollar, yeni menteşeler, yeni dünyanın yeni düğüm noktaları, kirişler, basit mesnet bağlantıları, zıvana ve karkaslar... Yeniden oluşan bu evren bize yeni şartlar sunuyor. Yeni bir ilişki biçimi bu. 


Güvenli ve hassas.

VENEDİK DUVARLARININ İÇİNDE

00:20



Kendi kendine yaşayıp geçtiklerin. Kendi kendini teselli ettiklerin, kendi kendini inandırdıkların… Kendini rahatlatmak için içinden geçtiğin her şey. Kendini iyi hissetmek için ayağa kalkman gerektiği her an... Hepsine anlamlar ve boyutlar yükledik ve sonra tüm bağlarımızı kopardık onlarla. Haşin bir öfkeyle kestiğimiz ince teller... Tekrar işler hale gelebilmek için, tekrar bir amaç bulabilmek için... Gerçek bir öfkeyle kesmek zorunda kaldığımız, peşinde ince bir sızısı hep kalacak olan o ince teller... Köşeye sıkışınca kaç kişinin üzerine atlayabilirdik aynı anda? Tam olarak nelerden vazgeçebilirdik? Potansiyel nedir, bilmediklerimiz... Ama, vakti gelince öğreneceğimizden emin olduklarımız... Venedik duvarlarının içinde kaldıklarımız, Venedik duvarlarının altında kaldıklarımız... 


Şimdi bunları kenara bırakalım, bunlar bambaşka zamanlarda konuşacağımız şeyler. Şu an o an değil. Burada artık keyifli bir yolculuk var. Biraz ondan bahsedeceğim...

KÖNİGSPLATZ'DA AKŞAM ÜZERİ

02:58



Königsplatz'da akşam üzeri. Kış akşamı. 


Bu toprakların karla kapanan masumiyetine inanmak istiyorum ama bu mümkün değil. Artık pek çok şey mümkün değil.


Alemgir Şah, meydana çıkıyor. Tarihte bazı mesafeler var katedilmesi gereken, bazı şehirlerin yakılıp yıkılması gerçekten gerekiyor ve tekrar oluşması için kontrolün gevşetilmesi de... Şu an böyle bir anın içerisindeyiz, garip bir rüzgar esiyor aramızda, bir şey taşımayan bomboş bir rüzgar. Hislerini kaybetmiş bir rüzgar ve kendisine yeterince güçlü bir engel bulana kadar çarparak ilerliyor. Bu rüzgarla birlikte ben de buraya kadar geldim ve işte, Alemgir Şah meydana çıkıyor. Tüm bu yıkıntıların arasında; parlak, vahşi bir mücevher gibi… Rüzgâr sessizleşiyor, toz duruyor. Toprak. Duruyor. Bir anda dönüş yolunu düşünüyorum. Dönüş yolu uzun, meşakkatli. Ne kadar çok uğraştım buraya gelirken. Ne kadar çok yoruldum. Ama burası henüz yorulacak bir yer değil, burası, henüz dinlenmeyi hayal bile etmememiz gereken yer… 


Büyük bir meydanda, birazdan kaybedeceğimiz sakinliğin son tadımları… İçeriye çekiliyorum, kendi saflarıma; çok, çok ağır olmasını istediğim kapıların sürgülerini gürültülü bir şekilde kapatıyorum ve sessizliğe geçiyorum. Bu çok ağır kapıların arkasında biraz daha güvende hisseder miyiz, emin değilim. Bu kaygı, kapıların arkasında bırakabileceğimiz bir kaygı mı? Hızla geri çekiliyorum, geldiğim yere kadar. Çocukluğuma kadar… Geri. Çekiliyorum çok ağır kapıların arkasında. Burada sadece ben varım ve bir de tuhaf, incecik bir içgüdü, yaşama içgüdüsü. Hayır hayır, tutunabilme içgüdüsü. Burası, benim tutunacağım yer. Burada Alemgir Şah meydana çıkar ve tüm ölülerin ortasında durup bayrağını açmaya başlar ağır ağır… Burası, başladığımız yer değil, burası bin bir emekle geldiğimiz yer… Buraya gelmek için fedakarlıklar yaptık. Buraya gelmek için arkamızda bıraktığımız onlarca bile değil, yüzlerce, binlerce insan… İşte yerlerde yatıyor kanlar içerisinde. Alemgir Şah kılıcını bileyler ve kaldırır... Kılıç, yerine koyulacak bir kılıç değil. Kılıç belki biraz uyudu ama dinlenemedi. Kılıç geceleri bir gözü kapalı, bir gözü sicim gibi etrafı tarar bir halde… Kılıç tedirgin ve sallantıda, sabırla biriktiriyor… Kılıç, beklemede... 


İnce bir ipin üzerinde… 


Tarihte bazı şehirler var yakılması gereken, bazı şehirlerde hiç kimseyi gerçekten bırakmamak gerekiyor, bazı şehirlerde ise kontrollü bir gevşeme yaşanmalı… Her şey yukarıdan gördüğümüz gibi, ince bir ipin üzerinde tuhaf bir denge var. Bazı dönüşler açık ancak biz o kadar ilerledik ki artık…


Tuhaf bir denge...


POILÂNE

21:34



Geçtiğimiz günlerde Ankara'da, yılbaşı tatili gecelerinden birinde, annemle geç saatlere kadar otururken aramızda aniden tuhaf bir konu açılıverdi. Aniden demek çok doğru olmayabilir, öncesi var: Ben bir kitap okuyordum, Psikosoybilim. Kitap aslında bildiğimiz aile dizilimi konusunun biraz daha bilimselleştirilmeye çalışılmış hali gibiydi, taa 2016'da almışım kitabı ancak bu gelişimde aile evinde boş bulununca resmen ayaküstü okuyup bitirme fırsatı bulmuş oldum. Kitaptan bahsetmeyeceğim ama genel olarak aktarılan aile hikayeleri ve aile üyelerinin hayat örgüsü ile ilgili insanda bazı algıları açmaya çalıştığını söyleyebiliriz, sanırım... Annemin geçen senelerde evde artık eskimiş kot pantolonları kare kare kesip biçerek yaptığı patchwork televizyon örtüsünün altında ısınırken ben de ona sormuş bulundum: Anne, bizim ailemizin kadınlarında nesilden nesle aktarılan bir şey var mı? Annem o kadar hızlı "var tabii" dedi ki sanki bu soruyu sormamı bekliyormuş gibi hissettirmişti. Üzerine sonrasında epey konuştuk...


Ben, bendeki ekmekçilik merakının annemden geldiğini biliyordum. Annem, nasıl desem, gerçek bir ekmekçidir. Şu anda bile evdeki tüm ekmekleri annem yapıyor, bir tane ekşi mayası var (ki adını annem hiç istememesine rağmen Ferhunde koymuştum çünkü aşırı arsız bir maya. Gerçekten bir mayanın ne kadar utanması yoksa o kadar utanması yok diyebiliriz. Gün içerisinde annemin bu maya ile maceralarını dinlediğimiz telefon konuşmaları yaşarız. Mesela kısa bir süreliğine annem mayayı beslemiş ve diyelim ki namaz kılmaya gitmiştir ama maya ev soğuk olmasına rağmen çıldırır ve bir anda kabararak taşıverir etrafa. Böyle böyle şeyler...). Ferhunde'nin arsızlığı sağ olsun annem çeşit çeşit ekmek yapıyor ama annemin ekmekçiliği ne kadar uygulamaya yönelik olsa da ben ekmekçiliğin bu milimetrik, neyin ne olduğu tarafı ile daha çok ilgileniyorum. Yani ekmeği neyin bu kadar kutsal yaptığı, neden tüm dünya halkları tarafından kutsanmış olduğu, her dinin kutsallarından biri olduğu, en ilkel metinlerden fantastik edebiyatta bile kendisine nasıl yer edinmiş olduğu gibi... Mesela annemin Ferhunde ile yaptığı ekmeğin bir çeşidi aslında muhteşem bir brioche ekmek ve french toast için inanılmaz bir performans veriyor. Annem onun brioche olup olmaması ile ilgilenmiyor, önemli olan onun istediği "ekmek" mahiyetinde olan bir ekmek olması. Annem bir Kıbrıs ekmeği yapıyor mesela ama onun Kıbrıs ekmeği olup olmaması da onu ilgilendirmiyor, hayalindeki o istediği ekmek görüntüsü, tadı ve dokusu ile uyuşuyorsa o ekmek olmuştur onun için. Peki ya annemin zihnindeki o "ekmek" nedir, değil mi. Yani annem "ekmek" denildiğinde neye referans veriyor aslında? Çocukluğunda, köydeki ekmekler. Annemin çocukluğundaki ekmekler, nasıl desem, benim hayalimde canlandırdığım şekliyle hepsi ayrı birer efsane haline gelmiş durumda. Çok garip değil mi? Annem çok fazla köy hikayesi anlatır, hatta muhteşem bir hikaye anlatıcıdır ve çocukluğumdan beri bu hikayeleri o kadar çok ve o kadar detayda dinlemişimdir ki ben her şeyi neredeyse yaşamışım gibi hissederim (kız çocuklarının annelerinin bir alternatif benliği olması konusunu da başka bir şekilde konuşabiliriz bence). O yüzden her şey çok canlı bir şekilde zihnimde duruyor. Annem çok küçükken anne-babası Almanya'ya göç ettiği ve babaannesi ve birkaç kardeşiyle beraber kaldığı, evin ve bahçenin tüm sorumluluğu ona geçtiği için ekmek yapma işi de tabii ki anneme kalmış. Annem diyor ki, köyde çok büyük kapları varmış ve tüm ekmekleri kendileri unlarını öğütüp yapıyormuş. Bu mısır unu öğütme kısmını ben de hatırlıyorum çocukluğumdan, ne zaman köye gitsek bir değirmene gitme olayımız mutlaka olurdu. O dönemde köyde kullanılan unun nereden geldiğini bilmiyorum ama şimdi artık antik diye tabir edilen unlardan olduğu kesindir diye düşünüyorum. Hayat çok garip, sonrasında ben bu ekmek işine çok merak sardığım için Fransa'nın meşhur ve çok ödüllü Poilane ekmeğinin Vakfıkebir ekmeği ile aslında aynı ekmek olduğunu görmemle şok geçirmiştim. Paris'te birkaç Poilane şubesi gezip oralarda da aynı şoku seri bir şekilde yaşamaya devam etmiştim. Bu durum beni hala şaşırtıyor: Başka bir zamanda, başka insanlarla, tamamen başka bir sonuç vermiş. İnsanlar Türkiye'den, hatta San Francisco'dan, Japonya'dan gelip ödüllü ekmeğinizi denemek istiyor, oysa bu ekmek benim annemlerin çocukken köyde yaptıkları ekmek aslında. Ama o dönemden geriye o kadar hiçbir şey kalmamış ki: Maya kalmamış, buğday kalmamış, fırın kalmamış. Ocaklar birer birer sönmüş evlerde. İnsanlar kendi çocukluğunu kendi evlerinde arayamıyorlar. Dağılmış ve bir araya gelmesi imkansız bir evren orası artık...


Düşünsenize annem 13-14 yaşlarında ve bir aileyi doyuracak ekmekleri büyük, bakır kaplarda ya da ağaç kaplarda yapıyormuş. Eskiden köylerde marangozlar varmış bu ahşap ekmek leğenlerini yapmak için. Bu ekmekler büyük ve çok doyurucu ekmekler. Artık hiç şaşırmayacağımız gibi, bu ekmekler bugünkü bozuk buğdaylarla yapılmadığı için öyle kilo da yapmıyor. Başka bir blog yazısında da yazmıştım galiba, Ekmek Barışı diyeceğim bir şey var; bu ekmeklerle de barışıksınız, size iyi hissettiren, sizi doyuran ve tok tutan, size enerji veren... sıcak, üzerine kendi ineklerinizin sütüyle yaptığınız boool yağlı kaymak sürüp yiyebileceğiniz ekmekler... Annem tüm buğday ekmeklerine biraz da mısır unu koyarmış, hatta şimdi yaptığı ekmeklere de mutlaka karıştırıyormuş biraz. Ben bunu bilmiyordum, bu yazıyı yazarken sordum, öğrenince şaşırdım da... Mısır ekmeği zaten bambaşka bir dünya ama buğday ekmeğine de mısır ununun katılmasının aromaya etkisini düşünsenize... Buğdayı kendileri yıkarlarmış ve kendileri öğütürlermiş (anneme buğdayınız nereden geliyordu diye soruyorum, tabii kökenini çok iyi bilemiyor ama Maçka'dan alırlarmış). Şimdi bu pek çok yokluk ve zorluğun içerisindeki hayata özenmeyecek ve sizi de özendirmeye çalışmayacağım elbette ama düşünsenize, dışı çıtır ve vurunca "tak tuk!" sesleri gelen ekmeğin içini kesiyorsunuz ve büyük baloncuklar sizi karşılıyor ve daha da önemlisi, içiniz rahat bir şekilde yiyebildiğiniz bir ekmek bu, süngerimsi bir un pişmiği değil. Annemle konuştuğumda mısır ekmeğini de o zamanki gibi sevdiğini söylüyor ama ben öyle değilim. Klasik mısır ekmeği de çok güzel ve tabii ki balık, karalahana çorbası ya da yemeğinin yanında muhteşem... ama mısır ekmeği bir o kadar da tatlıya yakışıyor. Amerika'da Southern diye tabir edilen cinsten, Teksas mısır ekmeği seviyorum ben. Tatlı, kekimsi, yanında mümkünse bir turşu ve acılı chili sosla sonsuza kadar yiyebileceğiniz, biscuit'i andıran, Türkiye'deki gibi çökük ve koyu kıvamlı değil, aksine "airy" ve hafif ekmek... Pamuksu... Öf! Bence burası artık yazıda susmam gereken o yer... 



Ne diyordum... Bu böyle insana akan bir şey, insanın içine bir şekilde gelmiş olan ve orada kendi kendisine var olan bir şey... Ben bunun annemden gelen bir tohum olduğunu zaten biliyordum ama bu kadar derinlere kök salmış olması beni de şaşırttı. Boşuna atalık denmiyor olsa gerek Anadolu'nun eski buğdaylarına... Adı üstünde. Psikosoybilim böyle açıklamıyor bunu ama ben kendi heyecanımda ve bu heyecanımı annemin normal karşılamasında, hatta belki de zaten bende bunu beklemesinde anlıyorum. Şeyh Galip'in en sevdiğim dizesi aklıma hep geldiği gibi yine geliyor; belki de biz, bambaşka bir delilik yoluna düşmüş garip yolculardık, kim bilebilir?

BİN MUHTEŞEM SEVİNÇ - I

01:49


1. Sabah uykumu almış bir şekilde erken kalkmak, mümkünse herkes uyuyorken ama güzel bir güneş de varken... Havanın aydınlanması ile birlikte kalkmış olmak ve uyandığım gibi ilk planın kahvaltı yapmak olması...
2. Uzun bir gece açlığı sonrası sabah heyecanla kahvaltı hazırlamaya başlamak. Aynı kahvaltıyı ufak ufak değiştirerek tekrar tekrar yapmak. Yazın geniş salatalarla kahvaltı, kışın yumurtalı kahvaltı... Bazen lor peynirli, bazen tulum peynirli, bazen rastgele farklı bir şey denemek için alınmış farklı bir peynirli. 
3. Kendi kahvaltım için yumurta haşlanıyorken ya da çay suyu kaynatıyorken Maruş'un mamasını kontrol etmek ve Maruş'la biraz koşturmak. Kocaman yanaklarından öpmek, kafasının üstünden öpmek, biraz gıcık etmek ve iyice gıcık olup peşimden koşmasını sağlamak...
4. Öğlene kadar evdeki işleri halletmek ve bunun hayatta biraz ilerlemiş şekilde hissetmeme izin vermesini sağlamak...
5. Öğlen kahvesi... Yanında daha önceden yapıp buzluğa kaldırdığım yulaflı kuru üzümlü cookie yemek. 6. Bu cookie'leri genelde 60-70 gr şeklinde yuvarlarım ve her öğlen önce bi yarım yer, yarım cookie'nin kahve ile tam denk gelmediğini görüp geri kalan yarımı da kaçamak olarak ekstradan yemek... Cookie ve kahvenin vücudu saran sıcacık hissiyatı... Muhtemelen salonda, cam kenarındaki mavi kanepenin üzerinde yarı uzanıyorumdur ve güneş yine oradadır... 
7. Kahveyi hazırlarken ya da mutfakta ıvır zıvır işler yaparken Youtube'da bir televizyon dizisinin de ses yapmasına izin vermek. Belki Avrupa Yakası. Belki Modern Family. Öyle bir şeyler... 
8. Maruş'un mayışık mayışık odamda yatmaya başlaması ama arada bir kuşun cam kenarında yaklaştığını düşünüp ayağa fırlaması ve bunu izlemek... Bazen ona oyun olması için kuş gelsin diye cam kenarında birkaç pirinç tanesi koymak...
9. Öğleden sonra güzel bir yürüyüş yapmak ama her zamanki rotamın güvenilirliğinde... Belki yürüyüş sırasında birkaç küçük ihtiyacı almak ve çantama atmak... Güneş, sahil, telefonumdaki adım sayar uygulamasında artık günlük hedefimi çoktan gerçekleştirdiğimi görmüş olmak ve sonrasının iyice keyif vermesi ve gittikçe gittikçe daha çok yürüyebilmek...
10. O gün o saate kadar olan bütün vakit namazlarını kılmış olmak ve bunu da hakkını vermeye çalışarak yapmış olmanın getirdiği tatlı his. 
11. Gün içinde aniden bir vakitte annem ve babamın sağlıklı olduğunu hatırlamak ve bunun getirdiği ani sevinç.
12. O gün yapmayı da yemeyi de çok sevdiğim bir yemeği yapacak olmanın getirdiği heyecan ve sonrasında sabırsızca yemek... Sarımsaklı şehriyeli tavuk... Veya lazanya... Erişteli yeşil mercimek... Bol nohutlu ayranaşı çorbası... Köfte-patates... Köfte-makarna...
13. Mevsime uygun kıyafetler giymiş olmak ve ne sıcak ne soğuk olmak... Havanın tam sevilen noktasında olmak ve rahat hareket edebildiğini hissetmek. 
14. Yeni ritüellere doğru koşmak. Perşembe günü okuldan çıktıktan sonra Erenköy pazarında Hamarat'tan sarma almak ve bunun beni Cuma gününe hazırladığını düşünerek mutlu olmak. Ya da Fırın Safranbolu'dan mücver alma heyecanı... Evden Borsa İstanbul'a kadar yürümek... Cuma akşamı ne kadar güzel uzanıp dinleneceğim diye düşünmek ama Cuma akşamlarının hiçbir zaman hayaldeki gibi olmaması ama yine de beklemenin iyiliği...
15. Aniden abimden gelen bebişe şu ismi koysak nasıl olur mesajı...
16. Maruş'un eve gelince kapıda beni karşılaması ve sonra akşam evde depar atarak koşmak... 
17. Ilık bir duş almak ve saat kaç olursa olsun ev pantolonunu giymek... 
18. Dolapta giymediğim, giyemediğim hiçbir kıyafet olmaması. Fazla da eksik de olmaması...
19. Soya kaplamalı fıstık... 
20. Gün içinde herhangi bir şeyi yaparken annemin içimde olan sesini duymak. Bazen Maruş'un annemin sesiyle konuştuğunu, hatta beni eleştirdiğini "duymak" ve buna baya gülmek...
21. Yeni bir seyahatin yaklaşmasıyla birlikte gün içinde aniden gelen heyecan dalgası...
22. Serin, tertemiz bir yatağa girmek ve uykuya hazırlanmak...
23. Bu aralar Medium Build dinlemek ve çok da sevmek.
24. Karnımın şişkin de olmaması, aç da olmaması... Yeterince su içmiş olmak. 
25. Yepyeni bir seyahat ihtimalini düşünmek, hatta, Almanya belki, tekrar tekrar... Evin içine düşen kış güneşinde bir an'a gitmek... Baksanıza, Büşra ile Bavyera'da bir yerdeyiz ve gülüşüyoruz. Hikayelerimiz de bir o kadar hızlı bir şekilde akıp gidiyor, kızkardeşlik hikayeleri, bildiğiniz hikayeler, artık 30'larımızda, heybemizde her zamankinden fazla şey var... 
26...